M. EFE ÇAMAN | YORUM
Adalet sembolü olan gözleri bağlı, bir elinde kılıç, öteki elinde terazi tutan kadın, aslında ne çok şey anlatıyor, son dönemde özellikle göze çarpan çürümeye nasıl da kontrast oluşturuyor! Yunan tanrıçası Themis’ten Roma tanrıçası Justitia’ya kadar geri götürebileceğimiz bu adalet sembolünün vücut bulmadığı toplumlarda huzur ve uygarlık olmuyor. Tüm dünyada mahkeme binalarının girişlerine konan Justitia heykellerinin verdiği ortak mesaj, adaletin tarafsız oluşu, kantar titizliğiyle haklıyı haksızdan ayırışı, keskin kılıcıyla suçla ve suçluyla mücadele edişidir.
Hukuk devleti olmadan liberal demokrasi olamaz. Demokrasilerin seçimlerden bile daha önemli olan karakteristiği, hukuk devletidir. Hukuk devletinin tesis edilmediği bir ülkede seçimler çoğunluk diktasına götürür, azınlıklara cehennem olan bir politik ortama yol açar.
4000 yıl öncesine kadar uzanan Themis ilkelerinden bugünlere, hukuk devletinin ortaya çıkışı, ateşin veya tekerleğin bulunması kadar önemli bir uygarlaşma aşamasıdır. Adalet dağıtıcı işlevin gözlerinin bağlı oluşu, teraziyle kılıç arasında kurduğu dengenin de temelidir. Kılıç devletin gücünü sembolize eder. Demek ki adaleti getirecek olan insan kolektifidir. Suç ve ceza, sadece kolektif varsa anlam ifade eder. Tek başına olan bir insanın hukuku veya adaleti olamaz.
Robinson ıssız adasında hiçbir hukuk kuralına bağlı olmadan yaşıyordu. İstenmeyen davranışa getirilecek yaptırım anlamındaki ceza müessesesi, sadece iki ve daha fazla insandan oluşan bir bağlamda anlam kazanır ve işlevselleşir. İnsan topluluklarında kolektif adına adalet dağıtma görevini üstlenen devlet, çoğu zaman bir liderde vücut bulur, bu da bizi “adil ve bilge kral” konseptine taşır.
Kral eğer adil ve bilgeyse adalet vardır. Kurumsallaşmamış kolektiflerde adalet umudu daima bilge ve adil bir krala bağlıdır. Mesela “Dicle’nin kenarındaki koyunla Ömer” örneği böyledir. Mitler ve sosyokültürel bagaj, bir toplumun adalete dair tasavvurunu ve tahayyülünü de belirler. Oysa tek bir kişinin adil be bilge olmasına bağlı olacak adalet, süreklilik arz etmez, mutlaka sekteye uğrar. İnsan mükemmelliği temelli bir ideal uzun ömürlü olamaz, çünkü herkesin bildiği gibi “beşer şaşar”.
Dünyada düz çizgisel bir tarih yok. Zamana dair notlarımızı lineer almadığımız dünyada bugün son iki yüz yıllık modernleşmenin ve artan ivmedeki kürselleşmenin getirdiği bir lineerleşme dönemi yaşıyoruz. Mars’ın kolonileştirilmesinin konuşulduğu, soğuk füzyonun sınırsız ve bedava enerji vaat ettiği, her türlü hukuk önünde eşitliğin beklentisel düzeyde de kalsa tüm dünyada birincil değer haline geldiği içinde bulunduğumuz dönemde, hukuk devletinin kaçınılmaz olarak dünyayı birleştiren en temel değerlerden ve ereklerden biri olacağını ön görmek sanırım zor olmasa gerek.
Osmanlı-Türkiye tarihinde de hukuk devleti yeni keşfedilmiş bir kavram değildir. Bu coğrafyanın hukukla olan sınavı her ne kadar başarısız da olsa, bu başarısızlığa bahana bulmak güçtür. Çünkü hukuk devletinin doğuşu bu coğrafyadan çok uzaklarda olmadı; dahası hukuk devletinin yayılması sürecinde bu memleket çok yoğun bir modernleşme süreci yaşıyordu. Yazılı anayasacılık tarihinin birçok Avrupa toplumundan bile daha eski tarihlere dayandığını tespitle, Türkiye’nin hukuk devleti inşasındaki başarısızlığını müsamahayla karşılamak ve ona bahaneler üretmek ancak kasıtlı bir kötü niyetle söz konusu olabilir. O halde hukuk devleti nedir? Zümrüt-ü Anka kuşunun bu coğrafyaya konmaması nasıl açıklanabilir?
