YORUM | SEYİT NURFETHİ ERKAL
“Zaman bir hırsız gibi sonsuzluğa usulcacık ilerler.” (W. Shakspeare)
Zaman, bütün ilimlerin tek vazgeçilmezi. Sosyolojiden teolojiye, astrofizikten antropolojiye bütün disiplinler için muhtaç olunan belki de yegâne ortak kavram. Her disiplinin onu yorumlayış ve kullanış biçimi ise kendine özgü. Tarihçiler açısından geçmişten günümüze uzanan vakıalar zinciri olan kavram, bir teorik fizikçi için eşyanın dördüncü boyutu sayılabilmekte. Fakat kıymetli her şey gibi zamana aslî değerini veren de varlığının bilinmesinden ziyade şuur sahiplerince algılanıp değerlendirilebilmesi.
Ancak algılayanlar açısından da bu bildik bilinmezin değeri tamamen değişebilmekte. Bu farklılık zamanın eseri/esiri varlıkların mertebeleriyle doğrudan alakalı. Cemadat, zamanı (belki) var oluş ile yok oluş arasında bir nabız olarak algılarken; nebatat, gece ile gündüzün birbirini takibi olarak duyabilmekte. Hayvanlar türlerine göre daha kısa zaman dilimlerine nüfuz ederken, birkaç dakikacık hayat süren kelebeğin mi yoksa kırk yıl yaşayan karganın mı daha uzun bir yaşam tattığını ölçebilmemiz adeta imkânsız. Bu durumda gününü gün eden beşer ile anı duyabilen insan arasında ciddi bir ayrım oluşacağı da muhakkak.
Zamanın akışının sübjektifliğine dair hali hazırda genel kabul gören yaklaşımın gündelik hayatımıza düşünce, rüya, hayal ile farklı yansımaları mevcut. Saniyelik rüyalarda saatleri yaşayanların bast-ı zamanla vakt içre genişliği yakalayanları yadırgaması gerçekten yadırgatıcı. Rüya misali her an sürat-i ruh ile hareket eden bir zişuurun zamanı idrakte hemcinslerinden farklı bir buuda geçmesini garipsemek garipsenmeli. Anın genişlemesinin zirvesi miraç, mahza lütuf olmakla birlikte, idrak edenin keyfiyetinin olmazsa olmaz ayrı bir mevhibe ve şart olduğunun da delili. Şüphesiz vakte hürmetin remzi namaz ile şükrünü eda edenin bereketini görüp, zevk etmesi de böyle insanî bir tecrübeye vabeste.
Sadece İslâm değil metafizik kabul üzerine bina edilen pek çok inanç zamana izafiyet atfederken, astrofizikçiler de zamanın akışının maddedeki harekete göre farklı bir keyfiyet arz ettiğinde hemfikir. Akıştaki bu farklılaşma insana daha uzun süre yaşama şansı tanımasa da daha geniş zaman dilimlerinde hayat sürebilme imkânı tanıyacağı varsayılabilir. Zamana hükmünü geçirip durdurabilmek (biz yaratılmışlar için) imkânsız olsa da zihnen, ruhen ve hissen bir nebze kaydından sıyrılmak mümkün olabilir.
Bu anlamda beş duyusu ile üç boyutlu bir ekran seyredebilen insan öteki boyutlardan nasiplenmek istiyorsa alıcılarını yani zahiri ve batıni latifelerini açmak ve parlatmakla mükellef. Zamanın korkunç debisinden zihnini ve ruhunu alıkoyamayan insan, (varlığı dolayısıyla kendi varlığını derinlikten mahrum, iki boyutlu algıladığından) cama yapışan ama kanat çırptığı için gittiği zannıyla tatmin olan sineğe benzetilebilir. Ruhu cisminin, hissi nefsinin, zihni aktüalitenin esiri beşerin asil özgürleşme ideali ömür denilen şu kısa müddetçik için/içinde ne kadar acıklı/acınası.
Zamana dair farklı nazariyeler insanın farklı veçhelerine baktığından zamanın farklı tezahürlerini yansıtmakta. Tarihi hadiselerin farklı yorumlanışı dahi bir nebze bu kurucu nazariyelerle alakalı. Aristo, zamanı öncesiz ve sonrasız aynı noktaya dönüş olarak nitelerken onu bir küre olarak düşünmeyi salık veriyor. Platon nazarında bir çember olan zaman, terakkici, evrimci, çağdaş anlayışta düz bir hat şeklinde tanımlanmakta. Zamanı birbiri ardına muttasıl anlardan mürekkep bir çizgi şeklinde yorumlamak da bunlara benzer kadim bir yaklaşım.
Molla Sadra, “Zamanı süreksiz anlardan (zaman atomlarından) oluşmuş sayan feylesoflar gelip geçmiştir.” dese de bu yaklaşımın zaman içre bir zihin için gayet kullanışlı bir simülasyon olduğu söylenebilir. Sadra, “Zaman hareketin çocuğudur, nerede hareket yoksa zamana da yer yoktur.” diye ekliyor. İşrakiyunun büyük dâhisi Sadra, Gazali gibi zamanın maddeyle var olduğuna kânidir fakat Gazali’den farklı olarak zamanın mahiyetini de tartışmaktan kaçınmaz. Eflatun’a uyan İbn-i Sîna’nın tersine zamanı, aşkın, kendi kendine varlık sahibi bir cevher olarak görmeyen Sadra; Aristo’nun “Zaman, arazdaki hareketin sayımıdır” görüşünü reddeder ve buna karşı ünlü hareket-i cevherî kuramını va’z eder.
