YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Önceki iki yazımda devlet ve mülkiyet arasındaki ilişkilere değindim. Devleti yöneten hükümetin gücünün sınırlanması ile özgürlükler arasındaki korelasyonu göstermeye çalıştım. Bu yazıda tartışmayı biraz daha derinleştirmeye çalışacağım. Ve neden mülkiyet hakkının insan haklarının temellerinden birini oluşturduğunu göstermeye çalışacağım.
Marksistlerin “devleti sermaye sınıfının kontrolünden kurtarmayı hedeflediği” devrimci düşüncelerinin Leninist devrimle beraber 1917 sonrasında yeni latent (üzeri örtülü) haksızlıklar ve eşitsizliklere neden olduğunu biliyoruz. Marksiyan materyalizm sınıfı devletten daha önemli görür. Çünkü sınıf mücadelesi, ekonomik determinizmin temelidir. Ve altyapıyı oluşturur. Altyapı, ekonomik olan her şeydir. Bir evin temeli gibi düşünün. Evin diğer tüm kısımları temel üzerine oturur. Toplumda temel ekonomidir. Bu Marksiyan anlayışa göre devlet de sınıf ilişkilerine göre biçim değiştirecektir. Oysa devlete ekonomi değil, özgürlükler perspektifinden yaklaşıldığında, devletin sınıflar arasında el değiştirmesinden ziyade, devleti kontrol eden gücün (iktidar!) yetkilerinin kısıtlanması konusu kanımca daha önemlidir. Marksizm devleti küçültmeyi hiç düşünmedi. Marks’a göre devlet, işlevini tamamlayınca kendiliğinden ortadan kalkacaktı. Yani sosyalizmden komünizme geçişle birlikte devlete gerek olmayacaktı. Hâlbuki sosyalizm aşamasında çok güçlü bir devlete ihtiyaç vardı. Neden? Çünkü ancak güçlü bir devletin enstrümanlaştırılmasıyla işçi sınıfı (proletarya) diktatörlüğü oluşturulabilirdi. Bu mücadelenin özünde mülkiyet vardır.
Mülkiyet hakkının ortadan kaldırılması Marksistlerin devrim yapma amacıdır. Onlar mülkiyet hakkıyla üretim araçlarının kontrolü arasındaki teknik bağı Marks’ın analizlerinden hareketle çözümlemişlerdir. Ve buna dayanarak, devletin kamulaştırma aracı olarak kullanılmasını savunurlar. Yani devlet, mülkiyet hakkını gayrı meşru ve dolayısıyla hukuk dışı ilan eder. Osmanlı siyasal sisteminde nasıl ki güçlü bir merkezi otorite (monark) “kullarının” özel mülke sahip olmasını engelliyorsa, sosyalist sistemde de merkezi otorite aynı şekilde özel mülkü kabul etmez. Osmanlı sistemindeki padişahın “kulunun” gücüyle sosyalist sistemde merkezi tek parti iktidarı karşısındaki “vatandaşın” gücü aynıdır. Her ikisi de keyfi gerekçelerle güçlü devlet karşısında onun keyfi zorlayıcılığına tabidir. Her ikisi de kendi ideolojik altyapıları çerçevesinde meşrulaştırılır. Osmanlı bunu dini ve geleneksel motiflerle yapar. Sosyalist devletler ise bunu sosyalizmin ideolojik idealleri ile meşrulaştırır. Her ikisinde de ortak olan, ceberut devlettir. Devletin gücü her ikisinde de özel mülke engel olmakla sağlanmaktadır.
