YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Sanırım Türkiye’deki mevcut rejimin teşhis ve anlaşılmasında en kritik şey, iktidar ile rejim arasındaki farkı iyi tespit etmek. Siyaset bilimi literatürü, politik sistemleri kabaca üç kavram altında topluyor. 1) (Liberal) demokratik sistemler, 2) otoriter sistemler, 3) hibrit rejimler.
Liberal demokrasiler, Robert Dohl’ın kullandığı anlamda “çoğunluk yönetimi” (polyarchy) kavramına tekabül eder. Her ne kadar teknik anlamda çoğunluk yönetimi için çoğunluğun dediğinin olması da gerekiyor olsa, bu öylesine hassas dengeler ve kurallar üzerine oturan bir sistemdir ki, salt seçimleri düzenleyip en çok oy alan partinin iktidarı elde etmesi olgusuna indirgenecek kadar basit bir sistem değildir. Ama dünyada liberal demokrasi olmayıp seçimlerin olduğu ülkelerde tam da bu uygulanıyor. Liberal demokratik politik sistemin bahsettiğim denge ve kurallarının hukuk devletini, güçler ayrılığını, temel bireysel özgürlükleri kapsadığı unutulmamalı. Liberal demokrasinin koşullarını detaylandırmayı yazının ileriki kısmına bırakarak, diğer sistemleri özetlemek istiyorum.
Otoriter sistemler, esasında tüm demokratik olmayan rejimleri betimlemek için kullanılan bir terim. Bu sistemler, yönetenlerin, yönetilenler üzerinde mutlak güce sahip olması şeklinde çok genel bir çerçevede tanımlanabilir. Vatandaşların kendi yönetimlerini seçmelerinin ve onlara etki etmelerinin engellenmesi, otoriter rejimlerin (ya da demokratik olmayan politik sistemlerin) ortak özelliğidir.
Yakın dönemlere dek, siyaset bilimciler rejimleri sınıflandırırken hep bir “ya – ya da” yaklaşımı içinde oldular. Yani bir rejim ya demokrasiydi, ya da değildi! Özellikle 1990’larla beraber, Francis Fukuyama bize tarihin sonunu müjdeledi. Kastettiği, komünizmin artık demokrasilere alternatif bir politik ve ekonomik sistem olarak varlığını sürdürmemesinden dolayı, artık dünyada liberal demokratik politik sistemle, piyasa ekonomisi olarak tanımladığımız ekonomik sistemin bir alternatifinin kalmadığıydı. 1990’ların başında eski Doğu Bloku (Demir Perde ülkeleri) liberal demokrasiye ve piyasa ekonomisine geçmek için reformlar yapmaya başlamışlardı. Sovyetler Birliği hukuken 1991 yılında ortadan kalktı ve 15 Birlik Cumhuriyeti, Rusya da dâhil olmak üzere, bağımsız devletler olarak tarih sahnesine çıktı (ya da bazıları “geri döndü”). Demokratikleşme süreçleri her ne kadar aynı dönemde başlamış olsa da, bu Doğu Bloku devletleri ve eski Sovyet cumhuriyetleri, demokratikleşme süreçlerini aynı tempoda götüremediler. Bugün doğu Avrupa’daki eski komünist devletler AB üyesi. SSCB’nin parçası olan Baltık Cumhuriyetleri (Estonya, Letonya ve Litvanya) de AB’ye katılmış durumda. Fakat diğer Doğu Bloku ve eski Sovyet cumhuriyetleri, demokratikleşemedi.
Bunlar gibi, demokrasi veya demokratikleşme macerasına tarihin belli bir döneminde (veya birkaç kez!) başlamış, ama demokratikleşememiş birçok devlet var. Birçok Ortadoğu veya Latin Amerika ülkesi bunlara örnek olarak gösterilebilir.
Gerçek şu ki, demokrasi çok popüler bir kavram! Öylesine revaçta ki, en demokrasiden uzak yönetimler bile kendilerinin demokratik olduğunu iddia ediyorlar. Demokrasinin böylesi revaçta bir kavram olmasından dolayı, hiçbir yönetim “biz demokrasi olmak istemiyoruz; esasında otoriter bir rejim olmak en iyisi!” demiyor. Dünyadaki hemen her devlet, kendisinin demokratik olduğunu ve demokrasiyle idare edildiğini ileri sürüyor. Biyoloji biliminde olduğu gibi, siyaset biliminde kediye kedi, köpeğe köpek demek o kadar da kolay değil, anlayacağınız!
