ANALİZ | Prof. MEHMET EFE ÇAMAN
Anadolu’nun tarihi, çoğunluğun azınlıklaşması, azınlığın ise çoğunluk olması tarihidir bir bakıma. Modern dönemde bu tarihi gidişatın en somut ve belki de en iyi belgelenen dramlarından biri, 6/7 Eylül 1955 yılında yaşanan korkunç pogromdur. Sayıları Lausanne Anlaşması sonrası mübadelede iki yüz binlere kadar gerilemiş olan Rum nüfustan bugün geriye iki bin civarı insan kaldı. Sebebi büyük ölçüde 6/7 Eylül Pogromu’dur.
1950’li yıllar Türkiye’de Lausanne’dan memnuniyetsizlik duyulmaya başlandığı yıllardır. İktidara gelen ve tek parti CHP’den iktidarı devralan Demokrat Parti (DP), nostaljik tutumunu salt retoriğe yansıtmakla kalmamış, Türk iç ve dış siyasetini kendisinden sonraki dönemler üzerinde çok etkili olacak şekilde yeniden formüle etmiştir. Nostalji, geçmişe öykünme demektir. Lausanne’da “aldatılmışlık” duygusunun “alalım düşmandan eski yerleri!” diyen mehteran marşındaki gibi bir hava yaratması, DP tarafından tercih edilen bir siyasi tercihti. İçeride Müslüman kartına oynayan ve dini siyasete pervasızca alet eden DP, bir taraftan Türklere “siz isterseniz şeriatı bile getirebilirsiniz!” derken, diğer taraftan dışarıda Kıbrıs’ı keşfediyor, böylece bir tür İslami renk katılmış tepkisel Türk nasyonalizmi devlet ideolojisi olarak kendisini göstermeye başlıyordu. Bunda daha önce birçok rijit uygulamada bulunmuş CHP döneminin elbette etkisi olmuş olabilir. Fakat bu, Menderes ve Bayar’ın popülizmin verimli ve doğurgan membaından kana-kana içmek istemedikleri demek değildir. Bu dönem Kıbrıs’la beraber dış politikanın iç politikada safları sıklaştırmak için kullanılmaya başlandığı bir tür erken cumhuriyet dönemi çok partili yaşamına giriştir. Kendisinden sonraki dönemleri inanılmaz oranda belirleyen, uzlaşı kültürünü değil bel altı mücadeleyi kurumsallaştıran bir dönem oldu. Diktatoryal tek parti dönemi sonrası demokratik bir dönem başlatmak mümkün olmadı ve DP kendisinden önceki güç zehirlenmesini iliklerine kadar yaşadı.
Kıbrıs konusunda Lausanne’a karşın etkin olma kararı veren DP, Türkiye tarafından Kıbrıs Türk’tür Cemiyetini (KTC) adada ENOSIS veya tam bağımsızlık isteyen ada Rumlarının karşısına dikti. Bu teşkilat kendisini doğrudan mücahit olarak algılayan, ötekilerle olan politik davasını dini ve nasyonalist bir düzlemde okuyan radikallerden oluşuyordu. Tıpkı diğer taraftaki benzeri bir radikal örgüt olan EOKA’nın ikiz kardeşi gibiydiler. Rumlar o dönemde İngiliz kolonisi olan adanın bu statüsünün bitmesini istiyordu. Dr. Fazıl Küçük liderliğindeki KTC ise adanın Türkler ve Rumlar arasında taksim edilmesinden yanaydı. Buna ENOSİS karşısında Taksim tezi diyebiliriz. Her iki ekstrem tez de esasında adada yaşayan Türkler ve Rumlar için radikalleşme demekti. Her iki örgüt de ötekileştirme üzerinden beslenen etnik milliyetçiliği beslemekteydiler.
Bu ortamda Türkiye devleti, içeride o güne dek fazla bilinmeyen Kıbrıs konusunu gündeme getirmeye başladı. Bu algı çalışmasını etkin bir kamu diplomasisi ile yaptı. Bunu yaparken Türk-Rum düşmanlığını ve Müslüman-Hristiyan antagonizmasını etkili bir araç olarak kullanmaktan çekinmedi. Bu dönemde Başbakan Adnan Menderes bu “davanın” hem safları sıklaştırıcı etkisini görmüş, hem de partinin iktidarını devam ettirmede bu tür “milli davaların” çok işe yarayacağını sezmişti. KTC ve Dr. Küçük Ankara ile gayet yakın bir mesai içindeydiler. Attıkları her adımdan MAH (MİT’in öncü kurumu) ve dolayısıyla Başbakanlığın haberi vardı. Dahası, her kararı Ankara’dan gelen talimatla yerine getirmekteydiler. Adada Türkler sayıca çok az olduklarından, siyasi emellerine ancak Türkiye’den gelecek askeri bir hamleyle ulaşabileceklerini biliyorlardı. Oysa Ankara için Kıbrıs, gerek Misak-ı Milli dışı, gerekse Lausanne sınırları dışında olan bir toprak parçasıydı. Bu nedenle de üzerinde hak iddia etmenin Lausanne düzenini sulandıracağını düşünen hariciye personeli az değildi. Zira CHP döneminde ne Kıbrıs konusu, ne de Rum-Yunan aleyhtarlığı üzerinde bir devlet propagandası ile “çalışılmamıştı”. Çünkü Kıbrıs o dönem İngiliz kolonisiydi. İngiltere ile iyi ilişkiler içinde olmak, Soğuk Savaş’ın yeni başladığı dönemde önemli olmalıydı. Zaten 1940’larda Ankara Sovyet yayılmacılığı ile yüzyüze gelmiş, Kızıl Ordu’yu ensesinde hissetmekteydi. Batılı ülkelerin tepkisini çekecek yayılmacı bir imaj oluşturmak doğru olmazdı. Bu nedenle İnönü kendi döneminde özenle kendi sınırlarından memnun olan, barışçık bir devlet profili çizmişti. Fakat Menderes ve Bayar’ın daha başka düşünceleri vardı.
DP’nin Kıbrıs konusunu bir Türkiye sorunu olarak halka lanse etmesini mukabil, Türk vatandaşı Rum’lara birçok tacizler meydana gelmeye başladı. Yunan pasaportu alan Rumlar konusu gündeme getirilerek Rumların aslında “içimizdeki hain” oldukları imajı ustalıkla oluşturuldu. Kıbrıs’ta Rumların adayı Yunanistan’a bağlamak istemelerini gerekçe göstererek Türk basınında sürekli haberler çıkartıldı. Mesela Rum casusluk faaliyetleri, bu casusların kimi zaman “yakalandığı” haberlerinin servis edilmesi, milliyetçi mukaddesatçı gençlerin manipüle edilmesi, dini jargonun Rumlarla ilgili bağlamda öne çıkartılması ve laik vatandaşlık kavramı dışında “Sünni Türk” vatandaşlık profilinin çok daha belirgin hale getirilmesi, DP’nin izlediği stratejinin parçalarıydı. Devlet (DP hükümeti) gayet planlı bir propaganda çalışması yaparak, sıfır düzeyinde olan Kıbrıs ve “Rum sorunu” bilincini, istenilen kıvama getirdi.
Her gün nümayişler düzenletilmeye başlandı. Bu işlerde KTC başı çekti. Adeta bir tür Türkiye Cumhuriyeti ajanı gibi hareket etti. Milliyetçi mukaddesatçı gençlerin Yunan Büyükelçilik ve konsolosluklarına üzerinde “Kıbrıs Türk’tür” yazan siyah çelenk bırakmaları, “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganının yerleştirilmesi ve bu yolla Türk tezi olan, Kıbrıs’ın ikiye bölünmesi konusundan halkın şartlandırılması gibi çalışmalar yaptırıldı. 6/7 Eylül olaylarının esas mevzusu Kıbrıs’tı. Türkiye’nin birden bire bir tür Rum düşmanlığı içinde zehirlenmesinin ana nedeni, Kıbrıs’a müdahil olmak isteyen DP’nin toplumsal algı çalışması yapmasıydı.
Bu algı çalışması esasen kendisini etnik Türk gören vatandaşların Rum olan vatandaşlar karşısında zenofobik ve ırkçı, İslami kavramlarla beslenen bir tür tepki geliştirmesini amaçlıyordu. Kıbrıs konusunda bir kamuoyu bilinci ve bir kamuoyu baskısı oluşturmak – bunun yolu (zaten yeterince ötekileştirilmiş olan) Rumları ve gayrimüslimleri daha fazla ötekileştirmekten geçiyordu.
6/7 Eylül olayları her şeyden önce “kendiliğinden ortaya çıkmış” bir infial değildi. Önceden bir hazırlık vardı. Sonradan bunun bir gizli servis operasyonu olduğu ortaya çıktı. İstanbul Radyosu’nda “Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba konduğu” haberini geçti. Bu gelişigüzel yapılabilecek bir haber değildi. O dönemde bu radyo Türkiye’nin sesi gibiydi. Ülkede zaten tümü devlet kontrolünde olan birkaç radyo istasyonu vardı. İstanbul Türkiye’nin kalbi, basının merkeziydi. Anadolu Ajansı’na dayanan bu haberin İstanbul Radyosunda yayınlanması bu devlet operasyonunu başlatmış oluyordu. Bu radyo haberinin hemen ardından, otuz bin civarı günlük tirajı olan – ki o günler için iyi bir rakamdı – Bulvar gazetesi, birbiri peşi sıra yayınlanan iki ayrı baskıyla bu “haberi” sürmanşetten duyurdu. Gazete o gün iki yüz otuz ila üç yüz bin arasında değişen rakamlarda olduğu tahmin edilen bir tiraj yaptı. Bu bile tek başına yapılanın bir devlet operasyonu olduğuna ve gazetenin önceden bu baskı için hazırlık yaptığına işaret ediyor. Çünkü normal baskısının sekiz katına yakın sayıda gazete basılmıştı. Böylece zaten aylardır yoğun algı operasyonuna maruz bırakılan ve radikalleştirilen kesimler için bir işaret fişeği patlatıldı.
Bunun ardından sanki bir yerden emir almışçasına çok farklı gruplar, öğrenciler, iççiler, orta sınıftan insanlar, memurlar Taksim’e yürümeye başladılar. Beyoğlu, Kurtuluş, Nişantaşı, Eminönü, Bebek, Moda, Çengelköy, Kadıköy, Kuzguncuk gibi gayrimüslimlerin yoğunlukta yaşadığı mahallelere doğru harekete geçtiler. Çoğunda KTC, Atatürk ve Bayar rozetleri vardı. Enteresan olan detaylardan biri – ama çok önemli bir işaret olan gerçek – bu güruhun ellerinde tornadan çıkmış gibi bir örnek sopaların olmasıydı. Bu radikal naralar atan, tacizci grubun bindirilmiş kıtalar olduğuna önemli örneklerden biri, Gaziosmanpaşa’dan bile işçilerin bir şekilde tam saatinde bu grupların arasına katılmasıydı.
Önce Rumlarla başladılar. Saldıracakları evler önceden tebeşirle işaretlenmişti. Kim bunu yapmıştı? İnsanların etnik veya dini aidiyetleri hakkında bilgiyi onlara kim vermişti? Rumlarla başladıkları vandalizme Ermeni ve Yahudileri de dâhil etmekte gecikmediler. Ellerinde listeler vardı. Birçok Rum’a ait dükkân önüne Türk çalışanları veya dostları Türk bayraklarıyla geçip, dükkânın sahibinin bir Türk olduğunu söylediler. Fakat ellerindeki listelere bakan vandallar bunun doğru olmadığını biliyorlardı. Listeler belli ki fişleme listeleriydi. Devlet, kimin ne ve neci olduğunu vatandaşlarını fişleyerek not tutmuştu. Şimdi bu soy sop ile alakalı “istihbari bilgileri” fiiliyata dökme zamanıydı!
Kaynaklarda iki yüz binden fazla Türk’ün bu pogroma katıldığı söyleniyor. Saldırılar başladığında aralarında iyi giyimli beyefendiler ve hanımefendiler görüyoruz. Yani toplumun okuryazar ve etkili kesimlerinden birçok “örnek vatandaş” da pogromda hazır ve nazırdı. Attıkları radikal sloganlar, NAZİ dönemindeki Yahudilere yapılan pogromları anımsatacak düzeydeydi. Önce dükkânların ve evlerin camını çerçevesini kırıp dökmekle başladıkları nefret saldırısına, sonrasında ganimetleri ceplerine ve saklayabilecekleri diğer yerlerine doldurarak devam ettiler. Pera (İstiklal Caddesi) tam bir yağma yaşadı. Bu İstanbul’un en güzel ve en Avrupai semti, şu an Varşova Gettoları gibi tarumar olmuş, adeta düşman işgali sonrası sıfır noktası gibi bir haldeydi. Yerlerde dükkânlardan dışarı fırlatılan mallar, onların üzerine atlayıp kapış yapan ve leş gibi etrafa tekmeler atarak, ellerindeki sopalarla vurarak, naralar ve sloganlar atarak ilerleyen güruh, bunlarla da yetinmeyecekti. Yağma ve yalan, her yerdeydi. Şimdi sırada çok daha kötü, şeytanı bile utandıracak saldırılar vardı.
