Ama hangi Batı?

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

Osmanlılar 18. yüzyılda başladıkları yenilik hareketlerini 19. yüzyılda da devam ettirdiler. III. Selim Devri’nde yapılan ıslahatların genel adı olarak “Nizam-ı Cedit” ifadesinin tercihi, amacın artık yeni bir düzen kurmak olduğunu gösteriyordu.

II. Mahmut da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra yoğun bir şekilde ıslahat hareketlerine girişti. Ancak bu yenilikler, öncekilerden farklı olarak sadece askerî değil; idari, mali, toplumsal, eğitim ve kültür gibi hemen her alana yöneliyordu.

Osmanlı Devleti 1839’da Tanzimat Fermanı’nı ilan etti ve padişah Abdülmecid bu fermanla kendi yetkilerini sınırlandırdı. Böylece Osmanlılar “anayasal” bir rejim olma yolunda önemli bir adım attılar.

AVRUPALILAŞMA SÜRECİ

Osmanlıların Avrupalılaşma süreci hızla devam ediyor, modern okullarla birlikte Avrupa’da ortaya çıkan fikirler Osmanlı topraklarında yayılma imkânı buluyordu. Osmanlı aydınları artık Batı’nın bütün gelişmeleri hatta idari yapısı alınmadığı taktirde devletin varlığını devam ettirmesinin mümkün olmadığını ileri sürüyorlardı.

Yenilik hareketlerinin temel problemi ise yenilikçilerin bir toplumsal tabana sahip olmamalarıydı. Islahatlar halkın talebiyle yapılmıyor, genellikle Avrupalı devletlerin desteğini sağlamak veya bu devletlerin, Osmanlıların içişlerine karışmalarını önlemek amaçlanıyordu.

Modern okullar ve Avrupa matbuatının takip edilebilmesi gibi faktörlerin etkisiyle anayasal bir yönetime geçilmesi talepleri aydınlar tarafından dile getirilmeye başlanmıştı. Bu isteklerin temelinde Avrupa örneği olsa da Osmanlı aydınları, “İslamiyet’ten” deliller bulmaya ihtiyaç duyuyorlardı. Örneğin Tanzimat Fermanı’nın ilanında gerekçe olarak “şeriattan uzaklaşılmış olması” ifade ediliyor, meşrutiyet talep edilirken İslamiyet’in temelinde “tek adam rejiminin değil istişarenin olduğu” ve meşveretin “meşrutiyet” idaresine geçilmesiyle gerçekleşebileceği iddia ediliyordu.

BATILILAŞALIM AMA

“Avrupalılaşma” süreci, birçok tartışmayı da beraberinde getirmişti. Tartışmaların odağında gerilemenin nedeninin İslamiyet olup olmadığı ve Avrupalılaşmanın hangi seviyeye kadar devam edeceği soruları vardı.

Osmanlı aydınlarının bir kısmı Avrupa’nın her şeyinin alınmasından yanaydı. Bazı aydınlarsa Batılılaşmanın sadece bilim, teknik, endüstri gibi alanlarla sınırlı olması gerektiğini savunuyorlardı. Bu tartışmalar bugüne kadar devam eden Doğu-Batı ikilemini başlatmıştır.

Tartışmaların yoğunlaştığı dönemlerde Osmanlı aydınlarının Avrupa seyahatleri de farklı bir görünüm kazandı. Artık sefaretnamelerde gördüğümüz üslup yerine “müspet ve menfi Avrupa” ayrımı yapılacak, Batı artık Osmanlı halkına bu iki yönüyle aktarılacaktır.

Bizim yazımızda yer vereceğimiz gözlem, Osmanlı edebiyatında “Hace-i Evvel” olarak isimlendirilen ve “Türk edebiyatının kırk beygir gücündeki yazarı” olarak tanımlanan Ahmet Mithat Efendi’ye aittir.

