YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Diskur (söylem ya da retorik) konusuna odaklandığınızda gayet bariz olarak rejimi ve esas gücünü görürsünüz. Haksızlıkları normal hale getiren bu dildir. Bu dil, sizin rejim gibi düşünmenizi sağlıyor. Düşünmek kavramlarla olur. Canlı veya cansız, fiziki veya sosyal “şeylere” isimler veririz ve bu isimler üzerinden “düşünürüz”. Dil, politik eylemin de kuramın da özdür. Dile hâkim olan, topluma da egemen olur. Rejim kendi doğrularını ve yaklaşım biçimini meşrulaştırıyor. AKP, MHP, CHP ve İYİP değil yalnızca; HDP bile bu dili kullanıyor. Hatta yeni kurulan – kurulmakta olan – partiler bile, rejimin diskurunu kabulleniyor. Oynanan oyuna ve bu oyunun kurallarına rejim karar veriyor. “FETÖ” rejimin Ali Baba’nın kulağına fısıldadığı “açık susam açıl” şifresidir. ODA TV, Sözcü ve Cumhuriyet bile, operasyon çekileceği zaman önce “FETÖ” ile “irtibatlı ve iltisaklı” ilan ediliyor. İnsan hakları dernekleri, barolar, bürokrasi, milli eğitim, yargı, spor kulüpleri, sanatçılar, siyasi partiler, yabancı ülke istihbarat teşkilatları, büyükelçilik ve konsolosluk çalışanları, “FETÖCÜ” ilan edilebiliyor. Başarılı ve başarısız şeylerin başarı kıstası “FETÖ”. Haksızlıkların kaynağı “FETÖ”. Bu kavram, 2016 Temmuz’u sonrası Türkiye gerçeğidir. 17 Aralıkta icat edilen “Paralel Devlet” diskuru, geliştirilerek 15 Temmuz sonrasında “FETÖ” diskuruna evrildi. Tek bir kelime üzerinden büyük güç devşirildi. Tıpkı bir tek atomun parçalanmasından açığa çıkan muazzam enerji gibi, bir kavram üzerinden yüzlerce sayfalık ideoloji el kitaplarıyla elde edemeyecekleri meşruiyeti sağlamış oldular. Birleşemeyecek kutuplar “FETÖ” düşmanlığı üzerinden birleştirildi. Kutuplaşan Türkiye’de herkesin üzerinde anlaştığı söylem bu oldu.
Ali Babacan parti kurmuş. Bakıyorsunuz, daha birinci dakikada ilk verdiği mesaj “FETÖ ile mücadelenin” partiler üstü bir mesele olduğu. Bu konuda DEVA partisi de aynı AKP, MHP, CHP ve HDP gibi, aynı Perinçek ve Diyanet, cemaatler ve tarikatlarla Kemalistler, sosyalistler ve Kürtçüler gibi, her perdeden ve her zümreden Türkiye insanları gibi, “FETÖ” jargonunu benimsedi. “Biz de bu rejimin partisiyiz!” diye haykırıyor Babacan. Mesajını Erdoğan’a değil, rejimin bütününü oluşturan parçalara veriyor. Rejimin paydaşlarına sesleniyor. Kendisi de bu rejimin bir paydaşı olmaya talip. “Biz esasında bakmayın muhalefet falan dediğimize; sizden yok farkımız!” diyor. Altını çizdiği şey basit! “Bizden korkmayın! Biz de bu kurulu düzeni devam ettirmeye talibiz!” demek istiyor.
Babacan AKP’de üst görevler yaptı. Genç bir sima; okumuş şehirli İslamcı bir duruşu var. Tip ve ana yaklaşımlar olarak esasında DP kökeninden gelen tüm muhafazakâr-sağ merkez sağ partilere yakın bir politikacı. Sima olarak Adnan Menderes’i, Özal ve Demirel’in gençliklerini anımsatıyor. Daha teknokrat, daha pragmatik, daha Batılı, daha seküler bir imaj de vermek istese, devlet merkezciliği, İslamcılığı, Milli Görüş bağlantısını, otoriterleşmeye karşı çıkamayan pasif tutumunu falan hesaba kattığınızda aynı ürünün farklı ambalaj içinde kakalananı olduğunu kolaylıkla görebiliyorsunuz. Tıpkı Davutoğlu gibi, insanın aklına “arkadaş madem parti falan kuracak kadar gemi azıya almışsınız, madem öyle en azından kendi döneminizde gördüklerinizi yaşadıklarınızı kamuoyu ile paylaşsanıza!” demek geliyor. Bu “alternatif elemanlar” sanki daha önce AKP’de bakanlık, başbakanlık falan yapmamışlar gibi sistem eleştirisi yapıyorlar. İyi de kardeşim, siz AKP’de siyaset yaparken bu otoriterleşme başlamamış mıydı? Bunun hesabını vermeden öyle pat diye ben yeni bir sayfa açtım deyip, Türkiye’nin geleceğine talip olmak nasıl olur? Bunu sorduğumuzda işte o diskur meselesi ortaya çıkıyor.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Türkiye’de siyaset kendini olmadığın gibi gösterme sanatı, veya olduğunu gizleme stratejisi. Basın kahraman yaratmaya dünden razı; buna diaspora muhalif basınında da rastlamak mümkün. Anlıyorum, herkese umut gerek. Ama olmayacak duaya amin demek ve Polyanna’cılık yapmak faydasız. Babacan da Davutoğlu da hem geçmişleriyle hesaplaşmıyorlar, hem de bugün kullandıkları diskurla devamlı bir yerlere mesaj veriyorlar. “Biz iyi çocuklarız. Size zararımız olmaz!” diyorlar. O birileri onları ısıtıp alternatif haline getirmeye çalışıyor. Kime? Erdoğan’a! İnsanların Erdoğan’ın gitmesinden sonra gayet olumlu bir havaya gireceklerini hesaplıyorlar. En ciddi ekonomik yıkımdan sonra dahi, bir Babacan veya bir Davutoğlu üzerinden umut tacirliği yapacaklar. Bu umut ticaretinde kısmen İmamoğlu ve Akşener gibi figürleri de kullanacaklar. Bir milli mutabakat tutumu oluşturacaklar. Böylece asgari koşullar bakımından rejim birkaç on yıl daha kazasız belasız devam edecek. Niyet bu.
