Münafıklık paradoksu

Yorum | Emine Eroğlu

“Theseus, Grek mitolojisinin yiğitlerinden, anlı şanlı yiğitlerinden biri. Girit labirentlerindeki Minotaur’u Ariadne’nin yardımıyla [labirentte yolunu yitirmesin diye bir yumak yün verir ona] öldürüp Helenleri büyük bir beladan kurtardığında, bir kahraman olarak karşılanır.
Atinalılar onun bu yiğitliğinden o kadar memnun kalırlar ki, Theseus’un Girit’e gidip döndüğü gemiyi bu yiğitliğinin karşılığı olarak korumaya karar verirler. Limanda demirlemiş geminin durdukça çürüyen ahşabını da değiştirir, her defasında eski tahtalarının yerine yenisini koyarlar.
Bu böyle sürüp giderken, Atinalılar arasında bir tartışma başlar, Plutharkos bu tartışmayı şöyle aktarıyor: “Bir süre sonra bazı Atinalı’lar geminin Theseus’un gemisi olmaktan çıktığını, yeni ve bambaşka bir gemi olduğunu savunuyor, bazıları da onu Theseus’un gemisi olduğunu öne sürüyorlardı.” (Hilmi Yavuz’un anlatısıyla)

“İSLAMCI ZİHNİYET” GEMİSİ

Öyle zannediyorum bugün muhafazakar kitlenin, kendilerine iktidar zaferi kazandırdığı için koruma altına aldıkları “İslamcı zihniyet” Theseus’un gemisinden başka bir şey değildir. Geminin iddialarla inşa edilmiş herbir tahtası menfaatler karşılığında defalarca değiştirilmiş, öyle ki değiştirilmedik çivisi dahi kalmamıştır.

Muktedirlerin itiraflarına ve reel göstergelere aldırmadan onun aynı gemi olduğunu savunan fanatikler hala var. Fakat zulmü meşrulaştırmakla görevli tüm fetvacılara rağmen, artık o geminin parçalarını ilk bindikleri gemiyle tevil etmekte zorlananlar çoğaldı.

“Gemi, son çivi çakıldığında mı Theseus’un gemisi olmaktan çıkmıştı, yoksa ilk tahta söküldüğünde mi o artık Theseus’un gemisi değildi?” diye sorma sırası aldatıldığının farkına varanlarda.

Fakat ne yazık ki, bu farkına varış ekseriyet itibariyle vicdani bir uyanış değil.

Tartışma büyük ölçüde kim kimden daha şirret, geminin enkazı kimin üzerine kalacak, din tüccarlarının hakim olduğu bir pazar ne satılarak ele geçirilecek seviyesinde cereyan ediyor.
Muktedir halkını o kadar çok kandırmış ki, artık kendini gizlemeye üşeniyor. Düşen maskeler ardında görünen yüzler tarafgirleri bile ürkütüyor. Vaadler tekrar edilip durmaktan eskimiş. İtiraz sesleri gemiyi terk edenlerden çok çaktığı çivinin parasını tahsil edemeyenlerden yükseliyor. Alternatif bir Theseus gemisi arayışı içerisinde olanlar “rejim muhafızları” tarafından önce nankörlükle sonra da ihanetle suçlanıyor.

MÜNAFIĞIN ÇELİŞKİSİ

Zaten münafıklık bir anlamda hakikatin içerisinde durup hakikati yalanlamanın paradoksu değil mi?

İlahi olanı değersizleştirmenin, beşeri olanla değiş tokuş etmenin.
Siyaseti dinin, muktedirlerin yalanlarını ilahi beyanın yerine koymanın. Nuh’un gemisinin tahtalarını söküp yerine yavaş yavaş Truva atının tahtalarını çakmanın…
Şehit cenazesine yaslanıp nutuk atmanın. Kendi kurguladığı darbeyi Allah’ın lütfu olarak karşılamanın. Aldığı emri yerine getiren mazlum bir harbiye öğrencisini müebbetle cezalandırmanın…
Münafıklardan bahseden surenin ilk ayetinin “münafıklık paradoksu”na ilişkin olduğunu hatırlayın:
“Münafıklar sana geldiklerinde: “Biz, senin Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik ederiz.” derler. Allah da senin Kendisinin elçisi olduğunu elbette bilir. Bununla beraber, Allah, onların bunu söylerken yalan söylediklerine şahitlik eder.” der Allah.
Yani münafık doğruyu da söylese yalan olarak söylemektedir.
O, önce kendi kendinin yalancısıdır. Sonra kendi yalanının ifşacısı. Kendi ifşasının inkarcısı. Kendi inkarının inkarcısı…
Bu yüzden, bütün münafıklar iftiracıdır. Ve totaliter rejimlerde muktedirler attıkları iftiralarla kendi halklarını da yavaş bu paradoksun içine çekerler.

DİNDARLARIN DİLEMMASI

Bazı Nurcuların, içinde dokuz cani, bir masum olan gemiyi batıramayacaklarını öngören uhuvvet risalesini okumaya devam ederken gemi batırmaya da doyamamaları bir paradokstur mesela.

Sermest-i aşk olan Mevlana’nın adını dilinden düşünmeyenlerin nefret söylemi bir paradokstur.
İslamcıların değil, ama ehl-i tasavvufun yüzlerindeki ve dillerindeki küfür ve huşunet bir paradokstur…

Camiye gidip gelenler, muktedirin hırsız olduğunu bilir, fakat dürüstlüğüne inanır. Yalanın haram olduğunu bilir, ama yalan söyleyeni alkışlar. Ahlaken kokuşmuşluklarına alenen şahitlik etse de, yöneticilerinin ahlak bekçisi olduğuna ikna olur.
Namaz kılmayanlardan namaz, gözyaşı kurumuşlardan merhamet dersi alır…

Ve bu, Allah’ın tayin ettiği bir vakte kadar böyle sürüp gider.. Her cemaat, her tarikat, her fikir ayrı ayrı sınanır.

O ARADA

Rejimin demokrasi olmadığı, bütün kurumların çöküşüyle açığa çıkar. Kültür ve tarih yağmalanarak tüketilir. Ülkede paraya tahvil edecek değer kalmaz. Edenler bulduklarından memnun kalmadığı için suskun şikayetler toplumsal sıkışmalara sebebiyet verir. Homurtular yükselir. Yargılanmaktan ölümüne korkanlar “Din elden gidiyor!” çığırtkanlığına sığınır. Muktedirlerin diyet borcu olduğu alacaklılar kapıları aşındırır. Çatışmalar kışkırtılır…

O arada masumiyet ülkeyi terk etmiş, mazlumlar gördükleri zulümle cebren bu fasit dairenin dışına itilmiştir.
Son sahnede, kim bilir kaç yıldır yuvarlanan bir kayanın cehennemin dibine düşerken çıkardığı uğultu işitilir…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin