Yorum | Adem Yavuz Arslan
Aşağıya aldığım yazımı 13 Ocak 2014’te, AKP rejiminin gasp edip yağmaladıktan sonra kapattığı Bugün Gazetesi’nde yazmıştım.
Bilindiği gibi 1 Kasım 2015 seçimlerinden iki gün önce İpek Medya’ya keyfi olarak el konmuş, Erdoğan’ın Havuz Medyası’ndan getirttiği ‘görevliler’ce bir gecede propaganda makinesine dönüştürülmüştü.
Gasp ettikleri kurumların önünde fotoğraf çektirip altına da ‘Elhamdülillah’ yazarak sosyal medyada paylaşan kayyımlar gazetenin arşivini tümden imha ettiği için artık eski yazılara ulaşmak kolay değil.
4,5 yıl sonra o yazıyı gündeme getirmemin nedeni ise şu;
Pazartesi itibiriyle Türkiye’de artık yeni bir rejim var. Daha doğrusu son 4 yılda adım adım inşa edilen ‘parti devleti’nin adı kondu.
‘Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi’ diye kamufle ettikleri şey aslında tek adam rejimi.
Bir başka ifadeyle Suriye’de yada Irak’ta gördüğümüz ‘Muhaberat devleti’.
Bu aşamada uzun uzun ‘yeni sistemin’ detaylarını ve Erdoğanın sahip olacağı ultra-mega-sınırsız yetkileri analiz edecek değilim.
Hem her şey ortada hem de bir şeye faydası olacağını sanmıyorum.
17 Aralık sonrası, once delile rağmen “Erdoğan’ı paraların üzerinde selfi yaparken görsem fikrim değişmez” diyen AKP seçmeninin bir şeye ikna olacağı yok. Onlar sistemin rantını yemekle meşguller.
Bir KHK ile atılıncaya kadar uyanmayacaklar.
‘Öbür cephe’nın ise AKP kitlesinden farkı yok. Tek dertleri Cemaat. Erdoğan rejimi değiştirip diktatörlüğünü kurarken bile onlar Cemaat takıntısıyla yatıp kalktı.
Erdoğan’ın çiğneyip çiğneyip tükürdüğü ‘FETÖ sakızı’nı iştahla ağızlarında dolaştırıyorlar.
Aynı zamanda o kadar basit kalıplarla konuşuyorlar ki, hayret etmemek mümkün değil.
Mesela yaşadığımız bu ‘tek adam inşaa sürecini’ hala ‘Cemaat hükümet kavgası’ olarak görüyorlar.
Hatta Erdoğan’ın hak hukuk tanımadan yaptığı zulümlere destek bile oldular.
4,5 yıl önceki yazımı Erdoğan’ın gizli ajandasına dikkat çekip “Bırakın bu hükümet cemaat kavgası söylemini. Erdoğan Türkiye’de rejimi değiştirecek. Cemaati engel olarak gördüğü için terörist ilan edip yok ediyor. Bu yolun sonu ‘parti devletine çıkar” dediğimi kayıtlara düşmek için tekrar yayınlıyorum.
Gelecek nesiller, Türkiye’de hukuk katledilirken, demokrasi öldürülürken kim nerede ne yapıyordu, ne yazıp çiziyordu görsün istiyorum.
O dönem bu tip yazılar yazdığım için dönemin başbakan yardımcısı Bülent Arınç tarafından sert bir şekilde ‘bu tip yazıların sana faturası olur’ diye uyarılmıştım.
Nitekim faturası hayli ağır oldu.
Gazetemiz, televizyonumuz gasp edildi. Onlarca arkadaşımız hapiste, biz sürgündeyiz.
Üç müebbet ve onlarca yıl hapis cezası ile yargılanıyorum.
Özetle; Erdoğan herkesin gözü önünde Türkiye’de rejimi değiştirdi. Bunu adım adım yaptı.
‘Tehlikeyi’ görüp engellemeye çalışanlar ise ‘FETÖ’ denilerek hapishanelere dolduruldu.
İşkence ile öldürüldü.
Sözüm ona ‘sol-liberal-demokrat’ çevrelerde ‘FETÖ sakızını’ iştahla çiğneyerek Erdoğan’a bu devrim sürecinde yardımcı oldular.
Sonuçta Alman Neue Osnabrücker Zeitung (NOZ) gazetesinin dediği gibi “Türkiye’yi Erdoğan devletine dönüştürme süreci” tamamlandı.
Vicdanım rahat.
Başından beri bütün riskleri alıp bu sürece karşı durdum.
