Kayıptan başka kazancı olmayan şey: Yalan

YORUM | AHMET KURUCAN

Bütün dünyanın haklı olarak ilim adamlarının  KOVİD-19 adını verdiği Corona virüsü ile oturup kalktığı tarihi bir dönemde İslami İlimler eğitimi almış ve bunu meslek edinen bir kişinin söyleyeceği ne olabilir ki? Söyleyebileceğim tek şey uzmanların ve yetkililerin tavsiye, emir ve yasakları doğrultusunda hareket etmeleridir. Yeter ki bu tavsiye, emir ve yasaklar dünya gerçekleri ile uyum içinde olsun.

Bunu demek bile bana derinden derine bir acı ve ıstırap veriyor ama ne yazık ki hali pür melâlimiz bu. Zira adına devlet dediğimiz aygıt sadece bu türlü zamanlarda değil her zaman kendi vatandaşını hiçbir ayrıma tabii tutmadan koruma, onlara eşit hizmet verme, birlik beraberlik ve dayanışmayı sağlama, vatandaşına karşı yalan söylememek zorunda iken maalesef bizim gibi ülkelerde başka amaçlar ön plana çıkabilmekte ve insan hayatını tehlikeye atan nice yalanlar böylesi ortamlarda bile söylenebilmektedir. İletişim teknolojisinin geliştirdiği vasıtalarla yayılan haberlerle resmi kanallardan intikal eden haberler arasındaki fark bunun delili.

Yalan demişken tam da bugünlerde TR724 sayfaları için kaleme almaya başladığım yalanla alakalı iki yazıyı gündemden bağımsız olarak sizlerle paylaşmak istiyorum. Girişte söylediğim şeylerle bunu bağdaştırmak, irtibatlandırmak, çıkarımlarda bulunmak son tahlilde okuyucunun vereceği bir karar. Ben bu yazıyı kaleme alırken bunları hiç düşünmemiştim. Çünkü ortada ne Corona vardı ne gerçeklerden kaçan ve hadiselerin seyrini takip edemeyip küçümseyen idareciler ne de dünya çapındaki gelişmeleri umursamayan bir halk vardı.

Kur’an’da “zorluk saati” diye anlatılan (9/117) bir zaman dilimi vardır. Bu dilim öncesinde yapılan hazırlıklar hariç Medine’den gidiş ve dönüş itibariyle 50 gün süren Tebük seferidir. Tebük’te savaş olmadığı için “Tebük  Savaşı” veya “Tebük Gazvesi” yerine “Tebük Seferi” denilmesi daha yaygın bir kullanımdır.

Bazı Arap kabilelerinin Bizans’la ittifak kurduğu ve Bizans’ın Medine’ye savaş hazırlığı içinde bulunduğu istihbaratı üzerine gerçekleşen Tebük seferi gerek Tebük’un Medine’ye 700 km’yi aşkın bir uzaklıkta yer alması, gerek Mekke fethi ve Huneyn yorgunluğunu üzerinden atamayan sahabenin fiziki ve moral durumu, gerek düşmanın gücü, gerek  seferin Huneyn ganimetleri ile rahata erildiği düşünülen hem de Ramazan ayını da içine alan bir zamana denk gelmesi ve benzeri bir çok sebepten dolayı gerçekten zor bir yolculuk olacaktı. Bu yüzden hazırlanan orduya da zaten “saati’l usra” yani  “zorluk ordusu” adı verilir siyer tarihinde. Bu çerçevede şu bilgi oldukça önemlidir; daha önceki askeri seferlerinde nereye gideceğini söylemeyen Allah Resulü ilk defa bu sefer öncesi nereye gidileceğini söylemiştir.

Efendimiz (sas) Tebük gazvesi öncesi askeri teçhizatın tam yapılabilmesi için halkın himmetine başvurur. Devlet düzeninin henüz oturmadığı, oturduğu kadarıyla da devlete ait maddi kaynakların yeterli gelmediği zamanlarda müracaat edilen bir uygulamadır bu. Tabii bu durum söz konusu zorlu sefere gitmek istemeyenlerin açığa çıkmasına sebebiyet verecekti ve verdi de. Tevbe suresinde detaylarını gördüğümüz duruma göre savaşa katılmak istemeyen münafıklar Hz. Peygamber’den izin istedikleri gibi başkalarının gitmelerini de engelleyecek propagandaları Medine sokaklarında gizlice yapıyorlardı.

