YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Ümmetin, kaba softa ham yobazlarla imtihanı ilk değil, muhtemelen son da olmayacak.
Dilinden din düşmeyen ama dini, kendi ikbâl ve çıkarları uğruna kullanan,
Dünyayı sadece iki renkten ibaretmiş gibi gören ve ara tonlara tahammülü olmayan,
Ötekileştirdiği insanların hayatını hiçe sayan, hatta sırf kendisi gibi düşünmediği için en has bir dindarı bile tekfir etmekten çekinmeyen,
İşin merkezine benliklerini koyup keyiflerine göre nassları esneten, asıl, usûl ve yöntemden habersiz, Kur’an ve Sünnet’in bütününden sarf-ı nazar ederek söylemini, sadece cımbızladığı bir cümleciğe bina eden,
Dolayısıyla da kafalarına göre bir müslüman portresi belirleyen, üstelik başkalarına da bunu empoze etmeye çalışan kaba softa ham yobazlar!
Ne acı ki bizim dünyamız bu tiplerle dolu.
Aslında burası, Bediüzzaman Hazretleri’nin neşter vurduğu yer; zira fakirlik, cehalet ve tefrikadan besleniyor, kullandıkları dil ile saf ve duru insanları peşlerine takabiliyorlar!
Onun için bilen, okuyup yazan, eğitimli insanlardan haz etmiyorlar!
Okula, okumaya ve kitaba düşmanlar!
Zira eğitim seviyesi arttıkça halk nezdindeki destekleri düşüyor!
Kur’ân’ın ifadesiyle bu, bir Firavun taktiği; yarınlarını düşünemez haline getirdiği insanları, aç ve muhtaç bırakma ve gününü gün eden hafif meşrepliler haline getirerek onları kolay gütmek taktiği.
İnsan bu; Cennet ü Cinân’a yürürken çadırın cidarına takılabiliyor!
Üstelik bunun örneklerini her devirde görmek mümkün.
Kalplerini İslâm’a ısındırıp gelişlerini kolaylaştırmak için müellefe-i kulûba dünyalık verirken Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) bile itiraz ettiler. Kendilerini başkalarıyla kıyasladı ve “Benim hissem ile Ubeyd’inkini, Akra ile Uyeyne arasında bölüştürüyor!” deyip şiirleriyle Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) tenkit etmeye başladılar. Halbuki o gün, Abbâs İbn-i Mirdâs’a da ‘meccânen’ kırk deve verilmişti. O ise kendisine verilene değil de başkasının elde ettiğine odaklanmış, bunu bir statü farklılığı olarak algılayarak sızlanmaya başlamıştı.
Ci’râne’de Allah Resûlü’nün yanına, Temîm kabilesinden Zü’l-Huveysıra adında bir adam geldi. “Yâ Muhammed!” diyordu. “Bugün ben, Senin yaptıklarına tanık oldum; Senin adaletli davranmadığını görüyorum, âdil ol!”
Ortalık buz kesmişti. Fahr-i Rusul Efendimiz, “Şayet Ben de âdil olmazsam, işim bitmiş demektir!” buyurdu ve ilave etti:
“Yazıklar olsun sana! Şâyet adalet, Benim yanımda değeri olan bir fazilet değilse o zaman kimin yanında adaletten bahsedilebilir!”
Gelişmelere şahit olan Hz. Ömer’i de çileden çıkaran bir davranıştı bu ve Efendimiz’in yanına yaklaşarak, “Yâ Resûlullah!” dedi. “Şu münafığı bana bırak da boynunu vurayım!”
