YORUM | EKREM DUMANLI
Geçmişte çekilen hapishane filmlerinden birinde, gardiyanlarla mahkumlar arasında itişme yaşanır, bu esnada gardiyanın şapkası yere yuvarlanır. O günlerin sansür kurulu “bir Türk gardiyanının şapkası asla yere düşmez” gerekçesiyle filmi yasaklar. Kurulun mantığına göre Devlet kutsaldır ve filmde ortaya konacak böyle bir zafiyet, devletin temellerini sarsabilirdi!
Türkiye’de kaç nesil “devlet memurunun düğmesine dokunmanın cezası altı aydan başlar” telkinleriyle yetişmedi mi… Ödü koptu herkesin. Bu telkinler nedeniyle böyle dehşetli bir suçu (!) işleyenler en ağır cezalara çarptırılmayı hak ediyordu…
Bir zaman geldi devletin bu kutsanmış gücü sorgulandı. Özellikle Merhum Turgut Özal döneminde “Devlet mi, insan mı?” sorusu sıkça soruldu. Rahmetli ısrarla devletin çok büyük olduğunu, küçültülmesi gerektiğini, vatandaşlık haklarının genişletilmesine ihtiyaç duyulduğunu söyledi. Haklıydı. Devlet o kadar güçlü ve büyüktü ki vatandaş, kendisine hizmetle yükümlü olan devletin gücü altında inim inim inliyordu.
Devletin askeri, devletin polisi, devletin memuru, devletin valisi…
Yurttaşlar, toplum, sivil toplum, insan hakları… Hepsi de devlete kul köle olmakla mükellefti. Fertler devlet için vardı; devlet vatandaş için değil. Devletin bekası için her şeyi feda edilebilirdi.
Erdoğan ve AKP’nin kurucuları, devletin aşırı gücünü azaltmayı vaat ederek iktidara geldi. Bir de slogan uydurmuşlardı: “Bireyi yaşat ki devlet yaşasın.” Avrupa Birliği uyum yasaları hep bu mantıkla çıkarıldı. Birey hakları genişleyecek, devlet modern demokrasilerdeki sınırlarına çekilecekti.
Erdoğan ve ekibi, 2002 ile 2012 yılları arasında birey haklarını önceleyen politikaları hayata geçirdi. Ta ki 2013’te Gezi Olayları ve 17/25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarına kadar…
İstanbul seçimlerini kaybeden Erdoğan, allem etti, kallem etti; seçimi iptal ettirdi. Çünkü İstanbul’un muazzam rantı elden uçup gidiyordu. Sadece İstanbul rantı değil; aynı zamanda kişisel ve aile saltanatı da sarsılıyordu. Karizma bir yerle bir olmuştu.
23 Haziran seçimine birkaç gün kala tekrar sahalara dönen Erdoğan yine ilginç açıklamalar yaptı. Ekrem İmamoğlu’nun ‘devletin valisi’ne ‘it’ dediğini ve bunu diyen birinin özür dilemedikçe belediye başkanlığı koltuğuna oturamayacağını iddia etti. Bu geleceğe yönelik bir hazırlık cümlesiydi. Yani demek istiyordu ki ‘Kazansa bile yargı yoluyla İstanbul Belediye başkanlığını bitiririm.’
Şimdi İmamoğlu ikinci kez İstanbul Belediye Başkanı seçildi. Saray Yargısı bu sözleri emir kabul edip harekete geçecek mi? Harekete geçerse meşru bir zemini var mı?
Önce bir ilke tespiti yapmak zorundayız: Bir valiye (ya da kamu görevlisine) ‘it’ denebilir mi? Gerçi İmamoğlu ‘it’ değil de ‘basit’ dediğini söylüyor ama Erdoğan’ın umurunda mı!
Tabi ki değil.
O şimdi kendisini ikinci defa hezimete uğratan genç politikacından intikam alma hesapları içinde.
Ona göre seçim kazanmak için her yol mübah. Öyle olmasaydı aylarca rakiplerini teröristlerle işbirliği yapmakla suçlayıp sonra da ‘teröristbaşı’ dediği PKK lideri Abdullah Öcalan’dan medet ummazdı…
Neyse… Konumuza dönelim:
Devletin valisine ‘it’ denir mi? Denmemiş ama dense n’olur?
Devletçi kafaya göre valiye ‘it’ demek de bir filmde gardiyanın şapkasını düşürmek de suçtur. Cumhurbaşkanı’na hakaret davaları sayısında dünya şampiyonu bir ülkeyiz; vesselam…
Evrensel hukuk, bırakın valiyi, devlet başkanlarına bile en ağır sözleri sarf etmeyi; hatta alenen küfretmeyi ‘düşünce özgürlüğü’ sayıyor.
Seçildiği günden beri ABD Başkanı Trump için söylenen sözlere bakın, ne demek istediğimi hemen anlarsınız. Girin internete yüzlerce örnek bulursunuz. Seçim öncesi Trump’ın yüzüne bir yumruk atmak istediğini söyleyen ünlü aktör Robert De Niro, seçildikten sonra katıldığı bir ödül töreninde milyonların önünde kürsüye çıktı ve defalarca küfretti. Seyirciler bu küfürleri ayakta alkışladı. De Niro’nun yaptığı eleştirinin ötesinde bir davranıştı ama ne göz altına alındı ne de dava açıldı.
Neden?
Çünkü evrensel hukuk ‘Public Figure’ ya da ‘public official’ durumundaki kişilere en ağır eleştiri yapmayı ifade özgürlüğünün bir parçası sayıyor. Hakarete ve ağır eleştirilere muhatap olan kişiye diyor ki ‘Sen herhangi biri değilsin. Siyasete atılıyorsan, insanların sana öfke ile bir şeyler söylemesini de içine sindireceksin…’
Eski Yargıtay içtihatları da AİHM karaları da ağır eleştiriyi düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirir.
Yani?
Herhangi bir insana söylediğinde hakaret sayılan ve cezai yaptırımı olan kelime ya da cümleler devleti yönetmeye talip kişilere söylendiğinde suç olmaktan çıkıyor.
İşin aslı şu: Erdoğan seçim kaybetmeye hazır değil. İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Adana… Hepsini de bir bahane bulup kayyım atamak suretiyle gasp etmeyi düşünecektir. O yüzden sümen altında beklettiği uydurma dosyalarla hem Ankara’da Mansur Yavaş, hem de İstanbul’da Ekrem İmamoğlu için planlar yapıyordur.
Bir zamanlar ‘milli irade’ kavramını sakız gibi çiğneyen Erdoğan, o sözcükleri çoktan tükürüp attı. Belediyelere kayyım atadığında o iş çoktan bitmişti. Bırakın muhalefet partilerini, kendi partisinin belediye başkanlarını şantajla tehditle al aşağı ettiğinde milli iradenin tabutuna çiviler çakmıştı.
Tek adam sistemi şahane. Gerisi bahane. Yok efendim ‘devletin valisine it demişmiş. Palavra. Kaldı ki bazen ite ‘it’ demek de gerekebilir…
Bana göre bir politikacının ‘it’ demesi şık değil; ama başkanlıktan azil vesilesi akla ziyan bir çılgınlıktır. Demokrasiyi katletmektir…