YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Uhud yolundan dönüşünü telafi adına Hamrâü’-Esed’e gidememek veya başka bir ifadeyle yaralanan konumunu tamir adına yeni yüzle iç bünyeye adapte olabilme hamlesinin boşlukta kalması, İbn-i Selûl’ün içine dert olmuştu.
Nezaket ve nezahet çerçevesi içinde bir hatırlatmaydı, yapılan; “Dün Uhud’da bizimle birlikte olanlar gelsin!” denilmiş ve yine perde yırtılmamıştı.
Bütün entrikalara rağmen ortada, adı konulmuş bir zafer vardı. Ne dönüşleri zafere gölge düşürmüş ne de Uhud’u kaynatan yalanlar bir işe yaramıştı!
“Öldürüldü!” haberlerine rağmen Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) yaşıyordu!
Üstelik, onların bu dedikoduları üzerine gelen âyet, “Muhammed, sadece bir Resûl’dür! Nitekim O’ndan önce de nice resûller gelip geçmiştir. Şayet ölür veya öldürülürse gerisin geriye hemen dinden mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa bilsin ki Allah’a asla bir zarar veremez. Ama Allah, hidayetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükafatlandıracaktır,” demiş ve mevzu olan Peygamber bile olsa, davanın şahıslarla sınırlı olmayacağını söylemiş, kuru gürültüye pabuç bırakmadan yola devam edilmesi gerektiğini ortaya koymuştu.
Anlaşılan, yakın takiptelerdi!
Âyetlerdeki üslup da aynıydı; en büyük günahlardan birisini, cemm-i gafîr gününde cepheden kaçma cürmünü işlemiş olmalarına rağmen yüzlerine vurulup perde yırtılmıyordu ama edip eyledikleri, söyleyip tertipledikleri her şey de tescil ediliyordu.
Üstelik, işledikleri cürüm, sadece cepheden kaçmak değildi; Medîne anlaşmasına muhalefet etmiş, birlikte kurulan yapının kurallarını çiğnemiş ve istişareden çıkan karara da muhalefet etmişlerdi.
Velhasıl, Uhud terazisine çıkmış ve kaybetmişlerdi. Üstelik, iddia ettikleri gibi bir kıymet-i harbiyelerinin olmadığı da tebeyyün etmişti; ortada, onlara rağmen bir zafer vardı!
Heybeleri de cürüm doluydu!
Muhataplarda tepki uyandıran hareketlerdi bunlar ve Sahâbe’nin onlara bakışını da etkilemişti. Göz ve kulakları Allah Resûlü’nde (sallallahu aleyhi ve sellem), Hazreti Ömer (radıyallahu anh) gibi eli tetikte, küçük bir işaret bekleyen çok insan vardı!
Gidişatı yönlendiremediği gibi konumunu da kaybediyordu!
Şüphe yok ki her geçen gün artan bu tepkiyi, İbn-i Selûl de görüyordu.
Bu ortamda Cuma namazına o da geldi; görünmek ve hiçbir şey olmamış gibi görüntülenmek istiyordu! Âdeti olduğu şekilde yine aynı yere geldi ve ‘makam’ olarak kurgulandığı yere gelip etrafına bakındı. Belli ki “Her şeye rağmen ben buradayım ve Resûlullah nezdinde de ayrı bir yerim var!” mesajını vermek istiyordu.
Ne var ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) perdeyi yırtıp kabahat ve kusurlarını yüzüne vurmuyor olsa da bakışlardan taşan tepkiyi o da görüyordu.
Bu tabloyu değiştirebilmek için birden hamle yaptı ve Fahr-i Âlem’i (sallallahu aleyhi ve sellem) işaret ederek, “Bu, aranızdaki Allah’ın elçisidir!” dedi. “O, elçisini göndererek size izzet ve ikramda bulunmuştur. Allah Teâlâ size böyle bir Peygamber’i nasip ettiği için O’na hamd edip şükredin. Kendisine de destek çıkıp omuz verin ve arkasından gidip O’na itaat edin!”
Gerçi o, bunu her Cuma yapıyordu; kendisine yer edindiği mekâna geliyor ve eylemleriyle derinleştirdiği yarayı söylemleriyle kapatmaya çalışıyor, giderek çukurlaştırdığı yerinden her Cuma Allah Resûlü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) yüceltme lüzumunu hissediyordu!
Uhud sonrasında da yapmıştı ama söylediklerini yapmayan, bizzat kendisi idi!
E, nifak da zaten böyle bir şeydi; boyutunu, söylem ile eylem arasındaki uçurum belirliyordu!
Sahâbe’nin sabrını taşırmıştı ve eteğinden çekiştirenler, “Biz seni biliriz, ey Allah düşmanı!” deyip yüzüne ekşiyenler oldu.
İşin garip tarafı bu tepki, üç-beş kişi ile sınırlı değildi; hemen herkesin hissiyatını yansıtıyordu!
El üstünde tutulup pohpohlanmaya alışık olan İbn-i Selûl’de müthiş bir rahatsızlık meydana gelmişti; vaziyeti kurtarmak için attığı en kritik adım, bütün kredisini bitirecek bir kıvılcımı tetiklemişti!
Kimyası bozulmuştu.
Homurdanarak dışarı çıkmak zorunda kaldı; “Sanki kötü bir şey söyledim?” diyordu. “Halbuki ben, O’na destek vermeye çalışıyorum; onlarsa bana engel oluyorlar!”
Herkesin Cuma’da olduğu sırada onu dışarıda gören bir adam, “Neyin var? Neden buradasın?” diye sordu. Verdiği cevap yine aynı muhtevadaydı:
“O’na destek vermek istedim ama arkadaşları üzerime çullanıp beni çekiştirdiler! Bana kaba saba davrandılar!”
Sahâbe ferasetiydi; hezimetini ‘hizmet’ diye yutturmak isteyen İbn-i Selûl’e acıyarak baktı ve “Çok ayıp!” dedi. “Hemen dön ve huzûr-u risâlete git; senin için Resûlullah (sallalahu aleyhi ve sellem), Allah’tan bağışlanma talep etsin!”
Öyle bir derdi yoktu ki!
Şapka düşmüştü!
Buz gibi bir enâniyeti vardı ve aslında, turnusol testinin sonucunu kendisi de tasdik edercesine, “Vallahi” dedi. “İstiğfar falan edecek değilim!”
Öyle ya, İbn-i Selûl’ün ne kusuru vardı ki istiğfar etsin! Her daim o, sütten çıkmış ak kaşıktı; hata ve kusur, onun semtine bile yaklaşamazdı!
Denilir ya, insan bu; çiğ süt emmiş!
Dönüşü olmayan bir günah deryasına yelken açtığı halde kendini, Cennet köşklerinin biricik ve en özel misafiri görebiliyor!
Halbuki, hakikatin sesi bize diyor ki: Kendisini kusursuz görene, kusur olarak bu yeter!
Belki de nifakın en önemli turnusolü, kusuruyla yüzleşememektir!
Bizim içinizde ki, en çok ekran önündeki malum şahısa da ibn-i Selûl dersek, onunda kendisini “Dönüşü olmayan bir günah deryasına yelken açtığı halde kendini, Cennet köşklerinin biricik ve en özel misafiri görebiliyor!” Diyebilir miyiz? Neden bilmiyorum, Allah affetsin ama hoşuma gitti…