Hayatı boyunca iki yüz yirmi üç eser kaleme aldığı belirtilen A. Mithat, eserlerinde anlattığı Avrupa’yı görme imkânı bulmuş ve bu sayede kitaplardan öğrendiklerini gerçekliğe taşımıştır. Dönüşte de gözlemlerini, “Avrupa’da Bir Cevelan” adındaki, büyük boy olarak basılan 1040 sayfalık eserinde anlatmıştır.

AVRUPA’DA BİR CEVELAN

Fakir bir esnaf ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmet, bir esnaftan okuma yazma, Galata’daki bir Frenk’ten de Fransızca öğrenmişti. Daha sonra Niş Rüştiye’sini bitirmiş ve Tuna Vilayeti Mektubî Kalemi’nde çalıştığı sırada vilayetin valisi Mithat Paşa’nın takdirini kazanmıştı. Paşa, Ahmet Efendi’ye kendi ismini de verecek ve bundan sonra adı, “Ahmet Mithat Efendi” olacaktır.

Ahmet Mithat kendini geliştirerek Tuna Vilayet Gazetesi’nde baş muharrirliğe kadar yükselecektir. Mithat Paşa’nın Bağdat valiliğine getirilmesiyle oraya gidecek ve Bağdat’ta “Zevra” adıyla yayınlanan vilayet gazetesini kuracaktır.

1870’te kaleme aldığı ilk kitap olan “Hâce-i Evvel” daha sonra onun lakabı olacak ve bundan sonra ölene kadar seri bir şekilde eserler kaleme alacaktır. “Öğretmek için öğrenmek” düşüncesiyle hareket eden ve halkın anlayabileceği bir dil kullanılmasını savunan A. Mithat, hedefini şöyle ifade ediyordu: “Acem baskısı eski masal kitaplarının hurafeleri yerine halkın kafasına aydın fikirleri yerleştirmek”.

Yazıları nedeniyle Abdülaziz zamanında sürgüne gönderilen Ahmet Mithat, “velinimeti” Mithat Paşa’nın sürülmesi sonrasında Abdülhamit rejimiyle “uyumlu olmayı” tercih ettiği gibi (bir rivayete göre padişahtan aldığı “binlik banknot” sebebiyle) Paşa aleyhinde yazılar da yazdı.

Ahmet Mithat’ın rejime yakınlığı, devletin resmî gazetesi olan Takvim-i Vekayi’nin müdürü olması ve hayatı boyunca çeşitli resmi görevler üstlenmesiyle sonuçlandı. Artık Mebuslar Meclisi’nin dağıtılmasını hatta Saray’ın tek güç olmasını savunan makaleler kaleme almaktaydı.

Ahmet Mithat’ın hayatındaki önemli bir dönüm noktası da “ilk Türk materyalisti” olarak bilinen Beşir Fuat’ın “bilimsel bir deney yapar gibi” bileklerini keserek ve ölüm esnasındaki hislerini kaleme alarak intihar etmesidir. Beşir Fuat intiharı öncesinde A. Mithat’ın çıkardığı ve Yıldız’ın her ay para vererek desteklediği Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazı yazmaktaydı ve intihar etmeden önceki son mektubunu Ahmet Mithat’a yazmıştı.

Ahmet Mithat kaleme aldığı eserlerde, kitaplardan öğrendiği Avrupa’yı anlatıyordu. Eserlerinde “halkı eğitmeyi” amaçlıyor, bu nedenle romanlarında “istitrat” nev’inden bilgiler de veriyordu. Kitaplarını kendi kurduğu matbaada basan Ahmet Mithat, burayı bir aile şirketi gibi yönetiyordu. Daha sonra Sırmakeş sularını İstanbul’a pazarlamış, Avrupa’dan getirdiği bir kuluçka makinesiyle tavukçuluk yapmış ve bu yönleriyle Tanpınar tarafından “esnaf” olarak tanımlanmıştır.

