YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Harabat ehline hor bakma” der İbrahim Hakkı… Nice hazineler var ki, viraneler içinde keşfedilmeyi beklerler. Bir sokak fotoğrafçısı olan Vivan Maier tam da böyle bahtsız bir sanatçı. Ömrü boyunca sıradan bir insan gibi yaşamış, yaşadığı dünyayı fotoğraf makinasıyla sonsuzlaştırsa da kendisi sadece çektiği fotoğraflarda birer yansıma ayrıntısı olarak kalmış. Ta ki tesadüf eseri keşfedilinceye kadar…
Sıradan ama etkileyici bir belgesel olan “Finding Vivian Maier / Vivian Maier’in Peşinde”, çok enteresan bir keşfin hikâyesi olmakla beraber, ölümünden sonra fark edilen ve belki eserlerin sahibi sanatçının bile farkında olmadığı sanatsal bir hazinenin gün yüzüne çıkış hikâyesini anlatır.
Belki hikâyenin en başına gitmek en güzeli olacak. John Maloof, bir emlakçı… Ama klasik ev satıcılarından değil.
Chicago’da sattığı evlere değer katmak için bölgenin (özellikle parkın) tarihsel açıdan önemini anlatan bir kitap hazırlamak istiyor. Bunun için önce malzeme toplamak lazım. En önemlisi de görseller. Ve elbette küçük-büyük demeden müzayedelere katılıyor Maloof. Ucuz bir açık artırmada kutular dolusu yıkanmamış fotoğraf ruloları görüyor. Bunların birkaçını satın alıyor. 400 dolar ödediği kutuları açınca 30 binden fazla negatif fotoğraf karesi buluyor. Taradıkça aslında işine yaramayacak şeyler olduğunu fark ediyor ve kutuları bir köşeye atıyor. Ancak bir süre sonra merak galip geliyor ve bazı kareleri tarayıp dijital ortama, bazı fotoğraf sitelerine yüklüyor. Ne oluyorsa bundan sonra oluyor ve internet üzerinden muazzam bir geri dönüş alıyor Maloof. Mesleğin pek çok profesyoneli, yüklenen karelerin enfes olduğunu söyleyip, devamı olup olmadığını soruyor. Sene 2007…
Maloof, bulduğu fotoğrafları kitabında kullanamıyor ama kimin çektiği belli olmayan elindeki birkaç negatifin sahibine dair bir merak oluşuyor. Acaba kim çekmiştir o fotoğrafları?
İlk iş olarak açık artırmayı düzenleyen müzayede evine sorar ancak oradan bir netice alamaz. Tek öğrendiği; bütün kutuların, boşaltılan kiralık bir depodan alındığıdır. Maloof’un burnu kokuyu almıştır. Yaptığı araştırmalar sayesinde benzer negatiflerden satın alan kişileri de bulur ve onlardaki negatifleri de alır. Bir bodrum katını ya da tavan arasını dolduracak kadar fotoğraf sahibi olmuştur ama hâlâ bütün bunları kimin çektiği hakkında en ufak bir fikri yoktur. İsimsizliğe ise şüphesiz kimse para vermeyecektir! Aldığı kutuları tek tek incelemeye başlar ve bir kutudan, yıpranmış bir zarf çıkar. Üzerinde de kurşun kalemle silik ve yorgun bir el yazısıyla yazılmış bir isim: Vivian Maier.
Modern çağın araştırmacılarının yaptığı ilk şeyi yapar ve hemen Google’ı açıp, ismi yazar. Tek bir sonuç çıkar: Bir kadının birkaç gün öncesine ait vefat ilanı. Parçaları birleştirir. İhtimal ki, fotoğrafları çeken Vivian öldükten sonra, kiraladığı deponun sahibi kirasını çıkarmak için ona ait eşyaları üç-otuz paraya satmıştır!
Biraz da geç kalma hissinin verdiği buruklukla fotoğrafları taramaya devam eden Maloof, ilginin büyüklüğüyle beraber Maier’i araştırmaya başlar. Üzerine yerleştiği bu altın dolu hazineyi kimseye kaptırmamak için, herkesten önce Maier’in kim olduğunu bulmak zorundadır.
