Yok edici devlet

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Boğaziçi Üniversitesi olayları büyüdükçe, daha önce kendilerini dokunulmaz sanan kesimler de malum devletle tanışıyorlar. Tanımadıklarından değil. Bence herkes bu devletin ne olduğunun da, ne olmadığının da farkında şüphesiz! İdrak ettikleri, devletin kapsama alanına girmeye başladıkları.

Gezi protestoları örnek gösterilerek, bu iktidarın Boğaziçi Üniversitesi olayları profiline karşı her zaman cephe aldığı ileri sürülebilir. Bu, kısmen doğrudur. İslamcı ve Milli Görüşçü köklerden gelen bu iktidar, her zaman sol ve ilerici kitleleri kendisinin “ötekisi” olarak algılaya geldi. Bu onların sosyal DNA’sında var. Fakat bugünkü Boğaziçi eylemleri ile Gezi arasındaki fark, eylemlerin ana akım profili ile ilgili değil. Esas fark, eylemin karşısındaki devletin, Gezi eylemlerinde var olan devletten farkıdır.

Gezi eylemleri, iyi-kötü geçerli bir anayasası olan parlamenter bir demokrasinin otoriterleşme eğilimine girdiği yıllara denk gelmişti. Oysa bugün karşımızda otoriterleşmesini neredeyse tamamlamış, tam teşekküllü ve kendi anayasasını dahi uygulamayan bir yapı var. Yapı diyorum, çünkü buna devlet demek artık oldukça zor. Zaten daha önce demokrat kesimler Türkiye Cumhuriyeti denen devleti eksiklerine karşın hukuk devleti olarak kabul ediyor, bu hukuk devletinin kendisine daha fazla çeki düzen vermesini talep ediyordu. Dışarıda ise AB dâhil birçok ciddi kurum, kuruluş ve örgüt Türkiye’nin asgari demokrasi koşullarını yerine getiren bir devlet olduğunu raporlarıyla tescil ediyordu. AB Türkiye’nin ilerleme raporlarında, hem yapılanları hem de yapılması gerekenleri listeliyor, Ankara ise bu raporlar doğrultusunda insan hakları ve demokratikleşme reformlarını sürdürüyordu. Bu süreç her ne kadar 2013’teki Gezi olayları başladığında ivmesini neredeyse tümüyle kaybetmiş de olsa, motorları durmuş olan demokrasi treni halen hareket halindeydi.

Bugün artık böyle bir şey söz konusu değildir. Türkiye, yarı demokratik bir devletten tam otoriter bir yapıya doğru hızla ilerliyor. Tam otoriterliğe beş kala, Boğaziçi olaylarının patlak vermesi, rejimin artık Kemalo-seküler ve devletle barışık kesimin de nasırına basması sonrası meydana gelen tepkidir.

Boğaziçi olayları, son derece haklı sebeplere dayanıyor. Üniversiteye AKP’nin ve Saray’ın adamı olan bir komiserin rektör olarak atanması elbette kabul edilemez. Bu noktanın altını kalın bir çizgiyle çizdikten sonra, hemen şunu eklemek gerekiyor. Dokunulmaz veya kısmen daha otonom bir yer olarak görülen Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleşmiş bulunan rejim müdahalesi, 2016 Temmuz’u sonrası olan bitenlere bakmadan ne kadar değerlendirilebilir? Darbe girişimi sonrasında apar topar kapatılan 15 üniversite, görevden alınan binlerce dekan, kayyum atanan üniversiteler, anayasaya aykırı KHK’larla görevinden alınan 7,000’den fazla üniversite hocası dikkate alındığında Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananların bir ilk olduğunu kim iddia edebilir? Hapse atılan veya sosyal tecritte açlığa terk edilen, emeklilik primlerine el konan, sosyal güvenlik ve sağlık sigortaları iptal edilen akademisyenler ne olacak peki? Akademi salt Boğaziçi’ne el uzatılınca mı akıllara gelecek? Kim bu tutumun doğru olduğunu ileri sürebilir? Bu etik bir tutum mudur? İlkeli bir duruş mudur? Onurlu aydın insanlar böyle mi yapar? Tüm bunlar, Boğaziçi olaylarında öğrencilerle ve hocalarla dayanışmamızdan gram taviz vermeden, sorulması gerekli olan, insanları düşünmeye ve daha da önemlisi hissetmeye ve anlamaya zorlayan sorulardır. Ve sorulmalıdırlar!

Boğaziçi Üniversitesi’nde rektörlük görevine atanan rejim komiserinin görevi, üniversiteyi yapı söküme uğratmak ve kimliğini yok etmek. Neden Boğaziçi? Çünkü ülkenin Batı ile kurduğu tüm köprüleri birbiri ardına yıkıyorlar. Sırada Boğaziçi var. Bu kadar basit! Çünkü 2016’dan bu yana ülkede AB, NATO ve Batı kurumlarıyla alakalı ne varsa içini boşalttılar. ABD’yi, AB’yi ve Batılı demokrasileri kısmen İslami temellerde, kısmen Milli Mücadele ruhu diye pazarladıkları ulusalcılıkla, kısmen de daha uç sol antiemperyalizm üzeri okumalarla şeytanlaştırdılar. Boğaziçi, kökleriyle halen feci şekilde Batılı sırıtıyor ve bu rejimi inanılmaz rahatsız ediyor. Boğaziçi ve diğer iyi okulları tüm Türkiye’de kurdukları tek tipçi ve ilkel Türk-İslam sentezci üniversiteler gibi yapmak istiyorlar. Kurbağayı içi soğuk su dolu tencereye koyup, suyun giderek ısınmasını bekleyecekler.