Mithat Efendi Avrupa’yı görme imkanını, padişah Abdülhamit’in kendisini Osmanlı temsilcisi olarak Stockholm’de düzenlenecek Müsteşrikler Kongresi’ne göndermesiyle elde etti. Bu sayede Fransa, İsviçre, İsveç ve İtalya’yı sadece kendisi için değil aynı zamanda okuyucuları için gördü, gezi ve seyahatini bir kitap olarak kaleme aldı.

Ahmet Mithat, Tanpınar’ın ifadesiyle “bir medeniyet buhranının çocuğu” olduğunu hiç unutmaz ve gözlemlerine bunu yansıtır. Bu nedenle seyahati boyunca İslamiyet’le Hıristiyanlığı, Avrupa ahlakıyla yerli ahlakı mukayese eder. Amacı, İslamiyet’ten vazgeçmeden Avrupa’daki gelişmeleri Osmanlı toplum ve devlet hayatına aktarabilmektir. O bu yönüyle bir taraftan gelenekçi olarak görülmüş, diğer taraftan “Atatürk devrimlerini görememiş bir Kemalist” olarak değerlendirilmiştir.

Yazarımız 3 Ağustos 1889’da İstanbul’dan deniz yolculuğuna başlamış, 11 Ağustos’ta Marsilya’ya ulaşmış ve sonra Stockholm’e geçmiştir. Ahmet Mithat gezdiği her yeri ve gördüğü her şeyi anlatmaya çalışmaktadır. Otellerin temizliğinden ve konforundan, ilk defa karşılaştığı asansörden, elektrikle aydınlatılan mekanlardan söz ettiği gibi peynir üretilen mandıralar, akvaryumlar ve mezarlıklardan da bahseder. Ama onun için mutlaka görülmesi gereken mekanlar; müzeler, saraylar, anıtlar, kiliseler, kütüphaneler ve fabrikalardır.

Ahmet Mithat kongrede; bazen İslamiyet’le ilgili yanlış bilgileri düzelten bazen Fransızca anlamayan Mısır temsilcilerine konuşulanları özetleyen, bir oturumda da başkanlık yapan aktif bir katılımcıdır. Kongrede İslamiyet’te kadının yeri hakkındaki yanlış kanaatler hakkında konuşan yazar, Batılıların ön yargılarını yıkmaya çalışmış, onların kelam ve tasavvuf alanlarındaki yanlış yorumlarını görünce bu tür çalışmalara daha fazla İslam aliminin katılması gerektiğini söylemiştir.

Ahmet Mithat, Stockholm ve Göteborg’dan sonra Berlin’e ve sonra da Paris’e gelir. Onun nazarında asıl görülmesi gereken şehir, “medeniyet kıblesi ve yeryüzü cenneti” Paris’tir. Eserinde Paris izlenimlerini Eiffel Kulesi’nden başlayarak ayrıntılı bir şekilde anlatmakta, gördüğü şelaleler, suni göller, hayvanat bahçelerine geniş yer ayırmaktadır.

O sırada Paris’te Uluslararası Sanayi Sergisi olduğundan orayı da ziyaret etmiş ve gördüğü çeşitli el aletleri ve makineleri özellikle de matbaa makinelerini anlatmıştır. Gezi sonunda ulaştığı kanaat, Batı’nın tahmininden çok daha fazla ilerlemiş olduğudur.

Ahmet Mithat’ın şaşırdığı hususlardan birisi de kadınların iş hayatına aktif olarak katılmalarıdır. Özellikle alışveriş yaptığı dükkanlarda karşılaştığı kadınların nezaketlerinden çok etkilenmiş ve onlara karşı daha nazik davranma ihtiyacı hissetmiştir.

Ahmet Mithat yazdığı eserlerde kadınların eğitim almasını hatta piyano çalmasını anlatsa da onlara çalışma hayatında yer vermez. Nitekim kızlarını okula göndermek yerine kendisi eğitmeyi tercih etmiştir.