En başta gelen hedeflerden biri kadınlardı. 6/7 Eylül 1955 sonrası, yüzlerce Rum kadın tecavüze uğradı. Sadece Balıklı Rum Hastanesi’ne 60 tecavüz vakası geldi. Birçoğu doktora veya hastaneye gitmeden, acılarını ve travmalarını kalplerine gömdü. Devletleri onlara sahip çıkmamıştı. O kadınların hayatları bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı. Onları izlemek mecburiyetinde kalan çocukları ve eşleri, bu sahneleri bir daha asla unutmayacaklardı. Benzeri olaylar İzmir’de de oldu. Yağmacılar hem İstanbul’da hem de İzmir’de Yunanistan Konsolosluklarına saldırdılar. İzmir’deki Yunan Konsolosluğunu ateşe verdiler. Üç Yunanlı diplomatın evine saldırı gerçekleştirildi. İstanbul’da Kiliseler de yağmalandı. Kiliselerdeki kutsal İkonalar ve mozaikler tahrip edildi. Sıralar kırıldı. Saldırılar sonrasında salt İstanbul’da 73 kilise tümüyle kullanılamaz hale geldi. 4214 ev, 26 okul, 5317 işyeri tümüyle tahrip oldu. Bunlardan başka, yine çok sayıda ev ve işyeri de kısmi zarara uğradı. Türk rakamlarına göre 11 kişi, Yunan rakamlarına göreyse 15 kişi vahşice katledildi. Bazı kaynaklar, resmi olmayan rakamlarla 37 kişinin pogromla bağlantılı nedenlerle hayatını kaybettiğini söylüyor. 300’den fazla yaralı – birçoğu ağır olmak üzere – vardı. Rum, Ermeni ve Yahudi mezarlıkları da bu vahşilikten nasibini alacaktı. İstanbul’da tüm gayrimüslim mezarlıkları tahrip edildi. İzmir’de yağma ve vandallık devam ettiği sırada İzmir Valisi Kemal Hadımlı bu vandallar arasındaydı. İstanbul’da ve İzmir’de bu olaylar olurken, polis ve ordu pogrom sonuna dek müdahalede bulunmadı. Ancak ikinci günün sonunda, artık tahrip edilmemiş azınlık kilise, havra, ev ve işyeri ile saldırıya uğramamış Rum, Ermeni ve Yahudi kalmayınca müdahale oldu. Çeyrek milyon Müslüman Türk, 200,000 Rum ve binlerce Ermeni ve Yahudi’yi utanç verici bir barbarlıkla yağmalamış, onlara tecavüz etmiş, onları taciz etmiş ve sonra hiçbir ciddi adli takibata uğramadan evlerine dönerek, normal olağan hayatlarına devam etmişti.
Evet, işte 6/7 Eylül 1955 Pogromu’nun özeti budur. Bunun yaşanmış olmasından daha büyük utanç, bunun Türk toplumunda halının altına süpürülmüş olmasıdır. Ne okullarda bu anlatıldı, ne televizyonlarda yeterince tartışıldı, ne Meclis’te bununla ilişkili bir gündem oluşturuldu! Bu utancın karşısında bir heykel veya anıt dikilmedi. Ve herkes komşularının ülkeyi terk edişini öyle seyretti! Aradan 65 yıl geçti. O utanç verici barbarlığın kurbanlarından, yaşananları anımsayabilecek yaşta olanlar bugün 75-80 yaşındadır! Bu korkunç yağma, tecavüz ve katliamların barbar failleri, ya öldü, ya da 85-90 yaşında! Her şeyin planlayıcısı, ırkçı ve faşizan devlet ise bugün yine dipdiri, tam istim benzeri barbarlıkları yapmakta.
6/7 Eylül Pogromu ile yüzleşmek şarttır.
Kibris Türkü azinliktaydi diyorsun. Bunlar ne:Birçok farklı köyden 18.667 Kıbrıs Türkü adayı terk etti. John Terence O’Neill ve Nicholas Rees de 30 bin Kıbrıs Türkünün göç etmek zorunda kaldığını belirtmiştir. Olaylar sonucu 364 Kıbrıs Türkü ve 174 Rum öldürüldü. 104 farklı köyden 25.000 Kıbrıs Türkü, (toplam nüfuslarının dörtte biri kadar) yerlerinden edilip adanın % 3’ünü kapsayan bir alan üzerindeki yerleşim bölgelerinde yaşamak zorunda kalmış ve Rumlar tarafından abluka altına alındı.[Toplama kampi sanki!] 1.200 Ermeni ve 500 Rum da yerlerinden edildi. Binlerce Kıbrıs Türk evi yağmalandı, yakıldı ve yıkıldı.[10][11] The Times’a göre, Kıbrıs Türklerini evlerinden ayrılmaya zorlamak için tehditler, silahlı saldırılar ve kundaklamalar yaygın olarak yaşanıyordu.