Yokluk, belki hiçbir zaman ortaya çıkmayacak, ondan kalanlar bir çöp konteynırında kaybolacak olan müteveffa bir sokak fotoğrafçısını bir anda popüler yapmıştır. Kimseyi rahatsız etmeden, sessiz ve gizemli bir hayat yaşayan Vivian Maier, ölümünden sonra muazzam bir üne kavuşur. Dile kolay pek çoğunu kendisinin bile görmediği (zira negatiflerin bir kısmı banyo bile edilememiştir) 100 binden fazla film makarası kalmıştır ondan geriye. Birkaç fotoğraf makinesi, birkaç şapka ve yıpranmış birkaç ayakkabı.
Peki kimdir bu Vivian Maier?
John Maloof’un hayatını değiştiren bu keşif, yaşadığı bile zar-zor belli olan fotoğrafçının peşine düşmesine sebep olmakla beraber onun da fotoğraf sanatına ilgi duymasını sağlar. Maloof, artık neredeyse hayatını bu işe adamaya başlamıştır. Fotoğraflar eşliğinde geçmişe doğru araştırmayı derinleştirdikçe en az eserleri kadar ilginç bir kişilik çıkar ortaya.
Vivian Maier, Fransız bir anne ve Avusturya-Macaristan kökenli babanın kızı olarak 1926 yılında New York’ta doğuyor ama çocukluk ve gençlik yılları Fransa ile Amerika arasında mekik dokuyarak geçiyor. Hayatının ayrıntılarıyla ilgili hep bir sis perdesinin olması biraz da anne-babasının gizeminden kaynaklanıyor. Hiç yakın arkadaşı ya da akrabası olmuyor Vivian’ın. Kısa süre sonra Amerika / New York’a taşınan ailede önce baba ortadan kayboluyor. Babasıyla ilgili hiçbir kayda rastlanmıyor Maier’in. Ardından anne çıkıyor resimden. Yapayalnız kalıyor Vivian. Belki de bu sebepten dolayı daha sonraki hayatında kilidin önemi büyük. Odasının kapısı hep kilitli ve bambaşka, kendine ait bir dünyası oluşuyor. Herkesten gizlediği gizemli ve nispeten ürkütücü bir dünya.
1940 nüfus sayımında ailece New York’ta kayıtlı olduklarını görüyoruz. Ancak özellikle anne Marie, sıklıkla Avrupa’ya gidip geliyor. Bir erkek kardeşinin olduğunu ve erken yaşta öldüğünü yine bu kayıtlardan öğrenmek mümkün. Fotoğrafçılığa tutkusu ise bir dönem beraber yaşadıkları ödüllü portre fotoğrafçısı Jeanne Betrand’dan kaynaklanıyor olsa gerek. Giderek yoksullaşan Vivian, mecburen çocuk bakıcılığı yapıyor. Kamerasını alıp sokağa çıktığı anlar ise kendini en özgür hissettiği zamanlar. Özellikle sınıf kontrastı üzerinde duruyor ilk zamanlarda. Kürk mantolu zenginler ile sefaleti yaşayanları peş peşe çekiyor.
Fotoğraf çekme merakını New York’tan Chicago’ya taşıyor sonra. Dadılık yaptığı ailenin kendisine ayırdığı oda, tıka basa fotoğraf makaralarıyla doluyor. Öyle ki, yokluktan, çok azını yıkatıp, tab ettirebiliyor. Yaşadığı çağın sokaklarını doğrudan yansıtıyor kadrajına. Bir süre sonra gölge ve yansımayı keşfediyor sanki. Karelerinde belirginleşen kendi gölgesi kesinlikle acemiliğinden değil. Ve bir sonraki aşamada, kendi yansımasını da katıyor kompozisyonlarına. Hemen her karede bir şekilde var kendi sureti. Belki bu yansımalar Vivian Maier’in fotoğraflarını ilginç kılan en önemli unsur. Ve yansımalardaki ürkütücü ifadesizlik… Neredeyse hiçbir şey hissetmeyen soğuk bir vizör gibi Vivian’ın yüzü. Çok az fotoğrafta ‘tebessüm eder gibi’ bir duygu ifadesi var. Çektikleri tek tek incelendiğinde, her ne kadar basıldığında onun yansımasını görüyorsak da, çekilenlerin sanki fotoğraf çektiği ortamda yokmuş gibi poz verildiğini ya da habersizlermiş gibi olduklarını şaşırarak görüyoruz.