Bu durum, işimizi güçleştiriyor.
Son yıllarda, demokrasilerle otoriter rejimler arasında bir yerlerde ortada duran “gri alan” büyüteç altına alınıyor. Bu politik gri alan, hem demokratik hem de otoriteryan özellikler içeren rejimlerle dolu. Bu kakofoni, demokrasiyi daha iyi tanımlamak yönündeki çabamızı arttırıyor. Demokrasileri öyle bir tanımlamalı ki, hangi devlet demokratik, hangisi değil, anlaşılsın. Temel çaba bu yönde!
Hibrit rejimler, tıpkı hem benzinle hem de elektrikle çalışan otomobiller gibi. Bu tür rejimlere birbirinden farklı adlandırmalar yapılıyor. İlliberal (özgürlük dışı) demokrasi, seçimli otoriterlik (electoral authoritarianism), rekabetçi otoriter sistemler (competitive authoritarianism), arızalı demokrasiler (defective democracies), yarı otoriter rejimler (semi authoritarian regimes) gibi birçok kavram karşımıza çıkıyor. Hepsinin hibrit özellikleri var. Yani bazı açılardan demokrasiyi andırıyorlar, bazı açılarda ise otoriterliğe yaklaşıyorlar. Bir demokratik sistemin hibrit rejime gerilemesi mümkün olduğu gibi, bir otoriter rejimin reformlarla demokrasiye yaklaşarak hibrit rejime ilerlemesi de olanaklı.
Dahl, demokrasi tanımında bazı temel özellikler sıralar. Bunlar 1) seçimle başa geçen iktidar, 2) seçimlerin serbest ve adil olması, 3) yetişkinlerin tümüne evrensel seçme seçilme hakkı verilmiş olması, 4) herhangi bir politik veya kamusal pozisyonun tüm vatandaşlara (ayrımcılık yapılmaksızın) açık olması, 5) düşünce ve ifade özgürlüğü, eleştiri yapma özgürlüğü, protesto özgürlüğü gibi temel özgürlüklerin anayasal güvence altında ve uygulanabilir durumda olması, 6) vatandaşların alternatif enformasyon kaynaklarına ulaşabilir durumda olması, grupların ve organizasyonların (sivil toplumun) iktidardan bağımsız olarak var olabilmesi ve işlevlerini yerine getirebilmesi gibi özelliklerdir.
Bu kuramsal ve kavramsal özetten sonra (ki bu özet sadece bir giriş niteliğinde ve kapsayıcı olma iddiası yok!) esas sorulara gelmek istiyorum. O da şunlar: 1) Bir hibrit rejimden tam otoriter rejime geçiş nasıl olur? 2) Bir hibrit rejimden tam demokrasiye geçiş nasıl olur? 3) Hibrit bir rejim seçimlerle dönüşebilir mi? 4) Eğer dönüşebilirse, bunun koşulları ve şartları nedir?
Hibrit rejimler doğası itibariyle demokrasilere dönüşmekten ziyade tam otoriter rejimlere dönüşme eğilimi içindedir. Tam otoriter rejime gerilemek, politik bir karardan çok, ekonomi politik koşullarla alakalıdır. Örnek vermek gerekirse, tam otoriter rejim olmak için, dış ekonomik baskı ve yaptırımlara göğüs gerebilecek ekonomik kaynaklara öz tarımsal ve sanayi üretimi) ve doğal kaynaklara (petrol, gaz, değerli madenler vs.) sahip olmak gerekir. Bu koşulları açmak gerekirse, örneğin Rusya tam otoriterleşme konusunda Türkiye’ye göre çok daha “şanslıdır”. Çünkü kendi başına var olabilecek koşulları mevcuttur. Hibrit rejimlerin tam otoriter rejime evrilmemeleri, onların demokrasiye daha yatkın olmalarından değil, bunu yapacak ekonomik olanaklara sahip olmamalarından kaynaklanıyor.
Hibrit rejimler, demokrasiye evrilme olanağına sahipler. Ama bunun olması kaçınılmaz değil. Şöyle izah edeyim: her hibrit rejim, potansiyel olarak tam demokrasiye evrilebilir. Ama bunun olması için bazı koşullar gerekiyor. Bunların başında, demokrasinin koşulu olan standartların gerçekleşmesini talep eden aydınların olması ve onların organize olarak bir araya gelmesi lazım. Politik hareketler (mesela Polonya’daki 1980’lerin Dayanışma Sendikası gibi), rejimlerin dönüşümünü kolaylaştırıyor. Bu talebin olması için, demokratik kültürün ve temel insan hakları bilincinin geniş halk tabanında yerleşmiş olması gerekiyor.