Sahabe bundan etkilenmez demeyin hemen. Son tahlilde insan. Etkilenenler vardı. Kur’an bunu ayetiyle şöyle ifade ediyor ve bir uyarıda bulunuyordu: “Ey iman edenler! Size ne oldu ki, ‘Allah yolunda seferber olunuz’ denilince yerinize yığılıp kaldınız; yoksa siz de (müşrikler ve münafıklar gibi) ahiretten vazgeçip bu dünya hayatını mı tercih ediyorsunuz? Fakat şunu unutmayın ki dünya hayatının geçici ve fani olan nimetleri ahiret hayatındaki ebedi nimetler yanında bir hiç mesabesindedir. Eğer sizler Allah yolunda mücadele etmek için topyekûn seferber olmazsanız, bilin ki  Allah sizi çetin bir azapla cezalandırır ve yerinize başka bir insanlar getirir. Kaldı ki sizler savaşa çıkmamakla Allah’ın dinine ve Peygamberine hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir, dilediği her şeyi gerçekleştirmeye gücü yeter.” (Tevbe 9/38-39)

Büyük bir uyarıydı bu. İmanın özünü ve ruhunu teşkil eden samimiyeti, candanlığı, içtenliği yakalamış müminler mesajı almış ve sefere katılabilmek için ellerinden gelen her türlü gayreti göstermeye başlamıştı. Kadınlar zinet eşyalarını getirip veriyorlardı. Malının tamamını getirip verenler vardı. Yarısını getirenler hiç de az değildi. Hiçbir şey bulamayan fakirler sabaha kadar hurma bahçelerinde şu kuyularından 6 kg hurma karşılığı şu çekiyor ve ertesi gün aldığı ücretin yarısını getirip Tebük’e gidecek orduda kullanılmak üzere teslim ediyorlardı.

Ayetle sabit olduğu için şunu da anlatayım. 7 kişilik bir grup orduya katılmak için binek bulamamışlardı. Çalmadıkları kapı kalmayan bu insanlar öylesine ağladılar ki çevre onlara “yırtınırcasına, dövünürcesine ağlayanlar” manasına gelen “bekkâin” lakabını takmıştı.  Nihayet dertlerini Allah Resulüne açma kararı verdiler. Belki o bir çaresini bulur ümidiyle doluydular. Mevcut imkanlarını, durumlarını ve isteklerini arz ettiler. Aldıkları cevap maalesef olumsuzdu. Allah Resulü de onların derdine deva olmamıştı. Öyle üzüldüler ki, bu üzüntülerine karşı sema sessiz kalmadı. Bizatihi Allah indirdiği ayetiyle onları teselli ediyordu: “Kendilerine savaşa çıkacak malzeme ve binek temin etmen için huzuruna gelenlere, “Üzgünüm, size verecek binek verebilecek imkânım yok!” cevabını alan ve bundan dolayı üzüntüden iki gözü iki çeşme gözlerinden yaşlar boşanarak, yürekleri kan ağlayarak dönüp giden o fedakâr müminlere herhangi bir günah ve sorumluluk yoktur.” (9/92)

Öncesinde ortam buydu. Sonrasına gelince; 50 gün süren bu zorlu seferden dönülmüştü. Sefere katılmayan birçok insan Hz. Peygamberin huzuruna gelip -ki kaynaklar 80 kişi olduğunu söylüyor- mazeretlerini anlattılar. Herkes kendisini haklı çıkartacak, Allah Resulünün nezdinde ve toplum içindeki konumunu zedelemeyecek mazeretler ileri sürüyordu. Amaçları Hz. Peygamberin kendilerine ilişmemesi, cezalandırmaması hatta af etmesiydi. Halbuki Allah onların gerçek hallerine niğehbandı ve Resulüne “Savaştan dönüp yanlarına geldiğinizde, size özür beyan edecekler” diye başlayan ayetleri ile durumlarını açıklamıştı. Şöyle diyordu Allah: “(Ey müminler!) Seferden döndüğünüz zaman, o münafıklar kendilerini anlayışla karşılamanız için, bir takım haklı sebeplerden dolayı savaşa katılmadıklarına dair Allah adına yemin edecekler. Sakin onlara yüz vermeyin, onlardan yüz çevirin, muhatap bile olmayın. Çünkü onlar (manen) murdar, kirli, pis adamlardır. İşledikleri günahların karşılığı olarak onların ahiretteki meskenleri cehennemdir.” (9/95)

Fakat bunlar içinde bir üç kişi farklı bir tutum izledi. Lafı hiç eğip bükmediler. Sefer öncesi savaşa katılmak için hiçbir mazeretlerinin olmadıklarını hatta şimdiye kadar yapılan savaş seferlerinin hiçbirisinde bu ölçüde hazır ve hazırlıklı olmadıklarını itiraf ettiler. Tam 40 gün boyunca Allah Resulü bunlarla konuşmadı. O konuşmayınca sahabe de konuşmadı. Tam anlamıyla bir tecritti bu. Sosyal hayattan tamamıyla kopmuşlardı. 40. gün eşlerinden ayrılma emri kendilerine ulaştı. Boşama değildi kastedilen. Sadece ayrı mekanlarda yaşamalarını istiyordu Allah Resulü. Tam anlamıyla yalnızlığa mahkûmiyet. Eşini bile senin elinden ve evinden alan bir hatanın cezasıydı bu. Başka türlü izah edilmez bu durum. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen dar geliyordu artık bu insanlara. Ölüm hayattan daha cazip hale gelmişti.  Nihayet sema hükmünü iletti Nebiler Serverine.

