YORUM | HAKAN ZAFER
Kendi boyumu çok ölçüyorum; mezura, metre ile değil. Olay, bakış, tavır, bilgi-cehalet, vs. ne denk gelirse kendime tutup ölçüyorum. Yorucu mu, yorucu ama boy ölçüsünü dışardan almak kadar değil.
Son dönemlerde, havada hem bireysel hem de küme küme alınmış boy ölçüleri uçuşuyor.
Tutuştuğumuz kavgaların hasarlarını boyumuza tutunca anca alınabilecek ölçüler bunlar.
Uzama, artma, büyüme ölçülüyor; ya eksilme?
Azalma, bir bir yitip gitme de ölçülür olmalı.
Mesela, kendini ait hissettiği toplumun, topluluğun bir vasfının da (özellikle söylem ve görünüşte) dindar olmasını istememeye başlamış kuşakları öylece çaresiz bırakıyoruz. Dindar gözüktüğünde kendini özel hissetmediği gibi aksine sınandığını düşünüyorlar. Onların nazarında model alınmaktan çıkmış ama saygı duyulma hali, yavaş yavaş soğuyan bir taşın sıcağı gibi devam eden kimselere dönüşüyoruz.
Vebale yer aramak için değil ama kendi gibi inanmayan kimselerin takdirine muhtaç ettiğimiz nesiller ne olacak? En azından, inandıkları dine dair sahih bilgi ihtiyaçları boynumuza borç değil mi?
Ahlâktan, ilkeden yoksun tutarsız riyakâr davranışlarla anlatmış olmak neyi kurtarır? “Yooo, hiç de öyle olmuyor, eğer anlattığın gibi olsaydı…” dedirtmek gibi karşı delil üretme maharetimiz var, takdir(!) mi edilir eyvah mı çekilir bilmiyorum.
Uzaklaşmanın ya da uzaklaştırmanın ölçüsünü de kaçırıyoruz. Özlemesini ya da arada başı sıkışınca geriye bakıp “Olsaydı ne yapardı acaba?” diyebilecekleri birileri olarak kalmıyoruz. Onlar da, hatırlatıcı her şeyi eskiciye veren kimselere dönüşünce umut besleyememek gibi bir maraza müptela oluyorlar.
*****
Kavgalar eksiltiyor bizi, ihmal ediyoruz, yanımızda durmaya evladımız bile heveslenmiyor.
Karşı cephe varlığına dayalı devamlılığın getirdiği körlüğü atlatamıyoruz. Kimisi ırk alıyor karşısına kimi devlet, kimi ideoloji kimi din, kimi mahalle kimi şahıs. İlla karşıda iyiliğimizi istemeyen bir şeyler oluyor.
O kadar ayırıyoruz ki kendimizi bir kenara, bize bulaşana ecel getirtmeyi marifet bilip cami duvarı feda ediyoruz. Yetmiyor, duvar kirlenmişse bir köpek gidicidir diye seviniyoruz. Duvardaki kiri, kazançla çıkmanın nişanı sayıyoruz.
Garip değil mi?
Ya kirlenen duvar, ya kirli diye duvara yakın durmayıp gidenlerimiz?
Hem, duvarını ite köpeğe hedef bırakmanın basiretten, makullükten yana nasibi yokken…
Peki, duvarı temiz tutunca köpeğin eceli ertelenmiş olur mu, pek merak etmiyorum belki o sebeple bilmiyorum. Onun da derdini başımıza saracaksak, vay ki ne vay…
Her durumda kenardan “ne yapalım, o da …” diye diye sıyrılma becerisini(!) de azımsamıyorum ama şu soru dilimin ucuna Birinci tütünü gibi takılıp duruyor; Bizi seçilmiş ve sonrasında korunmuşluk düşüncesine itiyor diye, çantadaki kekliklere kıymak, kıyılmışı “zayiattan” sayıp alışmak, neden hep kolay oluyor?
İnandığımız dinden yana seçkiniz(!) diye o dine dair emek ortaya koymaktan muaf mı oluyoruz? Zahmet etmeyin ne olur, bu son cümleye şerhi kendim koyacağım, müsterih olunuz; “İnanıyorsanız üstünsünüz” ayeti (Al-i İmran 139), kimseye bireysel ayrıcalık, hele hele dokunulmazlık asla sağlamaz, o işin izahı başka. Burada dine harcanan emekten de kastım, elbette toptancılık değil, dini bilginin, kültürün hayatla beraber taşınabilmesi adına gösterilen, hani sonrakilere kavgalardan nefes alıp nakledemediğimiz, daha doğrusu nakledebilecek kadarıyla meşgul olamadığımız entelektüel çabadır.
Mücadele ya da organizasyon yeteneğinden başkaca bir miras bırakmama adına elimizden geleni yapıyoruz.
Ne desem, nasıl desem bilemiyorum ama çok eksiliyoruz çok, ölçüp tartanımız yok ey Ehl-i iman!
Teşekkür ederim Hakan kardeş.
Aylardır belki yıllardır böyle bir yazı bekliyorduk. Esas musibet dine gelendir derken insanlarımızın itikadi manadaki kayıplarını kim dile getirecek beklentisine cevap anlamında bir başlangıç olmasını ve devamını diliyoruz.