Oysa hibrit rejimlerde iktidar, kendi gücünü pekiştirmek (konsolide etmek) için her türlü devlet olanağına sahiptir ve bunları acımasızca kullanır. Oyun kuralları ihlal edilir. Yazılı kurallara, hatta anayasaya uyulmayabilir. Muhalefet iktidarı kontrol eden partiyle aynı olanaklara sahip değildir. Mesela medyada kendisini ifade etmesi, para yardımı alması gibi konularda iktidar tarafından kısıtlanır. Dahası, iktidar muhalefetin partilerine ve politikacılarına baskı uygular. Hatta onları kriminalize edebilir. Tüm bu koşullar, demokratik bir mücadelenin başarılı bir iktidar değişimi sonucunu vermesini güçleştiriyor.
Fakat, iktidarın karşısında her şeye karşın dik durabilen bir muhalefet olması, seçimler aracılığı ile iktidarın el değiştirmesi olanağına kapıyı tümüyle kapatmamıza engel oluyor. Tam da bu noktaya dikkat etmek lazım ama: iktidarın karşısında olan muhalefet! Bununla kast edilen çok basit bir şey değil. Her şeyden önce bu söylendiğinde, iktidarın henüz “bir rejim kurmayı başaramamış olduğunu” varsayıyorum. Bir başka ifadeyle, iktidarın oluşturduğu “yeni oyun kuralları”, muhalefetçe kabul edilmiyor. Muhalefet, anayasal düzenin kendisine (ve her vatandaşa!) verdiği sağlamış olduğu hakları talep ediyor. İktidardaki parti ve karar alıcıların diskurunu ve otoriterleşmek için enstrümentalize ettiği retoriği (dışlayıcı ve ötekileştirici, hatta terörist ilan edici dili) reddediyor.
Hibrit rejimlerin demokrasiye dönüşümü için, haksızlıklara karşı sesini ortaklaşa yükseltebilen örgütlü ve bilinçli bir toplum olmak gerekli.
Şimdi gelelim Türkiye’deki duruma.
Türkiye’de bir hibrit rejim var. Bu rejimi rekabetçi otoriter bir rejim olarak nitelemek olanaklı! Ancak mesele şu ki, rekabet iktidar ile muhalefet arasında olur. Bugün en iyi olasılıkla HDP ve iktidar arasında bir rekabetten söz edilebilir. O da, kısmi bir rekabettir. HDP’nin azınlıklar (özelde Kürt) politikası iktidarınkinden farklı. Kürtlerin haklarını ve hukukunu savunmak elbette Türkiye siyasetinde en önemli gündem maddelerinden biri olmalıdır. Ancak, rekabetçi otoriter sistemin tam demokrasiye evrilmesi, salt bu konu üzerinden gerçekleşemez. Bunun olabilmesi için, diğer alanların da muhalefetin kapsama alanı içine dâhil edilmesi gerekli. Bu, HDP’nin kendisini tanımlamasıyla ilintili bir bağlamdan ötürü olanaklı görülmüyor.
Gelelim CHP ve İYİP’e. Kim bilir kaçıncı kez yazıyorum: CHP ve İYİP muhalefet değil. Çünkü rejimin payandaları! CHP ve İYİP, Erdoğan’a ve AKP’ye, hatta MHP’ye karşı olabilirler. Ama her ikisi de, 1) 17 Aralık 2013 sonrası gerçekleşen yargıya yürütmenin yaptığı darbeye karşı çıkmıyor. 2) İktidarın 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi konusunda ve sonrasında oluşturduğu diskura karşı çıkmıyor. 3) En önemlisi de, yeni kurulan anayasasız rejimin kanunsuz uygulamalarına karşı çıkmıyor. Yani 4) CHP ve İYİP, AKP-MHP-Derin Devlet koalisyon iktidarının kurduğu rejime destek veriyor, onun uydurulmuş “FETÖ” örgütü ile mücadelesini yegâne kimlik ve aidiyet unsuru haline getirmiş bulunan siyasetini açıktan destekliyor! Dolayısıyla da, 5) bu acımasız rejimin mağdurlarına (KHK’lilere, Kürt politikacılara, Cemaat ile ilgili sübjektif suçlamalarla hapse tıkılan yüz binlere, Ahmet Altan gibi yüzlerce yazara, akademisyene ve gazeteciye, asla sahip çıkmıyor.