6-7 Eylül e dogru diyen yok, yanlis anlasilmasin.
1800’lü yılların başında Kıbrıs adasında 30.524 Rum nüfusu ve 67.000 Türk
nüfusu olmak üzere toplam 97.524 kişi yaşamaktaydı. 1881 yılına gelindiğinde
adadaki Rum – Türk nüfusu sayıları, Osmanlı savaşları ve adadaki Türk göçleri
nedeniyle tersine değişerek 137.631 Rum nüfusuna karşılık 45.458 Türk nüfusu
yaşamaktaydı. 1960 yılında Rum nüfusu, Türk nüfusundan yaklaşık 4,3 kat daha
artarak 448.861 kişi olurken, Türk nüfusu ilk defa 100 bini aşarak 105.494 kişi
olmuştur (Tablo: 1 ve 2).
İngilizler, Türklere karşı ağır cezalar ve sürgünler uyguladılar. I. ve II. Dünya
savaşı zaferleri ve On iki Ada’nın Yunanistan’ın eline geçmesi ile Rumlar Enosis
emellerine sarılmaya başladılar. 1954’te kurulan Eoka terör örgütü yıkım çılgınlığı
yaparak yüzlerce Türk’ü öldürtmüştür. 1955’ten 1958’e kadar çok kısa bir sürede
1334 Türk, adayı terk etmiş ve birçok Türk yaşadığı bölgeyi terk ederek Kuzey
Kıbrıs’ta daha güvenli buldukları yerlere göç etmiştir. Böylece 1958 yılına kadar 28
Türk köyü tamamen boşaltılmıştır. Kısaca Rum-Yunan baskıları ve İngiliz sömürge
yönetiminin kıskaca alma politikaları sonucu sosyo-ekonomik yapısı bozulan adadaki
Türk halkının büyük bir kısmı Anadolu’ya göç etmiştir (Altan, 2000: 84).
Lozan anlaşmasını takip eden yıllarda özellikle Eoka terör eylemlerinin
şiddetlenmesiyle 1963–1974 yılları arsında meydana gelen dış göç hareketliliği çok
fazla olmuştur. Türkiye’de 1990’da yapılan nüfus sayımı sonuçlarına göre Kıbrıs’tan
Türkiye’ye göç edenlerin sayısının 200 bin civarında olduğu bilinmektedir (Altan,
2000: 98 – 91).
Tablo 2: Kıbrıs’ta Nüfusun Gelişimi (1881 – 1960)
Y* 1881 1891 1901 1911 1921 1931 1938 1946 1960
T* 45.458 47.926 51.307 46.428 51.339 64.245 66.459 80.548 105.494
R* 137.631 158.585 182.739 214.480 244.887 276.572 310.070 361.129 448.861
Kaynak: Altan, 2000: 84 *: Y:Yıl, T*:Türk Nüfusu, R*:Rum Nüfusu
0
100
200
300
400
500
1777 1790 1793 1800 1881 1891 1901 1911 1921 1931 1946 1960
Yıllar
Bin Kişi
Türk Nüfusu
Rum Nufusu
Şekil 2: 1777- 1960 Yılları arasında Kıbrıs Adası’nda Türk ve Rum Nüfusunun
Ne denli rezil bir ülkeyiz böyle… Daha da acı olan şey, hiçbir şey değişmedi. O zamanlar yaşanan şeylerin aynı halen daha yaşanıyor.
Türklerlerin yüzleşmesi çok yüzlerçe soykırım çinayetleri var Türkler yüzleşirtirdiğin zaman bu cinayetlerle bir kutsiyet çıkartıyorlar bakın biz kahraman bir milletiz Allah’ın yeryüzünde ne temiz ırkıyız üstelik hava atıyorlar yani Türkler işledikleri cinayetlerle ırkını tapaçak hale getirdiler kurdukları devletleride ilah laştırdılar bu kadarlilikle halen nasıl yaşarlar anlamış değilim