YORUM | HAKAN ZAFER
Biri hem dindar olduğunu iddia ediyor hem de bezginse, onu anlamak zor. Yıpratıcı ve de yorucu. Ellerinde tesir gücü yüksek silahları oluyor. Dil koparanından, kalp hafriyatçısına türlü şekilde geliyorlar. “Bitmiştir, kalmamıştır artık” deme lüksünüz de yok. Bir yerlerden çıkıp yine geliyorlar.
Bu bezginlik, iki tür arayışı sonlandırıyor. Bunu yaparken de inancın iki masum aracını kullanıyor: Kutsallık ve güven.
Bilgi Arayışını Sonlandıran Kutsallık
Hakikatten yana temelsiz, sırf karşıyı ikna adına sunulan bilgilerin, kutsalla yan yana getirilmeye çalışılan anlatımların, bilgi arayışını sonlandırdığını düşünüyorum.
Hürriyet zamanlarında katıldığım, kutsal sayılan mekânlara iki geziden aklımda kalan önemli bir noktayı vurgulayarak örneklendireyim. Farklı iki dinin kutsalı olarak birinde akarsu, diğerinde bir kaya parçasını görmeye gittim. İnananlarına, kâinatın yaratılışındaki ilk maddenin ne olduğu bilgisi verilirken biri o akan suyu, diğeri ise meşhur kaya parçasını tarif ediyor. Armut ağıza düşmüş bile. İnananlarının yerinde kim olsa bir daha kâinatın yaratılışına dair herhangi bir bilimsel çabanın peşine düşmez.
Pekâlâ din/kutsal, bilgi arayışını sonlandırır mı?
Akla gelen sorunun özelde İslam üzerinden cevabı nettir: Asla!
Al-i İmran suresinin 191. ayetinde, dikkatli ve özenli bir hayat için her durumda Allah’ı hatırında tutan kimselerin, yaratılış hakkındaki derin, dönüştürücü düşüncelerinden sonra ağızlarından bir cümle dökülür. Ayetin içinde insana ait bu cümlesinin aynıyla geçmesi, kutsalın bilgi arayışını sonlandırmadığını ve bu çabanın Allah’ın takdirini kazandığını gösterir.
Kuran’da, sebep – sonuç ilişkisi kursun istenen insanın dikkatine sunulan sebep ifadelerine sıklıkla yer verilir. Belki düşünürler, belki aklederler, belki ibret alırlar, belki inanırlar…
Arayışı süreç olarak anlatan ifadeler de nettir. Aklını kullananlar, düşünenler, ibret alanlar, gerçeğe ikna olacaklar, inanacaklar, varlığın özündeki hakikati arayanlar…
Kutsalın bırakın engellemeyi, yönlendirmesine rağmen, halâ mı düşünmezler, ibret almazlar, akletmezler, tedbir almazlar gibi sonuç ifadelerinden de insandan bekleneni, üzerine düşen çabayı göstermediğini anlıyoruz.
Allah, kimi yerde insanın ulaşamayacağı kadar küçük, uzak ve zor olandan kimi yerde de gözünün önündeki büyük, görünür, yakın ve kolay olandan misaller veriyor. Hayattan da ölümden de; ruhtan da eşyadan da bahsediyor. İnsanın, duygularına, duyularına, düşüncelerine seslenerek çok yönlü arayışın içine davet ediyor.
Düşünen, akleden bireyden bahsettiği gibi toplumların da akledip, derin derin düşünebileceklerini vurguluyor.
Bütün bunlara rağmen sahada uyumsuz dindarlık pratiğiyle karşı karşıyayız. Müslümanlar bilime, edebiyata, sanata yatırım yapmadıkları için yüz yıllardır bilgiyle aralarında açılan geniş mesafe, suiistimalci durgun su sinekleriyle doluyor.
Bir dünya görüşü etrafında gerçekleştirmenin bence mahsuru yok ama yalın anlamda bile öğrenci okutmak, burs vermek, okul açmak, öğretmenlik yapmak, kitap yazmak, vs. suç oluyor ve bu “suçlardan” yargılananlar dindarlık iddiasında bulunan otoritelerden müebbet(!) cezalar alabiliyor ve bu yozluğa gece gündüz demeden alkış tutuluyorsa Allah’ını seven defansa gelsin.
Hakikat Arayışını Sonlandıran Güven
Fazla veya yersiz güven de hakikat arayışını sonlandırabilir.
Yer işgal eden ehliyetsiz kimselere duyulan güven, henüz onlara işi düşmemiş kimselerin arayışını sonlandırır. İş düştüğünde ancak anlaşılan liyakatsizlik, beklenmeyen gerginliklere zemin oluşturur.
- İyi bir kişiliğin, yeterli görülen iyiliğin, ibadetin vs. hakikati arayan kişiye verdiği güvenle,
- Yakın zannettiklerimizin, ait oldukları uzaklara güveni artırmasıyla,
- Menfaat kaybı yaşamaktan korkunca elimizdekine güvenmekle,
- Sorumlusu olduğumuz işler zorlaşmasın diye güvenli ve kolay olanı tercihlerimizle
hakikat arayışını sonlandırarak gerçeğin peşini bırakabiliriz.
Güvenmek, bir başarıdır ama yersiz, zamansız ve yanlış tarafa güvenin beraberinde getirdiği bezginlikle, dertler uzun ömürlü, problemler çözümsüz, beklentiler karşılıksız hale gelir.
Son Söz
Hannah Arendt’in şu sözü, demek istediklerimi kısmen özetliyor:
“Bugünün aman vermez şartlarından kaçarak halâ bakirliğini koruyan bir geçmişe sığınma çabalarının hepsi boştur.”
Şu son paragraf hakikat yolcusu tilmiz için yeterli değil .Sonra bu güven meselesi de oldukça karışık.Nedir bu güven ve kendisini vazgeçilmez gibi göstererek güven sağlama, statikocu bir yaklaşımla bağlayıcılık elde eden cahil insanlar arasında boğdurulan ufku geniş insanları kurtaramama veya bilinçli olarak kurtarmama /olaya müdahale etmeme tilmizi köşeye sıkıştırma değil midir?
Peki tilmizi seyredenlere ne demeli?
Yani kısacası bu güven meselesi bence çözülmeli.Saygı ve terbiye, adabı muaşşeret kurallarını hayatına geçirmiş tilmizi zorlamak zamanın yıpratıcılığında olgunlaştırmak değil bilakis bataklıktaki sinekleri çoğaltmak demektir.Ve aynı zamanda tilmiz bir dayatma unsuruymuş gibi algılanarak her defasında kapıdan döndürülmüş, hak etmediği hakaretleri ve davranışları ,bulunduğu sinek kadrosunu hak eden insanların gayri insani hareketleriyle bulunduğu mevkiyi terk etmeye zorlanmıştır.
Dayısı olana kapılar sonuna kadar açılırken, çeşitli oyalamalar ve bahanelerle usta kademesindeki fakire tilmiz muamelesi yapılmaya devam edilmektedir.
Şu net olarak anlaşılmalıdır ki geçmişin bakirliğine sığınma isteği olanlar bataklıktaki sinekleri bile farkedemezler.
“İpe un seriyoruz ” tanımlamasını mübarek ağzınızdan çıkarında artık usta çırak ilişkisinde gelinen son noktayı görelim.
50,000 belki de daha fazla cürümsüz insan var içeride. Bence öncelik bu olmalı. Bu insanların kurtarılması. Bunun için KİM NE hazırlık yapıyor, bilen var mı? Bence yok, çünkü hazırlık yapan yok. Gizlilik kisvesi altında yüzbinlerce insan TR’de “ha bişey olacak, ha oldu” diye tüketiliyor. Bundan haberiniz var mıdır?
Mail…