Makineyi göze tutmamak ilk çektiği fotoğraflar açısından büyük bir kolaylaştırıcılık aslında. Vivian, belki de yukarıdan bakılan bu makineler olmasa cesaret edip bu sanatta ilerleyemezdi. Zira tepeden bakılan makinelerde muhatabınız sizin fotoğraf çektiğinizi çok fark edemiyor. Bu durum Vivian Maier’in fotoğraflarına çok ciddi anlamda bir sahicilik hissi de ekliyor. Sanatçı, poz verdirmek gibi bir zahmete girmediği gibi, mevcut en doğal haliyle peliküle yansıtıyor kadrajı.
Amerika’ya ait fotoğrafların pek azında gerçeğin yansımasını görürüz. Özellikle New York, Chicago gibi kentlerin semtlerinde o meşhur Parliament mavisi, yüksek binalar, bitimsiz gökyüzü filan hakimdir. Ancak Maier’in objektifi aşağı doğru hep eğik ve insan odaklı. Üstelik sanki fotoğrafçıyı görmüyor muhatapları. Şüphesiz bundaki en önemli etken biraz önce bahsini ettiğimiz vizöre bakışın tepeden olması. Ancak var olanı görmek de bambaşka bir yetenek ve lütuf. Vivian Maier, kalabalığın içindeki çarpıcı gerçeği ayıklayabilecek Allah vergisi bir sanatçı yeteneğine sahip.
Yaşlandıkça sürecin tersine döndüğünü, önce kendi yansımasını sildiğini görüyoruz çektiği fotoğraflardan. Ardından gölgesi de çekiliyor. Ve nihayet insansız çekimler geliyor. Vivian, 2008 yılında Chicago’da buz üzerinde kayıp, başını yere çarpıyor. Bu kaza sonrası tam olarak iyileşiyor iyileşmesine ama bakım evinde yaşamını sürdürmek zorunda kalması, onun özgürlüğünü ciddi anlamda kısıtlıyor ve sağlığı bozulmaya başlıyor. Ardında ses, görüntü ve yüz binlerce fotoğraf karesi bırakarak 2009 yılının 21 Nisan’ında hayata gözlerini yumuyor. Bundan tam üç gün sonra ise keşfedilmesi ayrı bir hüzün içeriyor elbette.
John Maloof, Vivian Maier’in üzerindeki esrar tabakasını kaldırdıkça, bir alt ve daha kalın tabakayla karşılaşıyor. Sanatçıya yaklaştıkça uzaklaşmak gibi bir şey bu. Hayatının en olmadık anında kendini bir anda mücevher dolu bir hazinenin tepesinde bulan Maloof, bir yandan avuçladıkça çoğalan bu hazinenin sefasını sürerken, diğer yandan Vivian Maier’in bilinmeyen hikâyesinin esrarengiz koridorlarında hâlâ yol almaya devam ediyor.
Son olarak “Finding Vivian Maier / Vivan Maier’in Peşinde” isimli bir de belgesel çeken Maloof, filmde Maier ile tanışma ve sanat âlemini tanıştırmanın öyküsünü şahitleriyle görüşerek anlatıyor. Şu sözler ona ait: “Galiba hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyor. Başka insanlara da yer açmamız lazım. Bir çark gibi. Biniyorsunuz ve sonuna kadar gitmek zorundasınız. Sonra başka birisi de aynı fırsata sahip olacak ve o da sonuna kadar gidecek, bu böyle devam edecek.”
Birincisi, acaba eserleriyle gömülen başka kimler var ve daha kimler olacak? Hazinelerine konmak için değil ama sanatçıların değerini bilmek için ölmelarini beklememek lazim. Bazen bir sanatçıyı keşfermek, Amerikayı keşfetmekten önemli olabilir…
İkincisi, bu nasıl bir sanat aşkıdır ki o yoksullukta, yıkatamayacağı -belki- onbinlerce fotoğraf çekilir…