Yorum | Emine Eroğlu
Ne çok insan tanıyoruz artık.
Ne çok insanı hikayeleriyle tanıyoruz.
İsimler emanet ediliyor bize her köşede.
Dualar biriktiriyoruz.
“Oğlum on sekiz aydır içerde. Mahkemesi var, dua edin” diyor, ciğergâhından kopan “âh”la yaralı bir anne. Birden onun evladı sizin evladınız, onun duası sizin duanız oluveriyor. Geceler boyunca dilgir oluyorsunuz.
Gözü yaylı bir kadın, tefriciye dağıtmaya çalışıyor, hapisteki kocası için. Bir diğeri Meriç’ten geçmeye çalışan kardeşi için Fetih okumanızı istiyor.
Ve liste uzayıp gidiyor.
Dua ettiğiniz herkes âşinânız oluyor. Size dualarını emanet edenler de… Simaları unutuyorsunuz, ama hikayeleri unutmuyorsunuz.
Burada olmasa da başka bir âlemde elbette… diyorsunuz.
“Sen o musun?” diye sorduklarınız oluyor ara ara. “Sen Yusuf musun? Hiç tanımadan, kim olduğunu bilmeden geceler boyu dua ettiğim. O sen misin?”
Nasıl bir sevinç Allah’ım!..
Varlığın en derin sancısıyla sarmai dolaş, nasıl dupduru bir lezzet!..
Cehennemin bir adının da “firak,” yani ayrılık olduğunu düşünüyor, Cennet’i vuslatların bitimsiz hazzıyla yeniden tanımlıyorsunuz.
“Darısı tüm kardeşlerimiz, tüm masumların başına.” deyip ağlaşıyorsunuz karşılıklı.
Üzerinize rahmet yağmurları yağıyor.
HİZMET VARSA ÜMİT DE VAR!
Mektupları okuyup “görülmüştür” diye damgalayan görevlinin kendilerine, “Ben size yedi sayfadan fazla yazmayın demedim mi? Bıktım sizin aşk mektuplarınızı okumaktan!” diye çıkıştığını anlatıyor, hapisten yeni çıkan bir “abi,” gülümsüyorsunuz.
Eşinin, “Ben içeride çok inceldim” cümlesini “zayıfladım” olarak anlayıp endişelenen ablayı hatırlıyorsunuz. Sonra o ablanın endişesinin, yirmi yıllık eşinin ilan-ı aşkıyla nasıl hayrete dönüştüğünü…
“Bakma kötülüğün saltanatına.” diyorsunuz, soran olursa, “Hizmet varsa iyilik de, var ümit de!”
Sıladakiler, uzaklaşan yakınlarının dehşetini; gurbettekiler, hiç tanımadığı bir ülkenin vahşetini duysa da ruhunda, dehşet ve vahşetleri ülfet ve ünsiyete çeviren bir Rahmet eli var.
İhtiyacını hissettiği komşusuna, “Bahçendeki kayısıları topla, tezgahta satayım” diyen pazarcılar. Kirasını ödeyemeyen mağdurun kulağına, “Endişe etme, geçecek bugünler.” diye fısıldayan ev sahipleri. Hapse girerken “çocuklarımı meyvesiz bırakmayın” diyen öğretmenin evini manava çeviren komşular var.
Var. Halâ var.
Mazlumlara yardım etmek için mantı, gözleme satan ablalar. Kaç aile geçindirebilirim derdiyle oturup kalkan abiler. Zalimin her türlü esbab-ı cefasını toplayıp geldiği zamanlarda bile dağılıp çözülmeyen civanmertler. Canından vazgeçip iyilikten vazgeçmeyen “yürek yemişler” var… “Gayet az ve zayıf”lar. Ama şükür ki varlar.
Değil midir ki ihlas, en büyük kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en sağlam bir dayanak noktası, insanı maksadına ulaştıran en kerametli vesiledir…
Kaderin üstünde bir kader var.
HEP AYNI DUANIN İÇİNDEYİZ
Pek çoğu itibariyle, dünyanın bir ucunda kendilerine yana yakıla dua eden birilerinin olduğunu biliyorlar.
Dik duruşlarıyla dikleştiğini omuzlarınızın. Gördükleri rüyalarla teselli bulduğunuzu… Hikayeleriyle avunduğunuzu…
“Ben içerdeyken sen?…” diye başlayan olursa cümlesine,
“Neredesin, diye sorma” diye cevap veriyorsunuz içinizden, “Sen neredeysen ben de ordayım. Birimiz zindanda, birimiz gurbette olsak da, ikimiz de seccadedeyiz.
Yüzümüz aynı yöne dönük. Kalbimiz de…
Sesim senin sesin. Gözyaşlarımda sen varsın.
Senin nazarınla seyrediyorum senden esirgenen kainat meşherini.
Senin çocuklarınla paylaşıyorum ekmeğimi.
Yolum da sensin, yoldaşım da.
Derdim de, çabam da sana dair.
Hep aynı duanın içindeyiz. Aynı büyük hikayenin….”
İYİLİĞE MANİ OLAMAZSINIZ
Hala etrafınızda zulümden yana cümleler kuran varsa, kelimelerin hükmü kalmıyor artık.
Cahilleri baştan savuşturmanın en kolay yolunu deniyor, onları suizanları ile baş başa bırakıyorsunuz.
Bir mahşer uyanıklığına sakladığınız kelimelerinizi sakince tekrar ediyorsunuz: Kötülüğü aklileştirebilirsiniz ama vicdanileştiremezsiniz.
Cürmü yasallaştırabilirsiniz, ama meşrulaştıramazsınız.
Zulme rıza gösterip de masum kalamazsınız.
İnsanlara işkence edebilir, döve döve öldürebilir, yine de iyiliğe mani olamazsınız. Ellerini kollarını bağlasanız da iradelerini ellerinden alamazsınız.
“Ne kadar kibirlenirseniz kibirlenin, ne yeri yarabilir, ne de dağların boyuna erişebilirsiniz.” (İsra, 37)
Zalim seviciliğe, güce tapıcılığa devam ederseniz, azap size hiç fark edemediğiniz bir yerden gelir. Allah binalarınızı ta temellerinden yıkar, üstünüzdeki tavan tepenize çöker de ne olduğunu bile anlamazsınız… (Nahl, 26’dan)
BİR İYİLİK HİKAYESİ HATIRLARSINIZ
Kahrı ve hüznü dağıtacak bir iyilik hikayesine tutunmak istiyorsunuz.
Hazreti Hubeyb’in hayali canlanıyor gözünüzde birden. Elleri koları bağlı, idam sehpasına götürülürken düşmanın kini ve nefreti karşısındaki umarsızlığı. Kendi karakterinin gereğini sergilemek için fırsat kollayışı.
“Şu anda, senin yerinde O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmasını ister miydin?!.” sorusuna, “O da ne demek? O’nun mübarek başından, o güzelim, o öpülesi saçlarından bir tanesi kopacaksa, bin Hubeyb’in canı fedâ olsun!..” diye cevap verişi…
Kim bilir, Mekke’nin fethinde Müslüman olan müşriklerin kaç tanesinin şuuraltında bu sahneye şahitlik etmişliğin tesiri vardır, diye düşünüyorsunuz.
Benzer hikayeler üşüşüyor zihninize, daha yeni yaşanmış ve yaşanmakta olan.
Yeni dinlediğiniz bir iyilik öyküsünün içerisinde kayboluyorsunuz.