Nebevî ferman başkaydı ve önce “Böyle bir şey yapmaktan Allah’a sığınırım!” buyurdu. Sonra da kulağımıza küpe olması geren şu ikazlarını sıraladı:
“Onu kendi hâline bırakın; zira ileride onun gibi başka insanlar da zuhûr edecekler! Onlar, din konusunda belki çok derin bilgilere ulaşacaklar; Kur’ân’dan başlarını kaldırmayacaklar ama bu, gırtlaklarından aşağıya inmeyecek ve okun yaydan çıkıp da gitmesi gibi dinden uzaklaşacaklar! Bir kere ok çıkıp da gittikten sonra ne yaya bakıldığında oktan bir şey görülebilir, ne okun ucunun konulduğu yerde bir iz kalır ve ne de kirişin olduğu yerde oktan bir eser bulunabilir! Zira o, çoktan hedefine ulaşmış ve hayvanın karnını delip kana bulaşmıştır! Aynı zamanda sizler, onların namazları yanında kendi namazlarınızı; oruçları yanında da kendi oruçlarınızı küçümsersiniz!”
Sadaka Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem).
Günü geldi, Harûrâ’da mayalanan Hâricî zihniyet, ortalığı kaynattı; kendi çizgilerinde görmedikleri, aynı minvalde düşünüp hareket etmeyen herkesi hedefledi, bir kulup takıp dişlemeye başladı!
Nasibini almayan yok gibiydi!
Ne akıl vardı ne de mantık!
Dilleri kobra, hisleri sırtlan, eli kanlı muhteris zorbalardı!
Kerbelâ’yı kana bulayanlardan birisi, Abdullah İbn-i Ömer’e (radılallahu anhümâ) gelmiş, üzerinde sivrisinek kanı olan elbise ile namaz kılmanın hükmünü soruyordu. “Fe Sübhânallah!” dedi, İmam. “Adama bakar mısınız; Resûlullah’ın, ‘Hasan ve Hüseyin, dünyada Benim iki reyhânemdir’ buyurduğu evladını öldürenler, şimdi bana sivrisineğin kanını soruyor!”
Basra yakınlarında Abdullah İbn-i Habbâb ile karşılaşmışlardı. Kendisi de “sahâbe” olan Hazreti Abdullah (radıyallahu anh), Mekke’nin çilekeş sahâbisi Habbâb İbn-i Erett’in oğluydu. Önce ona, kim olduğunu sordular ve kendisini güvende hissetmesini söyledi ve sorulara da doğru cevap vermesini istediler. İlk soruları, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osmân hakkındaydı. Tabii olarak her iki halifeyi de hayırla yâd etti; başlangıçta da sonunda da Hz. Osmân’ın, haklı olduğunu ifade etti. Hz. Ali ile ilgili sorularına karşılık, “O, Allah’ı sizden çok iyi bilir ve sizden daha dindardır; görüşü de sizden daha isabetlidir!” deyince bundan hoşnut olmadılar: “Sen hevâya uyuyor ve kişileri, işleri ile değil adları ile tanıyorsun. Allah’a yemin ederiz ki seni görülmedik bir şekilde öldüreceğiz!” dedi ve Hz. Abdullah’ı şehid ettiler. Bununla da yetinmedi, yanındaki hamile eşinin karnını yardı ve onu da işkenceyle öldürdüler.
O gün istedikleri hurmayı, “Alın, sizin olsun” diyerek kendilerine bedava vermek isteyen bir Hristiyan’a, “Vallahi de biz bunun parasını vermeden alamayız!” demişlerdi. Görüp duydukları karşısında taaccübünü gizleyemeyen adam şöyle diyordu:
“Bu ne garip şey; Abdullah İbn-i Habbâb gibi birisini öldürüyorsunuz ama parasını vermeden bizim hurmamızı bile almak istemiyorsunuz!”
Bu mantaliteye bugün hiç yabancı değiliz.
Dillerde din bezirganlığı ama hak-hukuk hak getire!
Sanırım, bizim coğrafya, küllerinden yeni bir Câhiliyye doğurdu.
Sapın-samanın karıştığı bu demlerde istikamet zordur.
Üstelik, kimsenin elinde beraat senedi de yok.
Öyleyse, Ci’râne’deki Nebevî ikaz, hepimizin kulağında bir küpe olsun!