Kaderin garip bir cilvesi. Tebük seferi 50 gün sürmüştü. Bu boykot da tam 50 gün devam etmişti. İnen ayetlerle o üç kişinin göz yaşı pınarlarını kurutan 50 günlük boykot sona ermiş, Allah onların samimiyetlerine, içtenliklerine merhametle mukabelede bulunmuştu. Af etmişti. Müminlerin de af etmesini ve hiçbir şey olmamış gibi birlikteliklerine devam etmelerini istiyordu. Şöyle diyordu Allah: “Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Çektikleri vicdan azabı kendilerini ezdikçe ezmişti. Sonunda Allah’a karşı yine Allah’tan başka bir sığınak olmadığını anlamışlardı ki zaten Allah da onlara tevbeye yönelme azmi vermiş ve tevbelerini kabul etmiştir. Çünkü Allah Tevvab’dır, Rahîm’dir samimi tevbeleri kabul eden, tövbekâr kullarına karşı da çok merhametli olandır.” (9/118) Buradan müminlerin de alacağı bir ders olmalıydı. Kur’an bunu da açıkça beyan etti: “Ey (Tebük seferine katılmayan ) müminler! Bundan böyle Allah’ın emirlerine karşı gelmekten, duyarsız kalmaktan  sakının ve Peygamber ile birlikte savaşa giden dürüst insanlarla beraber olun.” (9/119)

Pekala haklarında Allah’ın hüküm vermesine ve hükmünü kıyamete kadar gelecek insanların okuyacağı ayetlerle beyan etmesine sebebiyet veren sır neydi. Bir tek şey; sıdk. Yani doğruluk. Yalana tevessül etmeyişleri. Aleyhlerinde olacağını bildikleri halde doğruyu söylemeleri. Zira onlar biliyorlardı ki bir beşer olan Hz. Muhammed’i kandırsalar da Allah’ı kandıramazlardı. O her şeye vakıftı. O her yerde hazır ve nazırdı. Yalan söylemenin hiçbir anlamı yoktu. Ya kazancı? Kazancı da yoktu kaybetmekten başka. Öyleyse niye yalan söylesinlerdi ki? Söylemediler ve kazandılar. Geçici bir süre çile çektiler, ıstırapla iki büklüm oldular, üzüldüler ama ebedi olarak kazandılar. Kimdi bunlar. Aklınızın bir kenarında kalır düşüncesiyle bu sadakat kahramalarının isimleri şunlardı: Kâ’b b. Malik, Hilal b. Ümeyye, ve Mürâre b. Rebi.

Şimdi bu üç sahabenin yalan-doğru yol ayrımında durduğu yeri ve buna karşılık olarak Allah’ın verdiği mükafatı gördük. Pekâlâ ya biz? Biz nerede duruyoruz. Ümmet-i Muhammed nerede duruyor? Halkının çoğunluğunu Müslümanların teşkil etmiş olduğu milletler nerede duruyor? Sosyal hayatta yapılanmalarının temeline oturttuğu değerlerde dine her şeyden daha fazla yer veren dini cemaatler, tarikatlar nerede duruyor. Hepsi bir tarafa biz dediğimiz ümmet-i Muhammed, millet, toplum, cemaat, tarikat tek tek ben’lerden oluştuğuna ve ben de onun bir parçası olduğuma göre ben nerede duruyorum?

Bütün inciticiliğine rağmen doğrunun yanında mı yoksa yalanın sağlamış olduğu yalancı konforun yanında mı? Adı üzerinde yalancı konfor. Zaten yalanın sahih bir konfor sağlaması, insana iç huzuru vermesi mümkün mü?

Dillerimizde pelesenk olan bir kavramla bitireyim bu yazıyı; “Hakkın hatırı âlidir.” Gerçekten öyle mi? Aynanın karşısına geçip bu soruyu kendinize bir sorar mısınız lütfen! Hakkın hatırı başka hiçbir hatıra feda edilmeyecek ölçüde âli mi?

Devam edeceğim inşallah.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin