YORUM | YAVUZ ALTUN
Sanırım biraz geç kaldım fakat müjdeler de zaten bitmek tükenmek bilmiyor. Hem zaten popülist bir rejimde müjdeler hakkında yazmak için hiçbir zaman geç değildir.
Kontrol hastası yöneticiler bilir, uhdenizdeki insanları kendi hallerine bırakırsanız, icat çıkarırlar. Bu sebeple de, sürekli onları hizada tutacak aksiyonlar geliştirmelisiniz.
Özellikle sadakat peşinde koşan liderler, toplumları sıklıkla “ya ben, ya o” ikileminde bırakmayı ve bu arada tercihin hep kendilerinden yana olması için çabalamayı marifet sayar.
Gelgelelim, sadakat bahsindeki bu çabalama, küçük çocuklara sürekli sorulan “anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?” sorusu kadar yaralayıcıdır aslında.
Çünkü çocuk gerçekten de bir tercih yapması gerektiğini düşündüğünde, sadece annesi ya da babasından birini daha çok sevdiğini değil, bu ikisinden birinden soğuması gerektiğini de fark edecektir.
Popülist, kontrolcü liderlerin oynadıkları psikoloji de tam olarak burası. Sizin sadece onları daha çok sevmeniz, onlara sadakat göstermeniz yetmez, diğer alternatiflerden de çekinmelisiniz.
Bize bilgi sahibi insanlar lazım değil!
Toplumu duygusal şantajlarla yönetme fikrinin sahibi elbette popülistler değil. Eskiden beri siyaset bilimciler “teknokrat” görünümlü siyasetçilerin pek de başarılı olamayacağını söyleyip durdular.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da ilk yıllarda dikkat çeken yönü “hitabeti” oldu. Hemen herkes, onun kitleleri heyecanlandıran bir üslubu olduğunu söyledi.
Ancak sadece o değil. Erdoğan, pratik zekaya sahip bir insan ve bilhassa Türkiye gibi taşralılığın hâlen en güçlü kültürel dinamik olduğu ülkelerde, bu pratiklik işinize yarar.
Aslında bu durum onu, merhum Necmettin Erbakan’dan ve şimdilerde rakibi olan Ahmet Davutoğlu’ndan ayıran husustur da. Erbakan Hoca, eğitimli ve şehirli bir insandı. O da laf cambazıydı fakat Erdoğan gibi “kitle” insanı değil daha çok salon insanıydı.
Davutoğlu ilk kez başbakan olarak öne çıktığında da aynı havayı verdi. Hani ilkokulda, önlüğü kendisine büyük gelen, gözlüklü fakat çok bilmiş çocuklar vardır ya, ön sırada oturur, Ahmet Bey tam olarak öyle bir portre çiziyordu.
Ahmet Mithat Efendi’nin meşhur romanı Felatun Bey ve Rakım Efendi’deki, Rakım Efendi gibiydi ve hâlâ öyle. Biraz modern ama geleneklerine bağlı. Bu arada bilgiç. Ancak bu tipoloji, halka sürekli ders verme, didaktizme sapma zaafında kayboluyor.
Erdoğan’ı taşralı halkın gözünde “bizden biri” kılan özelliği, onca saraylara, uçaklara, şatafata rağmen, sürekli göz önünde olmayı başarması.
Bir magazin figürü gibi düşünebilirsiniz onu. Klipleri ekranlarda döndüğü, “evinin kapılarını” sürekli televizyonlara açtığı, her gün yeni bir şeyler başardığı (“Hülya Avşar ata bindi!” tarzı haberleri hatırlayın) müddetçe, insanlar onunla iletişim hâlinde kalmayı sürdürecek.
Bakın mesela önceki gün Giresun’daydı. Söyledikleri hiçbir şekilde ikna edici değil fakat sel felaketinin hemen ardından cumhurbaşkanının Giresun’da miting vermesi, vatandaşına çay fırlatması, gündem olmasını sağladı. Birçok insan, ona kolayca ulaşabileceğini zannediyor.
Kitle iletişiminde müjdelerin yeri ve önemi
Kitle iletişiminin iki yüzü var. İlki, ürettiğiniz değeri ikna edici biçimde topluma anlatma işidir. Burada bir miktar ilham verici olmak isteyebilirsiniz elbette fakat gerçeklerden kaçınmazsınız.
İkincisindeyse, kendinizi olduğunuzdan büyük pazarlarsınız. Yani, müjdelersiniz!
Bu iki tarzın ilkinde, muhatabınızın “olgun, düşünebilen bireyler” olduğunu farz edersiniz. İkincisindeyse, kitlenin “güdülmesi” gerektiği fikrine yakınsınızdır. Kitle, aslında bu ikisinin karışımıdır.
Bu yüzden de sürekli aldatamazsınız. Bazen gerçekler gelip köşeye sıkıştırır. Bu durumda ne yaparsınız? Konuşmayı değiştirirsiniz. Herkes ekonominin kötü gittiğini söyleyip dururken, siz “müjde” verirsiniz.
(Yabana atmayalım, Erdoğan’ın “Cuma günü müjde vereceğim” şeklindeki iletişim hilesini, devam eden günlerde ABD’de Donald Trump, İsrail’de de Netanyahu kullandı.)
Sirk aynasındaki gibi kendini olduğundan büyük, diğer herkesi de kendinden küçük göstermenin en etkili yolu, iletişim kuracağınız kitleye iyi bir hikâye anlatmaktır.
Mesela Erdoğan’ın “beka meselesi” böyle bir hikâye. Bu hikâyeye göre, Türkiye’deki muhalefet ülke üstünde sinsi emelleri olan karanlık güçlerin kuklası. Erdoğan ve ortakları ise ülkenin iyiliğini düşünen yegâne aktörler.
