YORUM | MAHMUT AKPINAR
1977 yılında ilkokulu bitirdim. Orta okula gitmem lazım. Babam hacca gittikten sonra bütünüyle dindar ve mutaassıp hale gelmişti. O dönemler Menzil tarikatına gidiyordu, sakallı, şalvarlı dolaşıyordu. Bütün namazlarını camide cemaatle kılmaya gayret ederdi. Benden büyük ablam imam hatipte okuyordu, abim imam hatip mezunuydu. Benim de mahallemizde bulunan imam hatibe gitmem uygun bulundu. 1980 öncesi sağ-sol çatışmaları çok yaygındı, gençler sol hareketlerin etkisiyle dinden, maneviyattan uzaklaşıyordu. Muhafazakar aileler bu korkuyla çocuklarını imam hatibe gönderme eğiliminde oluyordu.
Okul evimize çok yakındı. Ama babamın okulla, eğitimle pek işi yoktu. Okuma yazmayı askerde Ali Okulu’nda öğrenmişti. Abim ise o sıralar bir köyde imamlık yapıyordu. Babam benim okul kaydıma dahi gelmedi. Okulda müstahdem olarak çalışan bir aile dostumuz vardı. “Oğlum git Ali amcan senin kaydını yaptırsın!” diye 11 yaşındaki beni tek başıma okula gönderdi. Sağolsun Ali amca velim oldu, kaydımı yaptırdı.
Okula başlayınca köylerden gelen, yokluk, fakirlik ve imkansızlık içindeki çocukların neler çektiğini fark ettim. Evimiz okulla aynı sokakta olduğu ve annem babam başımda olduğu halde çok defa geç kalkar, okula geç kalır, kahvaltı yapmadan giderdim. Sınıfımda köylerden gelip evlerin bodrum katında veya bahçesinde bir oda tutmuş, tuvaleti banyosu olmayan, nemli, karanlık, damdan bozma yerlerde kalan çok arkadaşım vardı. Eğer çok küçüklerse yanlarında aileden birisi kalır onlara nezaret etmeye çalışırdı. Ama 14-15 yaşına gelince çocuklar o sağlıksız ortamlarda tek başına veya birkaç arkadaşla kalırlardı. Anneleri arada bir gelir, erzak getirir, evin temizliğini yapar giderdi. Bugünkü gibi yurtlar yaygın değildi, ulaşım imkanları gelişmemişti. Herşeyden önce ülkede, münhasıran kırsal alanlarda yaygın fakirlik vardı. Öğrenciler çocuk yaşlarda kendi başına ve gayrı sıhhi şartlarda yaşamak zorunda kalırdı. Beslenme eksikliği, devamsızlık ve kötü alışkanlıklar bu çocukların yaygın problemiydi. Teneffüs aralarında, boş derslerde, sınıf tekrarı nedeniyle bizden 2-3 yaş büyük olan, ailesi uzak ve fakir bir köyde yaşayan Muhittin’in izbe evine sigara içmeye gittiğimizi hatırlıyorum.
Gülşen’in sözleri nedeniyle imam hatipli olmak tekrar tartışılmaya başlandı. İmam hatipli olduğumdan dolayı dışlandığım, tahkir edildiğim çok olmuştur ama şahsen hiç pişman olmadım. Okulların politize olması dışında temel islami bilgileri alma, belirli seviyede Kur’an ve Arapça öğrenme ve bunun yanında pozitif bilim dallarını öğretmesi nedeniyle İmam hatipleri yararlı bulurum. Ama işin ruhu mu dersiniz, temsil keyfiyeti mi dersiniz, imam hatiplerde bir şeylerin eksik olduğu da muhakkak.
Üniversiteyi kazanınca yer bulamamaktan ve mecburiyetten dolayı hizmet evlerinde kalmaya başladım. 3-5 ay kadar bir ayağım hep dışarda oldu. Ama okunan kitapların, yapılanların makul, gerekli ve yararlı olduğunu görünce dindar aileden gelen birisi olarak Hizmet düşüncesini benimsedim, özümsedim. Bu kabulde beni etkileyen önemli etkenlerden birisi de her biri sehavet abidesi birer pırlanta olan esnaflarla birlikte yaptığımız çevre gezileriydi. Yaşı 70’leri geçtiği halde halde hapiste tutulduğunu bildiğim, herkesin saygı duyduğu, ilkeli, sevecen ve mazbut bir esnaf olan Hacı R abimizin bir ford minibüsü vardı. 1985 yılında evlerde kalan öğrencileri alır, arabasına her türlü çerezi, yiyeceği doldurur bizleri çevre yurtlara gezmeye götürürdü. İzmir’den çıkar yol üzerindeki Ayrancılar yurduna uğrardık, ordan Torbalı Ortaköy yurduna ve en son Kemalpaşa yurduna varırdık. Kemalpaşa’da güzel bir piknik yapardık, bazen kiraz bahçelerine gider tıka basa kiraz yerdik. Aynı günün akşamı İzmir çevresindeki yurtları görmüş olarak dönerdik. O dönem bu yurtların hiçbirisi kaloriferli değildi. Bugüne kıyasla oldukça ilkel, öğrencilerin koğuş usulü ranzalarda kaldığı mekanlardı. Ama Uşak İmam Hatip’te okurken izbe odalarda kalan arkadaşlarımı hatırlayınca bana çok lüks ve gerekli yapılar olarak görünürdü. Düzenli yemekleri çıkardı, o döneme göre lüks ve temiz tuvalet ve banyolara sahipti. Herşeyden önemlisi çocuk yaştaki öğrenciler devasa sorumluluklarla başbaşa kalmıyordu, öğrencilere rehberlik yapacak, derslerini görüp gözetecek kimseler vardı. O yurtları gezerken hep Uşak’ın fakir köylerinden gelip zor şartlarda okumaya çalışan, ama çoğunlukla başarılı olamayan arkadaşlarım aklıma gelirdi.