Daha önceki yazılarımda Batı toplumlarında özel mülk ile iktidarın gücünün sınırlandırılması arasındaki korelasyonu göstermiştim. Özel mülkiyet hakkı, Katolik Kilisesi, kral veya prens karşısında haklarını koruyabilen bir aristokrasi sınıfının varlığını sağlıyordu. Aristokrasi sınıfının sahip olduğu mülk – özellikle geniş araziler – bir nevi teritoryal otonomi sağlıyordu. Ortaçağ Avrupa’sında bu birbiri üzerine binen irili ufaklı iktidarların (Katolik Kilisesi, kral, prensler, aristokratlar vs.) her biri gücünü mülkiyete dayandırıyordu. Özellikle Marks’ın işaret ettiği üzere, üretim aracı olarak kullanılan mülkler (mesela toprak) bu konuda anahtar konumdaydı. İşte Osmanlı’da ve sosyalist ülkelerde tek merkezli devlet, mülkiyet hakkına da engel olunca, merkezi otoriteyle toplum arasında denge kurulması mümkün olmuyordu. Osmanlı’da devlet (yani padişah) mülkün esas sahibi olarak, istediğinde veya çıkarı olduğunda mülkü kullarına (ucu açık olarak) tahsis edebiliyordu. Sovyetler Birliği’nde ise mülk Komünist Partisi tarafından (elbette işçi sınıfı adına!) kontrol edilmekteydi. Her şeyin devlete ait olduğu bu sistemde sosyal eşitsizlikler latent olarak varlığını koruyordu. Ve bu eşitsizliklerden kendi lehine yararlanmak isteyen “yoldaşlar” için tek yol parti içinde kariyer yapmak ve yükselmekti. Dışarıdan kibrit kutusu gibi aynı betonarme çirkinlik olarak gözüken Sovyet binaları, içine girdiğinizde sizi bu nedenle çok şaşırtabilirdi. Çünkü içleri sosyal statünüze göre çok farklı olabiliyordu. Partide etkili bir yerde olan bir yoldaşın hayat koşulları basit bir fabrika işçisinden veya sokakları temizleyen görevliden çok daha farklıydı! Osmanlı’da da Sovyetler’de de devlet, zenginlik dağıtan (eşitsizlikler arasında sizin konumunuzu belirleyen) konumdaydı.
Osmanlı da Sovyetler de özgürlük ve adalet üretemediler. Her ikisinin ideolojileri birbirinden çok farklıydı. Deklare ettikleri amaçlar, devletin varlık sebebi, organizasyon yapısı, bürokrasilerinde kullanılan terminoloji, her şer ama her şey çok farklıydı. Ama bu sadece yüzeyde böyleydi. Esasında her ikisinin de çok önemli bir ortak noktası vardı. O da gücü sınırlanmamış yönetimdi. Ya da başka bir ifadeyle, devleti kontrol edenlerin hukuk dışı olmalarıydı. Keyfi yönetim (hukuk devletinin ve hukukun üstünlüğünün tam tersi) her ikisinin de siyasal örgütlenmelerinde merkezi bir işleve sahipti. Her ikisi de mülkiyet üzerindeki total kontrolleri ile, bireyin veya sosyal grupların otonom hale gelmeleriyle öldüresiye bir savaş vermekteydiler. Sosyalizmin ideolojik kökleri veya “hareket noktası” gibi idealleri eleştirmiyorum. Elbette sosyalistler yola çıktıklarında sosyal eşitlik sağlama ülküsüyle hareket ettiler. Ama uygulamada proletarya diktatörlüğü proletaryaya (işçilere) eşitlik sağlamadı. Daha doğrusu eşitlik fakirlikte sağlanırken, partiyle bağlantılı azınlık elitler sahip oldukları hayat koşulları bakımından sistemin istisnalarını oluşturdu. Osmanlı’da ise padişahın kulları, sistemin döngüsü içinde, mevcut koşulları rasyonelleştirdiler. Her iki örnekte de “devletle iyi geçinmek” esastı. Her ikisi de elitlerini merkezi otoriteyle ters düşmeleri halinde elimine edebiliyordu. Fizan’a veya Sibirya’ya sürülen ve kendilerinden bir daha haber alınamayan elitler, Türk ve Rus tarihinde çok rastlanan örneklerdir. Mülkiyetin kaygan zeminde olması elitleri kalıcı güç odaklarına dönüştürtmedi. Sermaye birikiminin olmaması, her iki tarihsel örnekte de vatandaşları (kulları veya yoldaşları) devlete daha bağımlı hale getirdi. Devlet tıpkı bir dünyevi tanrı gibi, mülkü kontrol etti. Bu sayede tek olmayı başardı, sınırsız iktidar kurdu, gücünü korudu.