Oysa mevcut (hibrit) rejimin değişmesi ve onun kademeli olarak (liberal-anayasal) demokrasiye doğru evrilmesi için, hak-hukuk talep eden bir muhalefet hareketinin (hatta bir ortak muhalefet platformunun!) mevcut olması, yani – bir zahmet! – kurulması icap ediyor! Oysa bu olmadığı gibi, bunun olacağına ilişkin bir emare de yok!
Bugün Fenerbahçe Başkanı Ali Koç bile “FETÖ, kumpaslarındaki ilk hüsranını Fenerbahçe camiasının direnişiyle yaşamıştır!” diyor! Ve ekliyor: “Bu başarısızlık, Türkiye’yi ele geçirme operasyonu olan 17/25 Aralık ve 15 Temmuz darbe girişimi gibi hain saldırılarda da başarısız olmasının fitilini ateşlemiştir!” Hibrit rejimlerin demokrasiye dönüşebilme potansiyeli olan ülkelerin önde gelen kentsoylu ve sanayici ailelerinden biri olan bir futbol kulübü başkanı, rejim diskurunun böylesi gönüllüsü olamaz! Simitçide, baklavacıda ve dilencide “FETÖ” aidiyeti arayan mahalleliden, onları takibata alan polise kadar; en küçük biriminden, hatta bireysel seviyesinden ta ana muhalefet partisine dek, bir diskur kullanılıyor! Bu diskur, bir rejime işaret etmektedir. Ortada bir anlatı, bir iktidar miti, bir yeni devlet öyküsü vardır ve bu üretilmiş, fabrike edilmiş bir üründür. Bu ürün, geniş, ama çok geniş kitleler tarafından satın alındı!
Ekrem İmamoğlu’na iptal edilen İstanbul seçimlerinde sahip çıkıldığında, bir demokrasi kıvılcımı doğdu. Ama bu kıvılcım, demokrasiye giden fitili ateşlemeye yetmedi ve söndü gitti! HDP’li belediye başkanlarına farklı gerekçe ve mazeretlerle mazbataları verilmediğinde, ya da mazbata alanların da başkanlıkları gayrı-hukuki metotlarla ellerinden alınıp yerlerine kayyum atandığında, İmamoğlu’na sahip çıkan kitleler başlarını öte yöne çevirdiler! Çünkü bu onların meseleleri değildi artık! Selahattin Demirtaş ve onlarca Kürt vekil hapse tıkıldığında da aynı tutum! KHK kurbanlarını, Meriç’te ve Ege’de can verenleri, amansız hastalıklara yakalanıp aramızdan ayrılan canları saymıyorum bile! Çünkü onlar zaten hep sahipsizdi.
Siyaset kuramını, özellikle de demokratikleşme ve otoriterleşme konusundakileri, Türkiye ile aynı potada yorumlamak ve Türkiye’de ne olacak sorusunu yanıtlamaya girişmek, çok karmaşık ve çok yönlü bir sorunsal. Özellikle de ana soru olan “acaba seçimle giderler mi?” sorusunu cevaplandırmaya girişmek, çetrefil bir iş. Elbette buna kafa yormalı. Ama mevcut çok boyutlu sorunların yumağı olan yapıyı gözden kaybetmemek daima bir Demokles’in kılıcı olarak tepemizde duracak. Bunları söyledikten sonra, şunu da belirtmekte yarar var. Seçimler tüm hibrit rejimlerde iktidar değişikliği için bir olasılık. Fakat meselemiz salt iktidar değişikliği değil, rejim değişikliği. Yerleşmiş bir rejim diskuru mevcut. Yukarıda izah ettiğim gibi, bunu muhalefet kabullendiği müddetçe, iktidar değişse bile, rejim değmez. Tencereye patatesleri koyup, bunların kabak dolmasına dönüşmesini beklemek anlamlı değil.
Bu yazınızla ilgisi yok bun2.5sene önçe ben Muhaçir arkadaşlarla sohbet edinçe varmısınız eğer bir gün herşey elinize geçerse Ayasofya’yı gerçek sahiblerine verirmisiniz haksızlık diyorsanız tarihten başlayarak haksızlığı düzeltmeklazım sizi teprik ederim bu gibi meseleleri gündeme getirin