Sanırım 1986 yazıydı. Vizelerle finaller arası bir boşluğumuz vardı veya yaz tatiliydi. “Torbalı Ortaköy yurdunda öğrencilerin yaz kampı var. Sen de imam hatiplisin, onlara Kur’an öğretmek ister misin? Eski müdür ayrılmış, yeni bir müdür göreve başlayacak ama başlarında belletmen vs yok, gider misin?” dediler. Ben de müsaittim, “giderim” dedim.
Torbalı Ortaköy yurdu Torbalı’ya biraz mesafeliydi. İzmir Aydın yolundan bir miktar içerde kalıyordu. Torbalı arabalarıyla giderseniz biraz yürümek gerekiyordu. Ege Üniversitesi’ni yeni bitirmiş Ortaköy Yurdu müdürüyle Karabağlar’da buluşup bir Torbalı arabasına bindik. Ortaköy sapağında indik, yüklerimizle Ortaköy yurduna kadar yürüdük. Okullar kapandıktan sonra kalan çocuklara namaz surelerini, Kur’an okumayı filan öğretecektik, kitaplar okutacaktık. İzmir’den gelen bazı ailelerin çocukları da kampa katılmıştı. Ama yurtta müdürle ikimizden başka kimse yoktu. Yarı zamanlı çalışan, yakın köylerden bir aşçı vardı. O da kendi ürünlerini hasad etmek için izne ayrılmıştı. Yemek, bulaşık, temizlik bütün işler üniversiteyi yeni bitirmiş 22 yaşındaki müdürle 19 yaşındaki bana kalıyordu. 3 hafta kadar çocuklarla birlikte orada kaldık. Yeterli erzak yok, yemek için malzeme yok, zeytin bile bulamıyorduk. Çevre köylerden gelip orada kalan köy çocukları zor şartlara alışkındı, ama İzmir’den varlıklı ailelerin çocuklarından da kampa katılanlar vardı. Çocuklara her gün domates, biber ve o mevsimde köyde yetişen şeylerden yediriyoruz. Şimdilerde gasp edilip jandarma karakolu yapılan yurt o dönem iki katlıydı ve çatısı yoktu. İzmir sıcağında ikinci kattaki yatakhanede yatmanın imkanı yoktu. Hep beraber gece yataklarımızı alır çatıya çıkardık, tarlaların ortasında kalan binanın üstünde yıldızları izleyerek uyurduk.
Bu yaz programından hafızamda kalan, unutamadığım en önemli şey Hacı Veli amcaydı. O Allah’ın her beldeye nasip ettiği, her darlığa, sıkıntıya koşan hızır misal insanlardan birisiydi. Ortaköy yurdunun yerinde bulunan tarlasını bağışlamış, köylülerin imece usulü çalışmasıyla ve katkılarıyla çocukların barınacağı bir yurt ortaya çıkmış. Hacı Veli amca o yıllarda 50’li yaşlarda sakallı, kısaya yakın orta boylu, gözlerinin içi gülen, etrafa pozitif enerji yayan, güleç yüzlü bir amcaydı. 8-10 kilometre ötedeki köyünden bazen yaya bazen köy dolmuşlarıyla gelir yurdun bütün işlerine koşardı. Köylülerden ve kendi tarlasında domates biber yiyecek ne varsa alır getirirdi. Yurt adeta onun çocuğu, öğrenciler de torunları gibiydi. Evladına, torunlarına bakar gibi onlara merhametle, sevgiyle yaklaşırdı. Babamın da adı Hacı Veli olduğundan mıdır bilmiyorum bana çok yakın ve sıcak gelirdi. Şimdilerde öğreniyorum ki Veli amca Bediüzzaman’la da tanışmış, meğer onun talebesiymiş. Bundan bile bahsetmeyecek kadar mütevazı ve hal ehli bir adamdı.
Aradan 36 yıl geçtikten sonra Hacı Veli amcadan haber aldım. Öğrendim ki AKP yargısı 91 yaşındaki bu Allah dostu, gönül ehli piri faniyi hapse atmak istiyormuş. 62 yıl önce Risale-Nur’dan yargılanan Hacı Veli amcayı İslam’a en büyük zararı veren AKP iktidarı yurt arazisi bağışladığı için “terör örgütü üyeliğinden”, “yoksul öğrencilere burs vermekten” tutuklamak istiyormuş.
AKP iktidarı bu ülkede ne kadar güzel insan varsa düşman belliyor, ne kadar hayırlı iş varsa baltalıyor, ne kadar değerli şey varsa çalıyor. 91 yaşındaki gönül ve hal ehli insanı bile “terörist” ilan edip hapse atmaya hiçbir zalim cüret etmemişti. AKP bunu da başardı. 28 Şubat’ın mimarı Çevik Bir’in yaşlılık ve bunamaktan hapisten çıkarıldığı dönemde Hacı Veli amcayı hapse atmak AKP’ye çok yakışır.
Sizin terörist diyerek hapse atmak istediğiniz Hacı Veli amca, binlerce gencin eğitimine katkıda bulundu ve ben dahil binlerce insanın zihninde kalıcı ve olumlu izler bıraktı.