YORUM | YUSUF ÜNAL
Bu hengâmenin başından beri birilerinin bir köşede oturup gerçekten iyi romanlar, öyküler, günlükler yazdığını düşünüyordum. Söz’ün susmayacağını, umudun kırılmayacağını biliyordum, onun bin bir ayaklı olduğunu. O birilerinin çiçekli bir dağa çekilemeseler de bir hapishane hücresinde, firari bir yaşamın kuytusunda yahut gözlerden ırak bir mülteci kampında körpe sözcüklere su verdiklerini hayal ediyordum. Binyılların sesiyle konuşmak için sözcükler biriktirdiklerini. Ali Çolak’ın muştuları dolaşıyordu kulaklarımda.
Şimdi önümde onu doğruladığını düşündüğüm bir kitap dosyası duruyor. Henüz yayımlanmamış. Yazarı Niyazi Sanlı’yı şahsen tanımazdım. Aslında on beş yirmi yıldır adını biliyorum onun, dergilerde kimi yazılarını da illa okumuş olmalıyım ama doğrusu pek dikkatimi çekmemişti. Bir edebiyat yazarından çok hikâye derleyicisi gibi geliyordu. İlginç hâdiseleri yahut önemli kişilerin hayat hikâyelerini yazıyordu.
O yüzden geçenlerde Zamanın Mahkûmu adlı kitap çalışmasını önceden okumam için gönderdiğinde sırtıma bir yük bindirmiş gibi olmuştu. Okumasam ayıp olurdu. Güç bela başladım. İlk on beş yirmi sayfa beni yakalayamadı. Dosyayı kapatıp başka kitaplara döndüm. Döndüm fakat aklım ondaydı, yazarı benden bir yorum bir değerlendirme bekliyordu. Ayak sürüye sürüye açtım.
Bu sefer ilginç bir şey oldu ve kitap beni içine çekti. Hepimizin bildiği o can sıkıcı 15 Temmuz günlerinin kaosu geride kalıp yazarın hayata tutunma çabası, bunun mümkün olmadığını görüp yurtdışına çıkmayı kafasına koymasıyla birlikte kitabın kahramanı genel mağdur kitlesinden ayrılıp canlı kanlı görünmeye başladı. İlerledikçe kitapta onunla baş başa kaldım. Avusturya’ya gidişi, orada karşılanışı, mülteci kampında bir seneden fazla süren can sıkıcı bekleyişi; eşine, kızlarına, anne ve babasına, hapse düşen kardeşine karşı hissettikleriyle etten kemikten yapılmış gerçek biri vardı karşımda. Onun şahsında mülteciliğin evrensel dramını okuyordum.
Geçen yazımda şarkı sözlerinden söz ederken şöyle demiştim: “Edebiyatın elinin değmediği, ruhunun sinmediği şarkılarda bir zulümden, o zulme uğrayan insanlardan söz ediliyor fakat gözümüzün önünde etiyle kemiğiyle bir insan belirmiyor, hep bir kitle bir kalabalık oluyor orada. Birbirinden ayırt edilemeyen, birbirinin kopyası, hep aynı hikâyeyi yahut döngüyü yaşayan insanlar. Oysa her insan bir âlemdir, biriciktir. Yaşadıklarıyla da yaşadıklarına yükledikleri anlamlarıyla da. Biz dinleyiciler, karşımızda bunları görmeyi bekleriz. Canlı kanlı birer kişilik birer şahsiyeti. Onları bulamayınca anlatılanlar gönlümüze temas etmez. Sanatın işi o teması sağlamaktır oysa. Tıpkı Ahmet Kaya’nın, Cem Karaca’nın çoğu şarkılarında olduğu gibi.”
Bu kitap insana temas eden, onu kalabalıklardan ayırıp ele alan bir eser, parçada bütünü gösteren. Arzularını yitirmiş, hevesleri Kaf Dağı’nın ardına kaçmış, yaşama sevinci kalmamış; yemek yemeyen, uyku uyuyamayan, konuşacak mevzu bulamayan, insanlarla karşılaşmaktan kaçınan, ölmek isteyen, ellilerinde bir adamcağız.
Depresyonun diplerindeydi ve bunun farkındaydı. Daha önce de yaşamış benzer bir durumu. Grozni’de Çeçen-Rus savaşının ortasında kaldıktan sonra yaşadığı travmayı atlatmak için ilaçlar kullanmış ve kendisini berbat hissetmiş. Bu sefer ilaç kullanmamaya karar vermişti. Gerekçesini şöyle açıklıyordu: “İlaç kullanmak hiç mesele değil; daha önce iki defa kullandım. Yan etkilerini de önemsemiyorum ama duygularımı ve düşünme melekelerimi elimden alıp beni bir hayvana dönüştürüyor; b*k üzerinde oturan mutlu bir adam oluyorsun.”
Tıbben kabul edilemeyebilir ama o tecrübesine güveniyor, yaptığından emin görünüyordu. Yaşadığı acılara sonuna kadar katlanacak, beynini uyuşturmayacaktı. Her ne yaşıyorsa onun kendisine öğreteceği bir şeyler olmalıydı. Acılarının önünde diz çöküp onların vereceği derse kulak verecekti. “Çektiğim acı, bu kitabı yazmaya mecbur etti beni. Yazdıkça rahatlıyorum. Kendimi bu yolla tedavi ediyorum.” diye yazdı günlüğüne. “… ilaç kullanmak istemiyordum. Beynimi, duygularımı ve tüm vücudumu esir alıyordu ilaçlar. Bu sefer, bu hastalığı ilaçsız yenmeye karar verdim. Üstelik acılarımı da çekmek istiyordum. Bu kadar derdi ve çaresizliği unutup neşe içinde yaşamak istemedim. İnsanım ben. Acımı da sevincimi de hakkıyla yaşamak istiyorum.”
Dediğini yapmış ve ortaya ancak yaşayan birinin yazabileceği, depresyonun diplerinde gezinen, psikolojisi normal bir insanın yazamayacağı bir metin çıkmış. Sanatçıların acıdan ve benzeri deneyimlerden beslenmeleri sıradan bir durum. Bileklerini kesip adım adım kendi ölümünü yazan Beşir Fuat’ı da biliyoruz, esriklik halini deneyimlemek için esrar çekip yazan Walter Benjamin’i, hatta Ahmet Hamdi Tanpınar’ı da… Bu sonuncularında iradi girilen bir durumu tecrübe etmek varken Niyazi Beyin durumunda maruz kalınan bir vaziyeti kendine belletmen seçmek var. Bu yönüyle onun daha sağlıklı ve kullanışlı bir yöntem uyguladığı söylenebilir.
Düştüğü yerden bir süre çıkamayacağını anlayınca orada boş boş debelenmek yerine ruhunun diplerine doğru kazıya girişmiş ve burgulu matkap gibi döne döne inmiş derinlere. Çok şaşırdım. Hem de çok sevindim. Edebî kıymeti bakımından Hengâme’ye kardeş geldiğini düşündüm.
Postmodern roman diyor yazarı ona. Ben ne diyeceğimi bilemiyorum ama neye benzediğini biliyorum. Okurken hep Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı geldi aklıma. O hepten bulanık ve hepten karamsardı. Bunda her ne kadar zorlasa da yazar o kadar bulanıklığa düşmüyor ve karanlığa dalamıyor. Ya gördüğü bir rüya ya sevdiği bir insan ya ettiği bir dua ya içine doğan bir his, her seferinde elinden tutup kuyunun dibinden çıkarıyor onu. Ruhunun aynası durulanıyor, karanlıkları dağılıyor.
Karl Ove Knausgard’ın Kavgam serisine de benziyor Zamanın Mahkûmu, Paul Auster’in Kış Günlüğü’ne ve Ayşe Şaşa’nın Delilik Ülkesinden Notlar’ına da. Onlardaki gibi ruhunu çırılçıplak soyuyor yazar, arada perde bırakmıyor. İçtenliğin sınırlarını zorluyor. Bunu yapayım derken ruhla birlikte bir miktar bağırsakların da röntgenini çekiyor. Rahatsız edici ama yapacak bir şey yok, yazmış bir kere…
Sonuçta ortaya kitlelerin değil, bir bireyin hikâyesi çıkıyor. Onun sıcaklığını, öfkesini, üzüntüsünü, ümitlerini hissediyor; gözümüzle görüyor, elimizle dokunabiliyoruz ona. Çektiklerini anlayabiliyoruz. Kimi yaptıkları hoşumuza gitmese, kimi sözlerine gıcık olsak, verdiği duygusal hükümlere iştirak etmesek de onu anlıyor ve anladığımız için itham etmekten kaçınıyoruz. En fazla ona acıyor, geçmiş olsun diyesimiz geliyor…
Niyazi Bey edebiyatın ne işe yarayacağıyla ilgili bir söyleşide şöyle diyor: “Duygulara dokunabildiğinizde düşüncelere dokunabilirsiniz.” Hikâyeler duygulara dokunur. Bu etkili yapıldığında edebiyat olur.
Zamanın Mahkûmu benim duygularımı kağşattı. Anlattığı mevzulara ülfetim olmasına rağmen üstelik. Önce İngilizce, sonra Almanca, en son da Türkçe yayımlatacakmış yazar. Türkçe okuyanlardan pek umutlu değilmiş gibi. Umarım yanılır…