Elbette böyle bir şey yok ve bu büyüyü ayakta tutmanın ciddi bir masrafı da var; fakat neticede “büyü” işe yarar. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın gerçeklikle zerre alakası olmayan bir video’yu pervasızca yayınlaması, bunun içindir.
Çünkü gerçekler sıkıcıdır. Zordur. “Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?” sorusu karşısında afallayan bir çocuk görmek, yetişkinleri güldürür. Çocuk buna bir cevap verdiğinde herkes kahkaha atar ve akşamınız şenlenir.
Gerçekler durağan, yalanlar heyecanlıdır
Popülist liderler, sadece Türkiye’de değil, gündelik sıkıcı siyasetimize renk kattıkları için biraz da taban buluyorlar. Gerçeklikten bunalmış kitlelere sabah kalkmak için bir sebep sunuyorlar: Küresel baronları yok etmek! Kirli komploları açığa çıkarmak! Komşusunun bir terörist olduğunu fark etmek!
Önceki gün Almanya’da çok büyük bir protesto vardı. Göstericiler, hükümetin aldığı koronavirüs tedbirlerine karşı ayaklandı ve parlamentoyu bastı. Habere göre, 38 bin kişilik protestocu kalabalığın içinde, aşı karşıtları, kapitalizm karşıtları, ezoterik inanışlara sahip kimseler, maske kullanmak istemeyen sıradan vatandaşlar ve aşırı sağcılar yer aldı. Bir uzman, “Hare Krishna fanları da, Adolf Hitler fanları da oradaydı,” dedi.
Salgın tedbirlerine karşı bu gösteriler Almanya’da Nisan ayından bu yana yapılıyor. Sayıları her geçen gün artıyor. ABD’de Başkan Donald Trump’ın da Twitter’dan desteklediği protestolar giderek yaygınlaşıyor.
Koronavirüs salgını gerçek. Tedbirler de gerekli. Gelgelelim, bu gerçek çok sıradan. Fedakârlık gerektiriyor. Bunun yerine “farklı düşünmek”, mesela salgının perde arkasındaki büyük güçlerin bir oyunu olduğunu farz etmek, daha heyecan verici geliyor.
Buna aşırı medya çağının etkileri diyebilirsiniz. Televizyonda efendi efendi tartışan, düzgünce bilgi verip analiz yapan insanları kimse seyretmek istemez. Televizyona sansasyon gerekli. Şimdilerdeyse “trollük”. Şaka zannedebilirsiniz fakat internet trolleri bugün dünya siyasetinin önemli aktörlerinden biri. (Bkz. QAnon meselesi).
Siyasetin dinleşmesi
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bilhassa Nazizm etkisiyle siyasetin “dinî bir hüviyete büründürülmesi” hemen her kesimden siyasetçinin dikkat ettiği bir durumdu.
Ancak bu yazısız sözleşme bozuldu. Bugün geldiğimiz noktada, siyasetçiler bir “kabile büyücüsü” gibi davranmakta beis görmüyor. Sanki dünyayı objektif bir gözle değerlendirecek kabiliyetten yoksunmuşuz gibi, bize gerçekdışı hikâyeler anlatmaktan çekinmiyor.
İşin kötü tarafı, onlar hikâyelerini absürtleştirdikçe, muarızları bu kolay düşman karşısında “ahlakçılık ve yargıçlık” tuzağına düşüyorlar. İddialarının “saçmalığını” ve onlara inananların “aptallığını” ifşa ettikçe, kendilerini kurtardıklarını zannediyorlar.
Mesela Trump, ya da Erdoğan, kolaylıkla yalanlanabilecek bir iddiayı konuşmasına yerleştiriyor. Hatta bu iddiayı, karşı tarafı öfkelendirecek tarzda, belki de cidden buna inanarak, yüksek perdeden dile getiriyor. Muhaliflerse, bu “ihsan” karşısında, çabucak havaya girip “üstünlük” taslamaya başlıyorlar.
Bir yanda toplumun kalabalık bir kesimine, özellikle de taşralı, daha az eğitimli ya da kendini sürekli üstten bakılmış hisseden kimselere “siz tarih yazıyorsunuz” diyen popülist liderler. Diğer yanda, aynı kesime, “aptal” olduklarını haykırıp duran muhalifler…
Sıradan vatandaşın tercih yaparken bütün partilerin programlarını okuyup ona göre karar verebileceğini düşünmek, insan psikolojisini hiç hesaba katmamak anlamına gelir. Ve insanlar, bazen sırf bir şey sıkıcı olduğu için ondan vazgeçebilir.
Âdettendir, bir hikâyeyle bitirelim.
Antik Yunan’da, Atina’da, halkın genelini ilgilendiren suçlar işleyen, bazen de hal ve tavırlarıyla halkın öfkesini toplayan kişilerin şehirden atılması için bir çeşit referandum yapılırmış.
Rivayete göre, herkesin “âdil” olarak tanıdığı Aristides böyle bir referandum günü yolda giderken, okuma yazma bilmeyen bir adama rastlamış. Adam, elindeki seramik parçasına şehirden atılmasını istediği kişinin ismini yazıp yazamayacağını sormuş. Aristides, hangi ismi yazacağını sorunca, “Aristides” yanıtını almış.
Âdil Aristides merak etmiş sebebini, “Ne yaptı bu adam sana?” demiş. Yaşlı adam şöyle cevap vermiş: “Aslında ben onu tanımam bile, fakat herkesin ondan âdil diye bahsedip durmasından bıktım.”