İlk günden bu yana yazdım ve ekranlarda söyledim. Bülent Arınç’ın tehdidinde olduğu gibi ‘yazılarımın bana faturası ağır oldu’ ve olmaya devam ediyor.
Fakat ben ‘durduğum yer’den eminim. Asıl ‘Tarihin yanlış tarafı’nda duranlar düşünsün.
****
‘Parti Devleti’ olma yolunda…
Adem Yavuz Arslan- Bugün 13.01.2014
Türkiye uzunca bir zamandır ‘başkanlık sistemi’ni tartışıyor. Siyasi atmosfer sistem değişikliğine ‘şimdilik’ imkân tanımadı.
Ancak uygulama başkanlık sisteminin de ötesine geçti. Yaklaşık 3 yıldır fiilen başkanlık sistemiyle yönetilen Türkiye, son dönemde daha da uç bir noktaya savruldu.
Maalesef, Türkiye adım adım ‘Parti Devleti’ olma yolunda ilerliyor.
Siyasi Partiler Kanunu ve Meclis İçtüzüğü ile Anayasa’dan kaynaklanan problemler nedeniyle Parlamento’da çoğunluğu elinde bulunduran iktidar fiilen yasamayı da emrine alıyor.
AK Parti’nin temel taşlarından Abdullah Gül’ün Köşk’e çıkmasından sonra adeta ‘tek adam’ yönetimine giren AK Parti’nin ‘ustalık dönemi’nde ise yasama tamamen Başbakan Erdoğan’ın emrine girmiş oldu.
Öyle ki Başbakan canlı yayında ya da Genel Kurul’da Meclis başkanına talimat verebiliyor.
Demokrasiyi rafa kaldıracak adımlar
Parlamenter sistemin fiilen işlemez hale geldiği bu noktada şimdi ise demokrasiyi rafa kaldıracak adımlar atılıyor.
Eksikleri, sorunları olmasına rağmen halkın yüzde 58 oyuyla kabul edilen 2010 Anayasa değişikliği ile ilk kez yargı bağımsızlığı yönünde önemli bir adım atılmıştı. HSYK seçimle belirlenirken, çok eleştirilen ‘Adalet bakanının kuruldaki varlığı’ sembolik hale getirildi.
Üstelik bu kazanım ‘milli iradenin oylarıyla’ yapıldı.
Daha üç yıl bile olmadan, üstelik de 17 Aralık’a kadar gündemde olmayan bir konu, pat diye Meclis gündemine geldi. Bu teklifin yasalaşması durumunda yargı da Erdoğan’ın emrine girmiş olacak ve Türkiye tam anlamıyla ‘Parti Devleti’ne dönüşmüş olacak.
Bağımsız kurullar mı dediniz?
Demokratik bir sistemde ‘bağımsız kurullar’ çok önemlidir. Ancak son üç yılda bütün bu kurullar AK Parti’nin kontrolünde ve neredeyse partizan tavırlar sergiliyorlar. Mesela, Bankacılık Kanunu’na göre açık ve ağır bir suç olmasına rağmen Bank Asya, hükümetin kontrolündeki medya organları tarafından resmen batırılmaya çalışılıyor.
Bu konuda vahim başka uygulamalar/iddialar da var.
BDDK ve SPK gibi ‘bağımsız kurullar’ ise sessiz kaldı. Kalmaya da devam ediyor.
‘Partinin gazetecileri’ halkın vergileri ile finanse ediliyor
Medyadaki durum daha da vahim. Sabah&atv Grubu, Çukurova Medya Grubu, Star Medya Grubu gibi Türkiye’nin çok büyük medya gruplarına TMSF eliyle devlet tarafından el konuldu. Sonra da bu gruplar büyük devlet ihalelerinde boy gösteren holdinglere devredildi.
Bu medya kurumlarının başına ya eski AK Partili vekiller ya da Başbakan’ın akrabaları atanarak ‘tam kontrol’ sağlanmış oldu. Böylece çok sayıda medya grubu fiilen ‘hükümetin yayın organı’ haline geldi.
Bu durum siyasetin alanını daraltırken alternative görüşlerin ifade imkânı ortadan kalktı. Mesela, son yolsuzluk operasyonunda tutuklanan Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan ile hükümete yakın bir medya yöneticisi arasında geçen telefon ibretlik.
Medya yöneticisi dinlemeye takılan konuşmasında “Süleyman 2 milyon gönder, maaşları ödeyeceğiz” diyor.
Kamu kaynaklarının ölçüsüz ve adaletsiz bir şekilde hükümete yakın medya organlarına aktarılmasının başka örnekleri de var.
Bir başka ifadeyle ‘Parti Devleti’nde ‘partinin gazetecileri’ halkın vergileriyle finanse ediliyor.
Devlete bağlı STK’lar ne kadar sivil?
Sivil toplum ve think thank kurumlarında da benzer bir tablo var.
SETA gibi bazı sivil toplum kuruluşları ‘kamu yararına vakıf’ statüsüne kavuşturularak kamu kaynakları sonuna kadar aktarılırken akademik camia üzerinde de baskı oluşturuldu.
Medyada bu vakıflarda çalışan akademisyenler dışında görüşlerin yer alması giderek imkânsız hale getirildi
TRT’de SETA’ya kapılar ve finansman sonuna kadar açılırken diğer STK’lar ve akademisyenler yokluğa mahkûm edildi.
Yani, ‘Parti Devleti’nde, STK’lar da halkın vergileriyle finanse ediliyor.
Gül neden sessiz?
Hal böyleyken, yani adım adım Parti Devleti inşa edilirken, ardında büyük bir halk desteği bulunan Abdullah Gül’e yönelik çağrılar ise giderek artıyor.
Ancak Cumhurbaşkanı Gül sessiz.
Habertürk’te gazetecilerin sorularını yanıtlayan Gül, Ruşen Çakır’ın devreye girmesi yönündeki çağrılarına ‘Ben ne yapabilirim ki’ özetindeki cümlesiyle beklentileri de boşa çıkarmış oldu.
Aynı şekilde erkler ayrılığının yok edildiği, mahkeme kararlarının uygulanmadığı, otoriter rejimlerde görülen binlerce memurun tasfiyeye uğradığı bir ortamda son umut olarak Deniz Baykal da yönünü Çankaya Köşkü’ne çevirdi.
Ancak görüşme sonrası o da “ümitsiz olduğunu, Cumhurbaşkanı’nın taraf gibi davrandığını, görevini yerine getirmediğini” söyledi.
Türkiye imajı her geçen gün daha çok bozuluyor
Türkiye, 2002-2010 arasında dış basında hayli popülerdi. Erdoğan ve hükümetinin reform yanlısı politikaları, ekonomik başarısı ve barışçı dış politikası takdir ediliyordu.
Ancak son dönemde çıkan haberlerde yabancı medyanın diplomatlara/siyasi liderlere yönelttiği sorular da gösteriyor ki, Türkiye algısı her geçen gün kötüye gidiyor.
Türkiye için ‘otoriterleşen ve partnerlikten uzaklaşan bir ülke’ yorumları yapılıyor.
Maalesef hükümetin unuttuğu bir şey var. Kendi köyümüzde yaşamıyoruz. Bugünün iletişim imkanlarıyla herkes her şeyi görüyor.
Yolsuzluk operasyonu sonrası atılan adımları tüm dünya gördü. İçeride de saygın hukukçular/gazeteciler, mesela Taha Akyol yargının hükümete bağlandığını söyleyip tepki gösteriyor ama nafile.
Özal döneminden beri dışa açılma yolunda büyük bedeller ödeyen Türkiye, artık kapıları dış dünyaya kapalı, “yabancı düşmanlığı” üzerinden komplo teorileriyle ayakta duran Parti Devleti’ne dönüşmenin eşiğinde.
Devlet istihbarat raporlarıyla yönetiliyor
Ülke tıpkı Baas rejimlerinde olduğu gibi İstihbarat Teşkilatı’nın raporlarıyla yönetiliyor. İstihbaratçılar ve danışmanlar bakanlardan daha çok söz sahibi oldu.
MİT’ten sonra TİB’e de koruma zırhı Türkiye sivil ve demokratik bir anayasa beklerken iktidardan tam tersi uygulamalar geliyor.
Mesela TİB’in başına MİT’ten bir atama yapıldı. Haftası geçmeden “TİB personelinin yargılanabilmelerini bakan iznine bağlayan” yasa tasarısı Meclis’e sevk edildi.
Bu, yasa dışı dinleme yapacak personele zırhtan başka bir anlam taşımaz.
Zaten hazır olan fişlemelere göre yapılan toplu tasfiyelerden sonra polis, mahkeme kararını uygulamayan ‘devrim muhafızı’ haline getirildi.
Bugün mahkeme kararlarını uygulamayan bu polisin ‘yarın partinin kararlarını uygulayan infaz timine dönüşeceği endişesini’ yabana atmamak gerekir.
‘Parti Devleti’ son demokratik erk olan yargıyı teslim alırken; Kamu Denetçisi, Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı sadece seyirci koltuğunda oturuyor.
Halka ise her zamanki gibi ödenecek ağır bir fatura kalacak.