Bu Türkiye’de insan hakları ve azınlık hakları gündeme gelen kadar bugün yirmili yaşlarda olanlar kırklı ellili yaşlara gelir. Bu benim neslimin gün görmemesi demek. Kaldı ki o birkaç on yıl sonra Türkiye insan hakları ve demokrasi bağlamında yine bir Portekiz-İspanya-Yunanistan ligine yükselemez. Dahası gelir seviyesi ve hayat standartları bakımından da on bin dolar sınırına yeniden yükselmesi birkaç on yılı bulur. Bakın, gelir dağılımının eşitlenmesi ve orta sınıfın güçlendirilmesi falan gibi konulara giremiyoruz bile daha. İkinci ve üçüncü nesil hakların yerleşmesine daha ışık yılı var! Kürtlerin öz yönetim talepleri veya Alevilerin hak beklentileri, sadece Türkiye’deki İslamcı-nasyonalist cephe tarafından bloke edilmiyor. Bugün itibarıyla, Türkiye’yi terk etmek durumunda kalmış rejim mağdurları dahi, Kürtler, Aleviler, Azınlıklar veya alternatif toplumsal kesimlerin dertleri konusunda son derece duyarsız.
Bu ortamda Ali Babacan veya Ahmet Davutoğlu gibi İslamcılar, Ekrem İmamoğlu gibi sol nasyonalistler, Meral Akşener gibi sağ nasyonalistler, Türkiye’de ilerici ve demokratik reformları bırakın yapmayı, dile bile getirmezler! Getirmiyorlar da zaten, görmüyor musunuz?
O halde yapılacak olan nedir?
Yetinmeyin! Talep edin. İsteyin. Dile getirin. Biraz dik durun. Hemen her vaade “fit olmayıverin”! Bu kadar uzlaşı meraklısı bir toplum daha yoktur! Lafta tabi. Fiiliyatta kimsenin uzlaşmaya niyeti yoktur, ama günü kurtaracak ortaklıklar uğruna herkes en yumuşak pozisyonu takınır. Oysa Türkiye siyasetinin ihtiyacı olan şey, gerçeklerin artık konuşulmasıdır.
Bence gerçekleri konuşmaya kendimizden değil, “ötekilerin haklarından” başlamak, bizi inandırıcı yapabilir. Ben kendi adıma bunu yapmaya çalışıyorum. Cemaat’in veya Kürtlerin uğradıkları hak ihlallerini savunmak ve bu konularda adalet talep etmek için ille de Cemaat’ten olmaya veya Kürt olmaya gerek yok. Peki aynısını neden Müslüman duyarlılıkları olan insanlar mesela solcular, LGBT, Aleviler, Kürtler, Gezi mağdurları, Osman Kavala vs. için yapmasın? Sözüm meclisten dışarı, ama Cemaat tabanında bu konularda duyarlı olanların yanında “bana ne” diyen hatta gayet de ayrımcı ve ötekileştirici dil kullananlar da yok mu? Peki, bu böyleyken, o diğer mağdurlar sizin davanıza, sizin hak taleplerinize neden yanıt versin? Neden sizin için üzülsün? Siz başkalarının koyununu ıslık çalarak ararken, başkalarının sizinki için ıslık dahi çalmıyor oluşunu eleştirdiğinizde, ne inandırıcılığınız olacak? Tekrar ediyorum. Olması gerekeni yapan çok sayıda eğitimli ve duyarlı Gülen Camiası sempatizanı veya mensubu var. Ama tabanda bu demokratik haklar bilinci henüz daha tam yerleşmemiş durumda. Birçok “öteki” mahalleli bugünkü demokrasi mücadelesine bu nedenle dudak büküyor. Haksızlar mı? Belki! Ama onlara haksız oldukları ancak daha yoğun bir demokrasi ve insan hakları dili ve tutumuyla gösterilebilir.
Babacan’ın DEVA’sı normalleşmeye ve yeniden demokratikleşmeye katkı yapmaz. Bu ve buna benzer siyasi hareketleri-partileri diskur eleştirisine tabi tutmak ve gerçekleri yüzlerine vurmak gerekiyor. Belki bu sayede Türkiye’de gündeme haklar konusu yeniden gelebilir. Bu yapılmadığında benim gördüğüm gerçek şudur: Babacan ve DEVA, sadece rejimin konsolidasyonuna hizmet ediyor. Bir nevi rejimin kendi içinde muhalif potansiyeli rejim içinde tutma gayretidir. Bu tuzağa düşmemek gerekir.
Tam isabet konu tam isabet baslik tam isabet icerik
Tespitler güzel. Teşekkürler.
Yalnız “ışık yılı” terimi zaman değil mesafe için kullanılır. Yani bir ışık yılı 9 trilyon km dir. 🙂