MADDİ VE MANEVİ AVRUPA

Ahmet Mithat, Avrupa’ya bir taraftan hayranlık duyarken diğer taraftan Avrupalıların mutsuz olduklarını düşünmektedir. Ona göre Avrupalılar çocuklarını ev dışında baktırmakta, evlerinde tencere kaynamamakta, elbiselerini hazır almakta, çamaşırlarını dışarıda yıkatmakta, ağaçtan bir erik koparma zevkinden bile mahrum yaşamaktadırlar. Yine “mutsuzluk” belirtilerinden birisi “evlerinde bir kedi bile” olmamasıdır.

Ahmet Mithat Efendi, Batı’daki teknik gelişmeleri yere göğe sığdıramasa da toplum hayatını sürekli eleştirmekte, bizde ahlakça “ihanet” olarak değerlendirilen davranışların burada “centilmenlik” olarak algılandığını belirtmektedir. Ona göre Batı’da doğan çocukların üçte biri evlilik dışı dünyaya gelmekte, bu da aile hayatının olmadığını göstermektedir. O, Osmanlıların maddi terakkiyatta birkaç nesil sonra Avrupa’yı yakalayabileceği, buna karşılık Batı’nın kaybettiği ahlâkı asla tekrar elde edemeyeceği kanaatindedir.

Paris’ten sonra Lozan, Montrö gibi İsviçre şehirlerini gezen Ahmet Mithat, Münih ve Viyana’yı da gördükten sonra yine deniz yoluyla İstanbul’a dönmüştür.

Ahmet Mithat, Avrupa hakkında 1889’daki bu tespitlerini, 1909’da Manastır’da Neyyir-i Hakikat’in ilavesi olarak yayınlanan mecmuada daha somut hale getirir. Ona göre “iki Avrupa medeniyeti vardır”. Bunlardan birincisi “maddi Avrupa” olup bilim, teknik, endüstri gibi alanları kapsamaktadır. Silahlar, gemiler, demiryolları ve otomobiller bu çerçevededir ve bunların hepsi mutlaka alınmalıdır. Bu teknik gelişmelerle birlikte kanunlarından, iktisat usullerinden de mahrum kalmak doğru olamaz.

Ona göre “maddi Avrupa’nın” yanında bir de “manevi Avrupa” vardır. Avrupa’nın bu yüzünde ise din ve Allah inancı olmadığı gibi aile yok olmuş, şefkat ve merhamet kalmamış, çocuklar evlilik dışı doğduğundan akrabalık bağları ortadan kalkmış, intiharlar artmıştır. Ahmet Mithat işte bu “manevi Avrupa’nın” örnek alınmaması hatta nefret edilmesi gerektiği kanaatindedir.

Sonuçta sefaretnamelerle başlayan Avrupa ve Batı medeniyeti hakkındaki tespitler, 19. yüzyılda farklı bir zemine taşınmış; Batı uygarlığının hangi yönlerinin alınması gerektiği, en büyük tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmalar 20. yüzyıl başlarında daha da yoğun bir şekilde yapılacak ve günümüze kadar üzerinde ittifak edilemeyen bir konu olmaya devam edecektir.

***

Kaynaklar: A. H. Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Çağlayan, 1988; M. A. Seçkin, “Ahmet Mithat Efendi’nin Avrupa’da Bir Cevelanı”, Ahmet Mithat Efendi Armağanı, İstanbul, Beykoz Belediyesi, 2012; M. Ak, “A. Mithat Efendi’nin Batı’yı Tanıma Çabasına Bir Bakış”, Marife, 2006, S. 6; A. Pala, “Avrupa’da Bir Cevelan Üzerine”, Ahmet Mithat Efendi, Kayseri, 2013; Y. Nizamoğlu, “10 Temmuz İnkılabının Yıldönümünde Neyyir-i Hakikat’in Yayınladığı Mecmua Üzerine”, OTAM, 2011, S. 30.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin