YORUM | FAİK CAN
Kur’an gerek kâfirleri gerekse münafıkları anlatırken “Kalplerinin mühürlü olmasından” ya da “kalblerindeki hastalıktan” bahseder. Bu, cebrî bir mühür değil, bilakis insanların kendi kötü tercihleri neticesinde kalblerine basılan mühürdür. Kalb, yürek ve gönül mânâlarına gelir ve iki mânâda kullanılır. Birisi göğsün sol tarafında, sol memenin altına doğru konulmuş bir çeşit çam kozalağı şeklinde bir organdır. Bedendeki azaların hiçbirine benzemez. Hem sinir hem kas dokularının esaslarını toplayan bir et parçasıdır. Atar ve toplar bütün damarların köküdür. İçinde karıncıkları ve kulakçıkları vardır. İnsanın aza ve organları içinde kendi kendine hareket eden sadece odur.
Bu, motoru kendinden, kendi kendine açılıp kapanan bir tulumbadır. Kan dolaşımı buna bağlıdır. Ve bununla beraber bu hareketin solunum ve akciğer hareketi ile de bir ilgisi ve paralelliği vardır. Bu kalp, tıp ilminin ve doktorların meşgul olduğu bedene ait ve yeri belli olan kalptir. Buna biz dilimizde “yürek” deriz.
İkincisi, ruhanî, ilahî bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, duygu ve sezgilerimizin, düşünme kuvvetimizin kaynağı yani manevî âlemimizin merkezi bulunan, yeri belli olmayan kalptir (latife-i Rabbâniyye). İnsanın asıl hakikati ve insanı insan yapan, onu Hak nezdinde değerli kılan budur. İnsanın anlayışlı, âlim ve arif olan bölünmez kısmı bu kalptir. Allah tarafından muhatap alınan, övülen, konuşulan, azarlanan, talepte bulunulan ve sorumlu tutulan özü budur. İbadetten lezzet alan veya günahtan rahatsız olan bu kalptir. Mekândan münezzeh ve arz u semaya sığmayan Hakk, bu gönül madeninde bilinir. Bu kalp sanki ruhumuzun bir gözüdür. Sezgi bunun bakışı, akıl bunun ruhu, irade bunun kuvvetidir. Bunu, ruhumuzun kendisi olarak anlayanlar da çoktur.
Dilimizde buna da “kalb” diyoruz. Aynı şekilde “gönül” tabirini de kullanırız. Çünkü “gönlümden geçti”, “kalbimden geçti”, “zihnimden geçti”, “aklımdan geçti” dediğimiz zaman hepsinde aynı mânâyı kastederiz. Bununla beraber kalp ile gönlü ayırdığımız noktalar da vardır. Mesela “kalbin çürük” deriz de, aynı mânâda “gönlün çürük” demeyiz. Bazen yürek kelimesini de bu mânâda kullandığımız olur ki, “yürekli adam”, şecaatli ve kuvvetli kalbe sahip adam demektir.
İki kalb arasında nasıl bir ilişki vardır?
Şüphesiz mekansız olan ve manevî bünyemizin merkezini oluşturan bu ruhanî kalbin bütün beden ve cismin merkezi et parçası kalp ile bir ilişkisi vardır. Fakat âlimler ve muhakkikler bu ilginin şeklini, nasıllığını önceden ve bizzat bedenin hangi noktasıyla ilgilendiğini tayin etmede hayrete düşmüşlerdir. Ancak önceden olsun, sonradan olsun, önceden ve bizzat olsun, ikinci ve vasıtalı olsun, yapıcılık yönünden olsun, kabiliyet cihetinden olsun, her halde bunun cisim olan kalp ile de bir ilgisi olduğu açıktır.
Bedenimizde, dışa ait hareketlerden etkilenen ve onları alan aletlerimiz, açık duygularımız, sinirlerimiz, beynimiz vardır. Ama en çok etkilenen kalbimizdir. Kalbin hastalanmasında hissî üzüntülerin, gizli kederlerin ilgisi de açıkça görülmektedir. Bundan dolayı ruhanî kalbin ilk ilgisini de cisim olan kalbe bağlamak normaldir. Hemen her dilde ikisinin de aynı isim ile anılagelmiş bulunması da bu gerçeği işaret etmektedir.
Kur’ân’da, Kur’ân ilimlerinde, din ilminde, ahlâk ilminde, edebiyatta kalp denilince bu ikinci mânâ kastedilir. “Temiz kalpli adam”, “kör kalpli adam”, “kalbi bozuk”, “kalpsiz” gibi ifadelerde kalpten ne anlıyorsak, burada onu anlamalıyız. Gaybe imanda, Allah’ı bilmede, marifette, muhabbette, zevk-i ruhanide bu kalbi sezmenin, tanımanın büyük önemi vardır. Her şeyi bu kalp ile duyup da varlığının şeklinden habersiz olanlar, bunu düşünemeyenler, pozitivizmden, puta tapıcılıktan, göz önündeki cisimlere tapmaktan ileri geçemezler. Kur’an’ın bahsettiği “mühürlü kalpler” işte onlardır.
Kalbi mühürlülerin gerçeği kendiliklerinden sezmeye, düşünüp bulmaya, dinleyip işitmeye ve hüsnü kabule kabiliyetleri kalmamıştır. Aslî kalpleri vardır fakat ilk yaratılıştaki sağlamlığını yitirmiştir. Onlar kötü alışkanlıklarıyla onu örten ikinci bir huy ve fıtrat kazanmışlardır. Bunun neticesinde de Allah Teâlâ kalblerini mühürlemiştir. Artık onlar kendilerinden; kendi istek ve arzularından, şahsî ve nefsî gayelerinden başka hiçbir şeye dönüp bakmazlar. Gerçeği anlamak için yaratılmış olan o kalplerin bütün faaliyet ve yetenekleri nefse ait arzularla boğulmuştur. Onlar “Öğüt alacak olanın, öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?” (Fâtır, 35/37) âyeti gereğince Allah Teâlâ’nın verdiği düşünme devresini tamamlamışlar ve artık küfür, onların yegâne kazançları, huyları ve ikinci fıtratları olmuştur.
Onlar ne hakikati ve ona ait delilleri, ne de Kur’ân gibi daima açık manevî ve aklî bir mucizeyi düşünürler ve hatta ne dinlerler, ne dinlemek isterler. Bilmek işlerine gelmez, bilseler de kabul etmezler. Bunlardan başka gözlerinin üzerinde de bir perde vardır… Görülen âlemde, âlemin şekli, madenlerin oluşumu, bitkilerin ve hayvanların durumu, anatomi gibi gözle görülebilen doğru delilleri (âyat-ı tekîniyye) bakmak isteseler bile göremezler, çünkü o gözler perdelidir. Onları gaflet, şehvetler, kötülükler, bencillik ve kibir perdesi bürümüştür. Böylece onlar, gerçeği anlamak için şart olan kalp ve akıl, sağlam duyular, haberi duyma denilen üç ilim sebebinin üçünden de mahrum kalırlar.
Alışkanlıklar insanı saadete de felakete de götürür
Peki, kalp nasıl mühürlenir? Malum ya üzeri mühürlenmek; zarf, kap, örtü ve kapı gibi şeylerde olur. İnsanların kalpleri de, ilimlerin ve bilgilerin zarfları ve kapları gibidir. Bütün his, idrak ve anlayışlarımız orada saklıdır. Kulak da bir kapı gibidir, duyulan şeyler oradan girer. Şu hâlde kalbin mühürlenmesi, zarfın mühürlenmesine; kulağın mühürlenmesi de kapının mühürlenmesine benzer. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurur: “Günah ilk defa yapıldığı zaman kalpte bir siyah nokta yani kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse kalp yine parlar. Etmez de günah tekrarlanırsa, o leke de artar, sonra arta arta bir dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar. Mutaffifîn sûresinde “Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas tutmuştur.” (Mutaffifîn, 83/14) âyetindeki “rayn” da budur.” Bu hadis gösteriyor ki, günahlar devam ettikçe onların isi, pası kalpleri bir kılıf gibi kaplar. İşte o zaman kalbe Allah tarafından mühür ve baskı yapılır. O salgın leke o kalbe basılıp tabedilir.
Başlangıçta âharlı parlak bir yazı kâğıdı üzerine dökülmüş, silinmesi mümkün olan bir mürekkep gibiyken, bundan sonra matbû ve silinmez bir hale gelir. Diğer bir deyişle, alışkanlıkla bir ikinci huya dönüşür. Ne silinir, ne çıkar ve o zaman ne iman yolu kalır, ne de küfürden kurtulmaya çare. Bu mühürleme ve baskının kazanılması (kesb) kuldan, yaratılması Allah’tandır. Şu hâlde burada hatm (mühürleme)in Allah’a isnadı mecaz değil, Ehl-i sünnet’in anladığı gibi hakikattir ve cebir (zorlama) yoktur.
Bu hadis ve âyet ahlâkta alışkanlık meselesini ne güzel açıklar. Ahlâkın ve dinin kıymetinin, devam ve alışkanlıkta olduğunu ne güzel anlatır. Bu nokta eğitimin en önemli sırlarındandır. Dinî bakımdan bir günahta ısrar etmekle etmemenin farkı da buradadır. O yüzden ”Israr edilen hiçbir günah küçük değildir.” Günahı helal saymanın, haramı helal saymanın küfür olması da bununla ilgilidir. İman meselesinde kâfirler için bu alışkanlığın sonucu, bu ikinci fıtrat ne ise, amel konusunda müminler için de böyledir. Sohbetlerde üzerinde çokça durulan, “kulluğu fıtratın bir derinliği haline getirmek” bunu anlatmaktadır.
İyiliklere âdet edinmekle alışılır. Kötülükler de alışkanlık ile içinden çıkılmaz bir ikinci huya dönüşür. Hayatın akışı bu alışkanlığın kazanılması demektir. İlk yaratılışta beşer iradesinin ilgisi yoktur. Fakat alışkanlıkta ilk hisse insana aittir. Bununla beraber sonuç olarak yaratma yine Allah’ındır. Şu hâlde bu meselelerde ilk yaratılış gibi zorlama yoktur. İnsan asıl değil, vekildir. Allah Teâlâ onlara başlangıçta kalp vermeseydi veyahut kendiliğinden mühürlü olarak verseydi, o zaman zorlama olurdu. Hâlbuki Kur’an öyle demiyor. Allah Teâlâ kalbe mührü, ikinci huyu kulun istemesinden (irade) ve o istikamette sarf ettiği güçten sonra basmıştır.