YORUM | M. NEDİM HAZAR
Nasıl olsa yalana ceza yok!
Salla sallayabildiğin kadar.
Gerçi Erdoğan ve çevresi için her şey serbest bu anlamda geçtiğimiz gün paylaştığı mesajda haklı olabilir.
Şöyle bir mesaj paylaştı saraydaki şahsım:
Türkiye 21 yıl öncesine göre daha özgürmüş.
Biliyorum bu cümleleri okuyan Erdoğan ve taraftarları dışındaki herkes “utanmazlık” diyecektir ama mevzuya bir de onların açısından bakınız.
Özellikle Erdoğan ailesi, Saray ve nihayetinde AKP’liler için 21 yıl önce mi daha iyiydi, bugün mü?
Şüphesiz cevap, “elbette şimdi” olacaktır.
Bugün siyasal İslamcılar 21 yıl öncesine göre çok daha özgür, rahat ve sorumsuzdurlar.
Adliye, yargı, ya da başka bir kural ile kayıtlı ve sınırlı değiller.
Erdoğan zaten özgür, ülkeyi iki dudağının arasında yönetiyor.
Geçtiğimiz gün bir arkadaşım hasbelkader Şahap Kavcıoğlu’nun bir toplantısına katılmış.
Merkez Bankası Başkanı şöyle dert yanmış: “Bizim gitmemizi istiyorlar. Ne büyük salaklık. Sanki biz gidince bir şey değişecek. Hala anlamamışlar, biz önemli değiliz, Tayyip Bey kim gelirse gelsin aynı şeyleri yaptırtacak, hala anlamış değiller!”
Haksız da değil Kavcıoğlu.
Dolayısıyla tek adam devletinde parazitlerle uğraşarak gününü geçiriyor muhalefet.
Önceki gün bir muhalif milletvekili maliye bakanını istifaya davet ediyordu.
Çok güldüm…
Erdoğan gerçekliği diye bir şey var.
Sözgelimi 50 yıl önce üniversite açılmış olan şehre gidip “Buraya üniversiteyi biz getirdik” diyebiliyor. Ya da “Bizden önce bu ülkede ambulans mı vardı?” gibi kendince bir gerçeklik üretebiliyor.
Hakikat öyle değil elbette.
Gerçek şu:
Türkiye, son yirmi yılda gerek ekonomik anlamda, gerek demokrasi ve özgürlükler anlamında küme düşmeyi de geçti, diplerde geziniyor.
Çin, Kuzey Kore gibi ülkelerle aynı ligde bulunuyoruz ve Erdoğan bu duruma “Daha özgür, daha demokratız” diyebiliyor.
Düşünün: Ülke medyasının yüzde 95’ini emrine amade etmiş biri çıkıp, hiç sıkılmadan, “Bu ülkede medya hiç bu kadar özgür olmamıştı!” diyebiliyor.
Gerçekler ise şöyle.
Şu harita meşhur Freedom House’un 2022’ye ait ülke baskı haritası. Türkiye’ye bir bakın Allah aşkına. Ne kadar özgürüz belli değil mi?
Global Özgürlük Endeksi diye bir şey var.
İşte size 2002 yılının sıralaması:
107. sıradayız. Şimdi 20 değil 10 yıl sonrasına bakalım:
Kaçıncı olmuşuz?
125…
En son liste ise şöyle:
Bir başka bağımsız kaynak ise doğrudan 2002 ile 2022 arasını şöyle gösteriyor:
99.’luktan 154.’lüğe iniş.
Erdoğan’ın vicdan aynasına göre, bu müthiş bir özgürleşme!
Başka bir açıdan bakalım.
Bir araştırma yapıldı. Evren’den Özal’a, Demirel’den Sezer’e uzanan geniş bir yelpazede Cumhurbaşkanlarının açtığı dava sayısı.
Sizce, liste başı kim?
Evet bildiniz: Erdoğan’ın açtığı dava sayısı, cumhuriyet tarihinin tüm cumhurbaşkanlarının toplamından fazla.
Tıpkı, şu anda hapisteki gazeteci sayısında tüm dünya toplamından nasıl fazlaysak öyle…
Açılan dava sayısı listesi şöyle…
Erdoğan: 38 bin 581
Abdullah Gül: 848
Kenan Evren: 340
Turgut Özal: 207
Ahmet Necdet Sezer: 163
Süleyman Demirel: 158
Gerçekler böyleyken kalkıp “Elini vicdanına koyan herkes kabul edecektir ki bugünün Türkiye’si 21 yıl öncesine göre daha demokratik, daha özgür, fırsat eşitliğinin olduğu bir Türkiye’dir” diyebilmek pişkinlikte çağ atlamaktır!
Vesselam…
Meseleye vicdandan ele alalım. Kendisini özgür hissediyor olabilir. Daha özgür hareket ediyor. Kimse ona bir şey diyemiyor. Canının istediğini yapıyor. Temel olarak bu özgürlüğün peşini kovalamakta ama bununla beraber müslümanları da açtığı yoldan peşinden sürüklemektedir. Yani müslümanları kendisine uydurmaktadır. “Gördünüz mü size nasıl özgürlüğü sağladım?” demektedir. Hitap ettiği kesim yani “elinizi vicdanınıza koyun” dediği kesim bu müslümanlar. Yani “size iyi etmedim mi?” demek istiyor.
Allah aşkına diyor iyi para kazanmadın mı? Kimse sana dokunabiliyor mu? diyor. Burada vicdan ile nefis sanki birbirine karışmış gibi. Sanki vicdan ile nefis içerilerde bir yerlerde birbirine karıştırılmış. Sanki nefis vicdan gibi görünmüş. Yani nasıl olduysa yanlışlıkla öyle hissedilmiş. Nefis mutlu oldukça sanki vicdan dile geliyormuş gibi “evet vicdanımıza sorduk, senin sayende daha mutluyuz” diyorlar.
Ortada bir sorun var. İnsan oluşumu yanlış örgülenmiş. Yani her şey yerini değiştirmiş. Acaba vicdan ile nefsin sesinin ayırt edilememesi neyi işaret etmekte? Vicdan demek sesini duyuramıyor. Zamanla nefis bu vicdanın yerini almış. Adeta onun tahtına oturmuş. Bu sayede dürtülerini kontrol etmek zorunda kalmıyorsun. Dürtülerini kontrol etmekten acizsin, ya da tembellikten kontrolle uğraşmak istemiyorsun, ya da dürtülerini yerine getirmek hoşuna gidiyor. Yani dürtüleri frenleme diye bir derdin yok.
Nefsin yaptıklarını sanki vicdanın onayından geçmiş gibi tasdiklemekte. “Aferin, iyi şeyler yapıyorsun” sesi kulağında yankılanmaktadır. Bu sayede negatif geri bildirimleri, suçluluk duygusunu yaşamamış oluyorsun. Sen bu yönünü daha çocukken fark ettin. Ve tek yaptığın bu yönünü devlete, hukuka, parlamentoya uygulamak. Müslümanlara bu çok iddialı olduğun yönünü öğrettin ve onlara sordun “elinizi vicdanınıza yani nefsinize koyun ve söyleyin, daha özgür olmadınız mı?”
Gerçekten daha özgür olmuşlardır. Artık dürtüleri rahatlıkla hareket ediyor ve iç dünyada bunu frenleyecek bir vicdan mekanizması, üst benlik, utanma duygusu, ahlaki değerler, dini değerler yok. Dürtüler iç mekanizmadan geçmeyi başardı, sırada dış mekanizma var. Yargıyı yok ederek, parlamentoyu çalışmaz hale getirerek, hatta hükümeti bile yok ederek, sayıştayı falan derken bütün dış kontrol mekanizmalarını da atlattın mı? Haklı olarak bunları başarmış biri kendisiyle övünür. Birde kendine arkadaşlar edinerek övüncünü paylaşıyor, yalnızlığını gideriyor.
Peki bu dürtülerini neden ısrarla gerçekleştirmek istiyor? Sanki birisini zorla bir yerde tutarsınız, o kişi oradan çıkmaya çalışır gibi. Bu büyük ihtimalle şunu gösteriyor; Dürtüler, benlik, süperego gelişim aşamasında bu mekanizmanın sağlıklı gelişmesinde bir kusur çıkmış. Dış yada iç etken. Acaba diyorum çok şiddetli baskıya mı kalmış? Kendini ifade edememiş ve taşları yerine oturtamamış. Yani aşırı müdahale, belki korkutma, şiddet dürtüleri baskılamış ama benliğin gelişimine izin vermemiş.
Yani dürtüler yaratılıştan verilen ve yeri geldiğinde kullanılması gereken, benlik tarafından, özellikle üst benlik tarafından ahlak eğitimi ile dengelenen ve bireyin hem iç hem dış dünyada insanlara saldırmadan dengeli bir şekilde uyum sağlayarak yaşayabildiği bir benlik kazanır. Bunu geliştirme fırsatı anladığım kadarıyla hiç verilmemiş. Sanki dürtüsünü kontrol etmek ebeveynlerine kalmış. Baskı altında kalan kişi de bu sayede benliğini gerçekleştirememiş hatta benliğe karşı bile düşmanlığı olabilir. Bunun yerine dürtülerini hakikat kabul etmiş. Ve bunları gerçekleştirmenin özgürlük olduğuna inanmış. Bu sayede baskıdan kurtulacağını düşünmüş.