Avrupa’da iktidarın sınırlandırılması ve devletin küçültülmesi, devletin karşısında var olabilen görece güçlü iktidar odakları sayesinde gerçekleşti. Gücü sınırsız, karşısında onu dengeleyecek hiçbir kişi veya grup olmayan devletten, kendi gücünü sınırlamasını beklemek ne kadar gerçekçi? Bunu düşüneniniz var mı? Kemalistleri ele alalım. İktidarlarını kurduklarında ve konsolide ettiklerinde, Osmanlı sonrasında gücü sınırlandırılmış bir devleti tercih ettiler mi? Neden? Çünkü hiçbir iktidar kendiliğinden kendi gücünü sınırlı hale getirmeyi istemez de ondan. Atatürk’ün neden bir otoriter tek adam olduğunu birçok açıdan açıklayan çok değerli akademik ve tarihsel ederler var. Fakat güç değişimi olurken bile (tıpkı Çarlık Rusya’sı sonrası Lenin’in gücü ele geçirmesi gibi) Kemalistler gücü tek elde (kendi ellerinde) toplamayı seçtiler. Merkeziyetçi ve otoriter devlet, mülkiyet olgusunu kaygan bir zeminde tutmak zorundadır. Devlet elitleri, ekonomik elitleri kendilerine bu yolla bağımlı hale getirirler.
Yazının başındaki meseleye geri dönelim: Sermayenin devleti kontrol ettiği sistemler, daha küçük bir devlet ve o devleti yöneten iktidarın yetkilerinin kısıtlanması koşullarını sağlayabiliyor. Bu, daha çok insan ve azınlık hakları demek! Mülkiyet hakkının sağlam zemine oturması, hukuk devletinin ana koşuludur. Devletin karşısında özel veya tüzel güçlü kişilerin olması, devleti daha kontrol edilebilir bir organizasyona dönüştürüyor. Oysa sınırsız güçlü devlete sahip olan bir avuç elit veya tek adam, bu ceberut ve yetkileri sınırlandırılmamış iktidarla, zulüm üretiyor. Osmanlı’da ve Sovyetler’de olan budur. Yürütme gücünün sınırlandırılması şarttır. Bunun olabilmesi için, mülkiyet hakkı büyük önem taşır. Mülkiyet hakkına müdahale edebilen bir devlet diğer insan haklarını da uygulayamaz. Devleti yöneten yürütme erkinin yetkilerinin kısıtlanabilmesi için öncelikle mülkiyet hakkı ile oluşturulan zeminde çeşitli irili ufaklı güç odakları (özel ve tüzel kişiler) olmalıdır. Bu kişiler ve gruplar arasında farklı çıkarlar olması son derece doğaldır. Önemli olan, devletin bu çeşitliliği baltalayacak güce sahip olmamasıdır. Mülkiyet hakkı ve sermaye birikimi devletin gücünü dengeler, onu kontrol edilebilir kılar. Tanrısallığını alır, onu dünyevi hale getirir. Devlet fetişizmini sonlandırır. İdeolojilerden arındırır (farklı çıkar grupları nedeniyle devlet bir tarafsız platforma dönüşür). Devlet karşısında ezilmemek isteyen herkes, devleti küçültmeye çalışmalıdır.
Son söz: Büyük ve güçlü devlet iyi değildir. İyi olan adil devlettir! Çünkü ortak iyiye dayanan esas güç insan haklarından, adaletten ve hukuktan gelir.