Hukuk devletinde en önemli esas, iktidarın gücünün yasayla sınırlandırılmasıdır. Bu bahsettiğimi yazmak kolay, ama Türkiye kültür kodlarında yazılanı anlamak zor olabilir. Üzerinde uzunca durulması gereken bir cimledir bu. Yazması kolay, ama uygulaması zordur. Devleti kontrol eden iktidardır. Bu iktidar, mutlak monarşi gelenekli bir doğu toplumunda mutlak güce sahiptir. Kültürel olarak padişahın, emirin, halifenin – adına ne dediğinizin çok büyük bir ehemmiyeti yok – dediğinin yasa kabul edildiği geleneğin evrimleşmemesi, yani yontulmamış veya törpülenmemiş olması, önemli bir problemdir.
Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun daha temelleri bile atılmamışken, Britanya’da, 1215 yılında Kral John’un Fransızlarla savaşa girmek için vergileri arttırması üzerine ayaklanan soylular galip gelir ve kralı bir anlaşma yapmaya zorlar. Bu anlaşma dünya tarihi bakımından çok önemlidir. Çünkü kral, bu anlaşmayla beraber mutlak yetkilerini kaybeder, kullanacağı yetkiler kanuna bağlı hale getirilir.
Bu anlaşmanın adı Magna Carta’dır. Anlaşmanın 39. maddesi kanunsuz tutuklama ve sürgün olmayacağını kanunlaştırır, kralı diğer tüm insanlar gibi kanuna tabi hale getirir. Diğer bir ifadeyle kralın kanun üzeri oluşu son bulur. Bu durum, adalet müessesesini yürütme erki karşısında üstün duruma taşır. Aynı kanunların herkese eşit şekilde uygulanması kurumsallaşır, monarkın istisnai statüsü son bulur.
Osmanlı devleti 1299 yılında kuruldu. Osmanlı henüz kurulmadan 84 yıl önce Magna Carta hukukun üstünlüğü ilkesini hayata geçirdi.
İç hukuktan bahsediyorum.
Devletlerin iç ve dış davranışları arasındaki farkı bilmeden “Ama hoca, İngilizler dünyanın anasını ağlattı!” türü eleştiriler (!) yazanları öncelikle iç hukuk ve uluslararası hukuk farkını irdelemeye ve öğrenmeye davet ediyorum. Devletler yapıları gereği kendi vatandaşlarına ve diğer insanlara farklı kanunlar uygularlar. Westfalya sonrası teritoryal devletlerin kendi sınırları dâhilinde uyguladıkları egemenlik, diğer devletlerin arazilerini ve oralarda yaşamakta olan insanları bağlamaz. Dolayısıyla elbette Magna Carta bir devletin kendi vatandaşlarına tanıdığı haklar manzumesidir.
Burada söz konusu olan içeride de dışarıda da adil davranan ideal bir kolektif değil. Dünya devleti kurulmadan, yani teritoryal devletlere dayanan uluslararası sistem son bulmadan bu sorun hiçbir zaman aşılamaz. Bu parantezi açma gereği hissetmem bile aslında konunun Türkiye’de ne kadar az bilindiğinin bir göstergesidir. İmzalanmasının ardından aradan 725 sene geçmesine karşın hala Magna Carta düzeyinde bir hukuk devleti kuramamış bir halkın aslında elektrikli araç üretmekle veya modern savaş uçağı yapmakla gelişeceğini zannetmesi sadece acıdır, hüzünlüdür, bir icazet kanıtıdır.
Bakınız Türkiye’de bugün adaletteki çürüme herkesin malumu. Oysa daha geçen gün adalet bakanı olan zat yaptıkları binanın büyüklüğüyle adalette ulaştıkları seviyeyi övüyordu. Oysa adaletin saraya falan ihtiyacı yok. Bugün insanlar kanunlara dayanmadan, gayet keyfi uygulamalarla, düşüncelerinden, grup aidiyetlerinden, dini yönelimlerinden veya kermeste kısır veya dolma sattıkları için tutuklanabiliyorlar.
Mesela yalıları için bir bankadan milyonlarca dolarlık kredi çekenler makbul gazeteci olarak bu rejimde rahat yaşamlarına devam ederlerken, aynı bankadan 10 liralık bir EFT yaptı diye, hatta maaş hesabı Bank Asya olduğu için hapis cezasına çarptırılabiliyor. Siz böyle bir sirkte yaptığınız binanın büyüklüğüyle adaletteki azamet seviyesini ölçmeye çabalarken, karşınıza Magna Carta çıkıyor. Evet, AB belgelerine kadar Türkiye’nin sadece demokrasiden değil, uygarlıktan da ne kadar uzak olduğu raporlara giriyor!
O gözleri bağlı Justitia neden önemli anlıyor musunuz?
Hukuk devleti, bilge ve iyi krala değil, sisteme dayanır. O sistemi dışarıdan kanun tercüme ederek veya AB’ye girmek için onların dikte ettiklerini kâğıt üzerinde uyguluyor gibi yaparak kuramazsınız. Halk 725 yıllık uygarlaşma farkından rahatsız olmadan ilerleyemez bu ülke.