Normalde dürtüler insanlara zarar vermeyi, başkaların sınırlarını çiğnemeyi, herşeye sahip olmayı ister. Ama benlik bu isteklere yanıt veremez, yetişemez, gerçekleştiremez. Çünkü insan dürtülerini gerçekleştirmek için gelmemiştir. Burada egoyu yani benliği üstbenlik baskıdan kurtarır. Belki küçük yaşlarda ebeveynler çocukları frenler ama bir yandan da eğitir ve bu sayede superegosunun güçlenmesini sağlar yani ahlak kazandırır. Bu mekanizmanın yani binanın kolonlarının birçok insanda bozuk olduğu görülüyor. Batıda bu mekanizma hıristiyanlığın vermiş olduğu şeyle veya hümanizm gibi değerlerle, sonra insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerlerle toplumda yaşatılır. Ama Türkiyede Batı değerlerin laikim diyen insanlarda olmadığı görüldü, tabi genelleme yaptığımın farkındayım. Kadın haklarını savunan laiklerde kadın haklarına dair bir değerlerin olmadığı görüldü. Müslümanlıkla ilgili değerleri savunanların hamile kadınlara, yaşlılara, hastalara, engellilere, çocuklara yaptıklarından dini değerleri taşımadıkları yada sadece beyinde taşıdıkları ama hayata tatbik etmedikleri görüldü. Solcuların sol değerlere aslında sahip olmadıkları görüldü. Yani üst benlik hiç beslenmemiş. Çünkü üstbenliğin kullanılmasına izin verilmemiş. Bunun yerine devlet insanların dürtülerini kontrol etmeye çalışan ve insanları hizaya dizen, güç gösterileri ile kontrolü ele almış Bu da yukarıdaki mekanizmanın ortaya çıkmasına neden olmuş. O yüzden soykırım bu çağda yaşanabilmiştir. Hem de dünyanın ortasında, dünyanın gözünün içine baka baka.
Deniz Bey veya Hanim çok güzel yazmişsiniz. Teşekkür ediyorum bu güzel yaziniz için. Çok istifade ettim. Ayrica hemşehrim olan Nedim Bey’in de zaten daimi okuruyum.
Norveççe dersek
Tusen hjertlig takk.
Tüm kalbimle teşekkür ediyorum
Teşekkürler.
Şahap Kavcıoğlunun şu satırlarına takıldım ben, tebessü ettirdi tabi.
“Bizim gitmemizi istiyorlar. Ne büyük salaklık. Sanki biz gidince bir şey değişecek. Hala anlamamışlar, biz önemli değiliz, Tayyip Bey kim gelirse gelsin aynı şeyleri yaptırtacak, hala anlamış değiller!”
Medyada ayrıntılarına kadar verilmiş, Merkez Bankası başkanı, değişik adlarla toplamda, 150 bin lira maaş alıyor,
Ki yıllık temettüden aldığı pay milyonlar, emeklilikte aldığı ikramiye milyonlar olacak,
bu kişi neden bıraksın ki.
Şu an yeni bir aşamaya geçildi, artık yaptığım hukuka aykırı-hesabını sorarlar düşüncesi yerine,
ki bu bile bir seviyeydi,
ihtimal Naci Ağbal bu nedenle gitti,
Ben gidersem başkası yapacak zaten, bu maaştan niye vazgeçeyim ki aşamasına geçilmiş bulunuyor.
Dibi görmede sınır yok, bakalım memleketi hangi aşamalar bekliyor daha.
Bu hastalığı sadece yöneticilerde görmeyin, onları denetleyenlerde de görün.
Paylaşayım
…..
Geçenlerde bir arkadaşımla görüştüm deyince Sayın Hazar, bende bir geçenler yaşadım.
Aktarayım.
Denetim bitti demişti dostum. Denetim programları, denetleme sayısı, sıklığı değişmiyor, heryer denetleniyor…. peki ne çıkıyor.
Hiçbirşey demişti, çünkü “Denetçi ya görür, ya görmez”, “Müfettiş ya görür, ya görmez” anlayışı gereği,
daha ilk raporlama, soruşturma izni alma aşamasında, ağzına poşet geçirip boğma gibi, kimsecikler fark etmeden, seni mesleki olarak boğarlar, alırlar birköşeye atarlar, şansın varsa fetö yemezsin, birde onu yersen, sonun gözaltılar, sürünmeler… demişti arkadaşım.
Bürokrasinin en yetişmiş kesimi, müsteşarların, genel müdürlerin, daire başkanların çoğunlukla içinden çıktığı Denetim kesimi elbette aptal değil, DONKİŞOT un başına ne geldiğini hem 17/25 Aralıkta hem 15 Temmuz tiyatrosuyla iliklerine kadar yaşamış bir DENETİM BÜROKRASiSİ elbette sessiz kalıyor demişti. Merkezbankası başkanı akıllı da diğerlerini aptal mı sanıyorsunuz, elbette değiller.
O nedenle, rutin maddeler, çetrefilli işlere elini sürmeyişler, şablon öneriler, tavsiylelerle oyalanan bir Denetim sistemi var demişti.
Sebebi de basit, halk aslında bu onayı verdi. Hiçbirşeyi görmeme, denetlememe, ilgilenmeme onayını aslında toplum, oy vererek yaptı, bile bile. Erdoğan ne isterse o olacak diye onay verdi, dolayısıyla, bu da birçeşit bizim için topluma karşı görev, toplumun istediği gibi yapıyoruz, toplum önemseme bunlarır diyor, o nederse onu yap diyor, bizde önemsemiyoruz biryönüyle,ne denirse onu yapıyoruz, bu işin böyle de bir anlamı var demişti dostum.
Bu nedenle tekrarlayayım..
15 Temmuzla bu ülkenin, cesaret damarı kesilmiştir sevgili halkım.
Ordusunun bir çeşit lağvedildiği, polisinin askerinin hapsedildiği bir ülkede, sivil bürokrasinin polisi niteliğindeki denetim sistemi de çökmüş bulunmaktadır.
Sevgili “oh olsuncular”, sevgili “birbirlerini yesinciler”, “sevgili makarnacılar” ve hepsinden öte, kendini bunların içinde görmeyipte sessiz duran o “sessiz çoğunluk”, bil ki bu senin eserin.
Artık, şu şımarıklığın bitti, ufaktan ufaktan sende seziyorsundur muhakkak,
“Adam canım, öyle diyorsun da, bu memleketin hakimi askeri polisi, denetleyeni var, hani nerde çıkmıyor, yaptırmazlar, sen atıyorsun” şımarıklığın bitti halkım.
Artık, yahu onca şey oluyor, bir kişi de karşı çıkmıyor, bir hakim, savcı, polis, denetçi üstüne gitmiyor, aşamasındasın, ufaktan ufaktan dillendiriyorsun bunu iyi biliyorsun, ama dedim dimi, bu şımarıklığın bitti sevgili dostum. Herşey iyi denirken, birden katlanan ev kiran, ev almayı bırak, yüzbinlere çıkmış araba fiyatları, sıraya girdiğin et kuyrukları, uçuşan enflasyondan zaten ne iyisi diye kendin diyorsun.
Bunu iyi bilmene rağmen daha tam diline vurmadı, çünkü, göbeğini kaşıyarak oturduğun yerden, daha önce verdiğin oylarla katkı sağladığın sistemi, oturduğun yerden bir Pazar günü atacağın oyla değiştireceğini sanıyorsun. Bunun ümidi var.
Peki sevgili dostum, bakalım öyle mi olacak, Erdoğan yeniden geldiğinde, yahut kim gelirse gelsin şartlar hiç değişmediğinde senin için, bu ekabir duruşun, içinden bildiğin ama ikrar etmediğin halin, bakalım ozamanda aynı kalacak mı.
Bu artık senin derdin dostum, ben istesemde yardım edemem zaten, ne zindanlara doldurduğun cesur insanlar, ne ihraç ettiklerin, ne de o meydan dayağını görüp, varmış gibi sandığınbürokrasi.
Sen yaptın bunu sevgili dostum, bu nedenle, artık, “Eden bulur” fevhasınca, sende ettiğini bulmaya doğru gidiyorsun.
O nedenle, asla ama asla, “evet, bunu biz ettik” sözü senin ağzından çıkmadan, inkisarı pişmanlığı paylaşmadan ve ötesi “yahu yok mu bir adam gibi adam, kurtaracak adam” demeden sen, zehir zemberek canı yanan gibi sızlanmadan, şundan zerre şüphe etmiyorum ki, bu süreç bitsin.
Halkım, toplumum, insanım, dostum ve ötesi kardeşim…
Bu sefer öyle olmayacak, iliklerime kadar hissediyorum ki, bu sefer, feda ettiğin DONKİŞOTla kalmayacak, bu ateş sana da dokunacak.
Ayetler, hadisler, ötesi yaşamış olduğumuz hayat, okumalarımız, koca bir tarih hep buna işaret etti,
Öyle bir ateş yaktın ki, Sezen Aksu gibi derim, “Yaktığın bu ateşi sende söndüremeyeceksin”.
Bekle bakalım bir kutuya atacağın kağıt parçasıyla seni bekleyen kaderi değiştirebileceğini.
İşte o gün, seninle yeniden içten canciğer hasbihal edeceğiz.
Hele şu asabiliğin, nobranlığın, ekabirliğin, üst perdeden bakışın ve zaman zaman ukalaca ” ama sende..” deyişin bir Kaderin şamarını yesin,
işte ozaman oturup konuşalım senle, şu anda mevcut olduğu üzere iki kardeş gibi.
Hürmetle…