Atanan rejim komiseri rektörün görevi bu geçiş sürecini yönetmek. Zaten tüm hayatı boyunca bu göreve getirilmeyi beklemiş. Bir akademisyenin rektörlük hevesiyle yanıp tutuşması garip değil mi? Değil. Çünkü bu profilin evrensel idealleri yok. Bilim değil, film peşinde, evrensel aklı ve bilgiyi değil, kendi davalarını gözeten, yetiştirilmiş tipler bunlar. Yetiştirilme derken, doktorasında intihal olan, yani çalıntı yapmış, daha önceden de AKP’den siyasete girmeye çalışmış bir biyografiden söz ediyoruz. Yani kendisini göreve atayan siyasi otorite ile aynı etik düzlemde bulunan bir rektör! Bu “kariyerle”, üniversitenin içini boşaltma misyonunu başarıyla tamamlayacağından kimsenin şüphesi olmasın. İleride milletvekili yapılarak ödüllendirilir. Boğaziçi camiası da üzerine içtiği bir bardak soğuk suyla kalır.

Olaylara bütüncül bakmamak hastalığı, rejimin konsolide olmasına yarıyor. Tıpkı 1980 darbesi sonrası kurulan YÖK’ün bir türlü kaldırılamaması gibi. Oysa her muhalefet partisi, AKP de dâhil, iktidara gelmeden önce YÖK’ün kaldırılmasını mutlaka vaat eder! Ne hikmetse iktidara geldikten sonra bu vaat unutulur. Çünkü darbenin kurduğu kurumlar, iktidara gelince tadından yenmez! O güç, o mutlak kontrol, gözleri kamaştırır, güç zehirlenmesini hızlandırır. “Biraz daha iktidarımızı berkitelim, biraz daha kendi kadrolaşmamızı ilerletelim, biraz daha kendi adamlarımızı rektör atayalım, biraz daha, biraz daha!” diyerek, devletleşirler. Devletleştikçe, gücün tadına varırlar. Türkiye demokratları, bu yaşananlara her zaman kendi ideolojilerinin perspektifinden baktı ve kısa erimli çıkarlarını dikkate aldı. Mesela 2016’da akademide yaşanan büyük kıyımda, 7,000 meslektaşı vatan haini terörist ilan edilerek, çarşaf gibi resmi gazete listeleriyle ihraç edilirken, sustu. Susmayı tercih etti. Çünkü birincisi bana dokunmayan yılan bin yaşasındı! İkincisi, “dincileri dincilere kırdıralım”, “Erdoğan’a Cemaat’i bitirtelim!” türü bir anlayış hâkimdi. Arada kaynayan marjinal sayılardaki liberali Kürt, solcu falan da, zaten makbul vatandaşlar değildi; ağlayanları olmazdı. Nitekim öyle de oldu!

Fakat, yok edici devlet “öğrencilerin başını ezmek” isteyince, işin ucunun kendilerine de dokunacağını anladılar. Yine de daha önce yaşanan hak ihlalleri ile kendilerinin uğradığı hak ihlalleri arasındaki bağı ısrarla görmezden geliyorlar. Yahu ne mahalle bilinciymiş üstad! Nasıl bir kamplaşmaymış bu! Ne bitmez tükenmez bir ideolojik nefretmiş! Aynen medyada Kemalo-sol nasıl tüm diğer mağdurları görmezden geliyorsa, bunun akademik uzantısı da kendi dışındakileri akademisyen kabul etmiyor. İşte şimdi başlarını ezmek isteyen bir güçle karşı karşıya kaldıklarında bile, bu irrasyonel, gayri ahlaki ve ikiyüzlü tutumdan vazgeçmiyorlar. Ben bunu ta 2007’de, kılık kıyafet özgürlüğü imza kampanyasına imza verdiğimde yaşamıştım. “Seküler-beyaz Türk” çevrem beni nasıl da bir anda dışlayıvermişti, aklınız durur! Yani bağışıklık sistemim bu hastalığa çok önceden aşılı. Ancak olayın toplumsal olarak değerlendirilmesi lazım! Yani özelden genele doğru bir değerlendirme yapmak gerekiyor. Şu sonuca bağlayacağım:

Bu kutuplaşma, yok edici devletin iştahını açıyor. Bununla da kalmıyor, onu konsolide ediyor. Faşizm giderek “istisnai bir dönemsellikten”, kalıcı bir sürekliliğe doğru seri adımlarla ilerliyor. Bugünün kurbanları bir gün yaratılan bu canavarı yöneteceklerinin rüyasını görerek ve hayalini kurarak, acılarını hafifletmeye çabalıyor.

Ben on binlerce kilometre uzaktan bu olan bitenleri izliyorum. Gördüklerimi yazmak dışında elimden bir şey gelmiyor!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin