YORUM | Prof. Dr. MUHİTTİN AKGÜL
Kur’ân’da adı açıkça belirtilen ibretlik kişilerden biri de Kârun’dur. Kasas Sûresi’nde ele alınan kıssaya göre, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) kavminden olan Kârun, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bol bol servet, mal-mülk verdiği birisiydi. Hz. Musa (a.s.)’ın yeğeni olduğu, Hz. Mûsa ve Hz. Hârun’u (a.s.) kıskandığı ve münafık olduğu da rivayetler arasında yer almaktadır. Kârun, maddi çıkarı için kendi kavmine ihanet ederek, Firavun’a taraftar olan bir yandaştır. Aynı zamanda Mü’min Sûresi’ndeki şu âyetlere göre de onun, Hz. Mûsa’nın (a.s.) peygamberliğine açıktan karşı çıktığı da anlaşılmaktadır: “Gerçekten Biz Mûsa’yı âyetlerimiz, mûcizelerimiz ve apaçık bir yetki ile Firavun’a, Hâman’a ve Kârun’a gönderdik de onlar: “Bu yalancı bir sihirbazdır” dediler.” (Mü’min 40/23-24).
Bu yazıda onun, hangi dönemde ve nerede yaşadığından ziyade, kendisine verilen zenginlik karşısında takındığı yanlış tutum, övünüp gururlandığı serveti, yerin dibine batması ve bu olaydan alınacak ibretler üzerinde kısaca durulacaktır.
İnfakta kahraman olma fırsatını kaçıran ve Cennet’e ilk giren “cömert zengin” olma şansını kaybeden Kârun, öyle bir zenginlik ve servete sahipti ki, hazinelerinin anahtarlarını, güçlü ve kuvvetli bir topluluk ancak taşıyabiliyordu. Konforlu ve oldukça lüks bir hayat yaşıyordu. Toplum içerisinde gezerken, zenginliğini dışa vuracak öyle bir çalım ve ihtişamla dolaşıyordu ki, âdeta insanların ağızlarının suyu akıyor ve kendilerini alamayarak: “Keşke Kârun’a verilenin benzeri bize de verilseydi; doğrusu o çok şanslı biri!” (Kasas/79) diyorlardı.
Karun, malıyla, sarayıyla ve altınlarıyla gururlanmış, muhtaçlara asla vermemiş, yığmış, malın gerçek sabini unutmuş ve onu kendi bilgi ve becerisiyle kazandığını iddia etmişti. Bu haliyle o, serveti bir yıkım aracına dönüştüren sefil, irfansız ve azgın bir tipi temsil etmekteydi. Çevresindeki akl-ı selim sahipleri onu uyarmış, ancak o, bu uyarılara asla kulak vermemişti. Sonunda her şeyiyle yerin dibine batmış, sarayı, altınları ve hazineleri, ne kendisine ve ne de başkalarına yâr olmuştu. Zaten çok servet de insanı, ya infaka ya da nifaka götüren bir fitneydi.
Kârun, aslında insanlık tarihinde olması her zaman için kaçınılmaz olan şımarık ve azgın zenginleri temsil eder. Helal-haram demeden malına mal katan, zenginleştikçe şımaran, şımardıkça da azgınlaşan, toplumdan koparak bencilce bir hayat içine dalan münafık tipini, altın, servet tutkunlarını ve kullarını hatırlatır.
Kıssalar sadece anlatıldığı kişi ve dönemle sınırlı değildir. Onlarda, her dönem için evrensel dersler vardır. Zira herkeste, potansiyel olarak bir Kârunluk gizlidir. Dolayısıyla her dönemdeki insan ve özellikle de altın, mal ve servet sahipleri için, Kârun üzerinden anlatılan bu kıssada, özetle şu hususlar üzerinde durulmaktadır:
1.İnsan, sahip olduğu şeylerle asla övünmemeli, onları kendinden bilmemeli ve onlardan dolayı Allah’a karşı şükür içinde olmalıdır.
2.Eldekilerle âhiret yurdu gözetilmeli, bu arada dünya da unutulmamalıdır.
3.Her şeyin Sahibi olan Allah’ın, insana ihsanda bulunduğu gibi, insan da başkalarına ihsanda bulunmalıdır.
4.Servet, altın, mal, mülk ve saraylar, yeryüzünde bozgunculuk vesilesi yapılmamalıdır.
5.Mala, mülke, altın ve paraya güvenmenin sonu her zaman için hüsrandır.
Evet insan, sahip olduğu mal ve servetle övünmemelidir. Zira aslında herşey ona emanet olarak verilmiştir. Emanete riayet etmek gerekir; riayet edilmezse, onların asıl sahibi tarafından geri alınır; aynı zamanda emanete riayetsizlikten de ceza görür.
Mal ve servetle, âhiret yurdu aranmalıdır. Zira insan, âhiret için yaratılmıştır. Verilen her şey de âhiret içindir ve onun için harcanmalıdır. Unutulmamalıdır ki dünya, âhiretin tarlasıdır; burada ekilen şeylerin neticesi, ancak âhirette alınacaktır. Serveti âhiret için harcamak ve âhiretin peşinde olmak ise, bu dünyayı tamamen terketmek demek değildir. Aynı zamanda böyle bir harcamada, Kârun gibilerden uzaklaşma, Hz. Ebûbekir’lere, Hz. Hatice’lere, Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman b. Avf’lara benzeme vardır.
Mal ve mülk sahipleri, sahip oldukları servette, toplumdaki bazı sınıfların hakkının olduğunu da unutmamalı, dolayısıyla ihtiyaç olunan yerlere vermelidirler. Servetin kaynağı, Cenâb-ı Hakk’tır. O, zengine nasıl ihsanda bulunmuş, kazanması için akıl vermiş, yerin altına kıymetli madenleri koymuş, üstüne türlü zenginlik yollarını açmış ve bunu da karşılıksız bir şekilde yapmışsa, servet sahipleri de aynı şekilde, elde ettikleri bu mallardan, verilmesi gereken yerlere ihsan şuuruyla vermelidirler. Vermeli ve böylelikle şu âyetlerde tasvir edilen Kârun benzeri tiplere benzemeden kaçınılmalıdırlar:
“Hayır! Siz Allah’tan hep ikramı devam ettirmesini istersiniz ama, yetime değer vermezsiniz! Muhtaçları doyurmaya teşvik etmezsiniz. Mirasları helâl haram demeden ne gelse yersiniz. Mal mülk sevgisi ise bütün benliğinizi kaplamış! Hayır! Bu yaptıklarınız kesinlikle yanlış!” (Fecr 89/17-21)
İnsanın elindeki mal, ebedi değildir. Beklenmedik bir anda, eldeki malın tamamen yok olması, her zaman için mukadderdir. Beklenmedik bir felaket, yangın, iflas gibi sebeplerle eldeki mal tamamen gideceği gibi, sapasağlam olan insanın bedenin de, beklenmedik salgın bir hastalık, virüs veya kaza sonucu yok olup gitmesi muhtemel şeylerdendir. Halbuki insan hep aldanır. Mal ve servetinin kendisini ebedi kılacağını zanneder. Bu zan sebebiyle de, kaybedenlerden olur.
Servet, mal-mülk bir imtihandır. Ancak Kârun, servetin şükrünü yerine getirip, infakta bulunacağına, daha da küstahlaşmış ve bu imtihanı kaybetmiştir. Nitekim farklı bir Sûre’de, hepimizin, öncelikle de servet sahiplerinin, böylesi bir imtihandan geçtikleri hatırlatılır: “Ona hayır ve şer yollarını göstermedik mi? Fakat o sarp yokuşu aşmaya çalışmadı. Böyle yaparak verilen nimetlerin şükrünü eda etmedi. Sarp yokuş, bilir misin nedir? Sarp yokuş: bir köleyi, bir esiri hürriyetine kavuşturmaktır. Kıtlık zamanında yemek yedirmektir. Yakınlığı olan bir yetimi, ya da yeri yatak, (göğü yorgan yapan, barınacak hiçbir yeri olmayan) fakiri doyurmaktır. Hem sarp yokuş: Gönülden iman edip, birbirlerine sabır ve şefkat dersi vermek, sabır ve şefkat örneği olmaktır. İşte hesap defterleri sağ ellerine verilecek olanlar bunlardır.” (Beled 90/10-18).
Zekâtla, sadakayla, öşürle, verilmesi gereken yerlere ihsan şuuru içinde vermekle, malın bereketi artmış, servetteki kirler arındırılmış ve başkalarının hakkı olan kısım da verilmiş olur. Nitekim Yüce Yaratıcı (c.c.) “Sizden her hangi birinize ölüm gelip çatmadan önce, size nasip ettiğimiz imkânlardan Allah yolunda harcayın! Ölüm gelip çatınca: Ya Rabbi, az mühlet ver bana, bak nasıl hayırlar yapacağım, tam takva ehlinden olacağım! diyecek olsa da, Allah vâdesi gelen hiçbir kimseyi ertelemez. Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır. (Münafikûn 63/10-11) buyurarak, servetimizde, başkalarına ait olan kısmın, vakit geçirilmeden verilmesini hatırlatmıştır.
Servet sahipleri, vermedikleri malın kendileri için hayırlı olduğunu düşünmemelidir. Vermedikleri bu servetlerin, hem dünya ve hem de âhirette başlarına belâ olacağını asla unutmamalıdırlar. Nitekim Cenâb-ı Hakk şu beyanlarıyla bu acı sonu haber vermiştir: “Allah’ın kendilerine lütfu ile bol bol verdiği nimetlerde cimrilik edip harcamayanlar, sakın bu hâli kendileri için hayırlı sanmasınlar. Hayır, bu onların hakkında şerdir. Cimrilik edip vermedikleri malları kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Kaldı ki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah ne yaparsanız hepsinden haberdardır.” (Âl-i İmrân 3/180).
Servet, mal, mülk ve dünyevi imkanlar, bozgunculukta, israfta, başkalarına hava atmada, toplumu bozacak işlerde ve faydasız yerlerde harcanmak suretiyle, toplumsal çalkantılara ve kargaşaya vesile olunmamalıdır. Şüphesiz toplumsal bozulmalarda servet unsuru, önemli bir paya sahiptir. Şimdiye kadar dünyamız nice Kârunları görmüş, bundan sonra da nicelerini görecektir. Herhalde Kârun türünden insanlar için yapılması gereken en güzel dua, Hz. Musa’nın (a.s.) dediği şu cümlelerde tam da yerini bulmuştur:
“Mûsâ: “Ey bizim Rabbimiz!” dedi. “Sen Firavun ile onun ileri gelen adamlarına dünya hayatında muazzam zinet, haşmet ve servet verdin. Ey bizim Rabbimiz! İnsanları neticede Senin yolundan saptırsınlar diye mi onlara bu imkânı verdin? Ey bizim büyük Rabbimiz, mahvet, sil süpür onların servetlerini ve kalplerini şiddetle sık; belli ki o acı azaba girmedikçe onlar imana gelmeyecekler.” (Yûnus 10/88)
Önemli olan, Kur’ân’ın haber verdiği ve Kârun üzerinden bildirdiği bu kötü niteliklerden uzak yaşayarak, Kârun gibi değil de, Hristiyanlıkta Mesih’in farklı bir prototipi kabul edilen Hz. Hârun (a.s.) gibi yaşamaktır. Kârun gibilerin sonunu, veciz bir şekilde dile getiren şu mısralarla, sizi başbaşa bırakıyorum:
Cihanda merd-i mümsik mâlik olsa mülk-i Kârûn’a
Cihandan göz yumunca, malın el yer, kendisin yer yer.