Sadra’nın asrîsi Descartes ise zamanı, birbirinden bağımsız zaman atomlarının (ân-ı seyyâlelerin) birbiri ardına dizilmesi şeklinde tarif etmekte ısrarcıdır. Mekân kütlelerin özünü oluşturan özellik, yani maddî cevher denilen şeydir. Descartes’ta Sadra gibi cevher-araz farklılığına kânidir fakat Descartes imaginative manada akla uygun olanı var olanla eş gördüğü için zamanı parçalar halinde değerlendirmektedir. Her bir anda oluşan maddî farklılaşma arazî olduğu için Descartes’e göre zaman atomları arasında hususî bir bağ da söz konusu değildir. Bu yüzden Descartes (tıpkı İbn Arabi gibi) hiçbir şeyin bir andan diğer bir ana yaratıcı gücün izni olmadan geçemeyeceğini savunur.
Zamanın ezeliyeti ise farklı bir cephede başka bir sorun teşkil etmekte. İbni Rüşd, kelâmcılar ile filozoflar arasında çok tartışılır olan âlemin ezeliyeti meselesinde, fikirler arasında aslında çok büyük bir farklılığın söz konusu olmadığını söyler. Aristo hareketten yola çıktığı ve maddeyi ezelî gördüğü için zamanın ezeliyet ve ebediyetine kânidir. Eflatun ise varlığı muhdes/yapılmış kabul ettiğinden, zamanın ezelî olamayacağını fakat ebedî olabileceğini söyler. Zamanı hareketin çocuğu gören Sadra ise hareket-i cevherî kuramıyla birlikte, âlemin dolayısıyla da zamanın ezeliyeti fikrini çürütür.
Daha birçok farklı görüşün bulunduğu bu konuda İbni Rüşd’e hak vermek zor. Zira fikirler arasında birbirinin tam zıttı gibi görünenler bile mevcut. Fakat İbni Rüşd bir manada haklıdır. Olaylara farklı açılardan bakmanın getirdiği farklı yorumlamalar farklı görünen söylemleri açığa çıkarsa da her görüş birçok ortak nokta içermekte ve kendi içerisinde büyük oranda tutarlılık arz etmektedir. Bu yüzden fikren takip ettiğiniz ister bir filozof ister bir kelâmcı olsun; sizi tutarlılığıyla kendi paradigmasına ikna etmesi mümkün.
Spinoza, bütün bu farklı görüşlerin mevcudiyetinin sebebini çok güzel özetler. Spinoza’ya göre bir varlık olan insan, başka bir varlık olan zaman içinde varlık hakkında düşündüğü için, varlık yine varlık hakkında düşünmüş olur. Bu yüzden Ethica’nın yazılması ancak aşkın bir güç tarafından mümkündür. (Yani vahiyle…) Paremendies ve Eflatun da bu noktaya aşılamamış bir problem olarak parmak basarlar. Spinoza’nın bu sözü, zaman hakkındaki hatalı görüşlere haklılık payı tanımasıyla isabetli bir yaklaşım içerse de insan ait olduğu varlıktan yola çıktığı için zamanı bağıl bir konuma indirgemekte ve zaman kavramı da içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.
Aynı problem tarih yazımında tekrar hortlayıp önümüze dikilmektedir. Özellikle Hegel ile zaman, sosyal hadiselerin anlaşılmasında temel noktayı teşkil ettiğinden; benzer bir sorun tarihin yazılıp yorumlanmasında karşımıza çıkmaktadır. Acaba zamanı kavram olarak zaman dışı gören Kojeve’in dediği gibi insan zamana maruz mu kalmaktadır yoksa tarihi hem yapan hem yazan hem de okuyan belirleyici unsur mudur? Zor bir soru. Ancak anlaşılan o ki zaman, en spirtualist hayat görüşlerinden, en pozitivist metodolojilere kadar her ekol için bütün prensiplerin üzerinde bir prensip olma niteliğini korumakta.
İzafî kabul edilen zamanın bu kadar geniş bir fikir coğrafyasına yayılmasında ana sebep herhalde fizikten metafiziğe her konunun vazgeçilmezi olmasından kaynaklanmakta. Hangi yönden, hangi açıdan bakılırsa bakılsın farklı görünüm arz eden zamanın kafesinde bir mahkûmu olarak tarifini yapmaya çalışmak belki de fuzuli bir çaba. Razi gibi dev bir dehanın çözümsüzlüğüne kanaat getirmesi de herhalde bundan. Sonuçta Parmendies’in dediği o ilk noktaya geliyoruz: “Zamanda olmak aklî olmamak, kavranabilir olmamak, dolayısıyla da var olmamaktır.” (devam edecek)