2020

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

2019’un son yazısını yazarken aklımda bana 15 Temmuz sonrası başlayan hukuksuzluk ve zulüm sürecinin çok kısa süreceğini, Türkiye’nin bu durumu uzun süre kaldıramayacağını söyleyen meslektaş, dost ve tanıdıklarım, hem bu yılı hem de öncekileri gözümün önüne getiriyorum.  Ben hepsine detaylı olarak neden bu rejimin daha uzun soluklu olacağını anlatmaya çabalasam da ikna edici olamamıştım. Kimileri birkaç ayda, kimileriyse altı ayla bir yıl içinde normalleşme olacağını düşünüyordu. Elbette mesele kimin haklı çıktığı değil burada. Ayrıca, samimiyetle söylüyorum, keşke ben haksız çıksaydım. Elbette siyaset bilimi determinist bir dal değil. Öngörülerde bulunmak çok zor. Fakat bazı sosyal ve politik olgular konusunda önemli bir sınıflandırma ve kuram geliştirme deneyimi var.

2016’dan 2019’a uzanan yıllarda, ortaya çıkan kuralsız ve kontrolsüz rejimin nasıl yerleştiğini, konsolide olduğunu, kendi diskurunu kabul ettirdiğini, hatta daha da ileri gideyim, adeta yeni bir devlet kurduğunu gözlemledik. Şimdi 2019 bitiyor ve 2020 başlıyor. Bu yazıda, geçmiş, bugün ve yarın uzamında Türkiye’yi ele alacağım. Ne oldu, ne oluyor, neler olabilir? Bunlar üzerinde duracağım.

2020’ye girilirken Türkiye hapishaneleri hala gazetecilerle dolu! İçişleri Bakanlığı verilerine göre, yaklaşık beş yüz elli bin (550,000) vatandaş siyasi gerekçelerle adli soruşturma geçirmiş. Yüz binlerce kamu görevlisi, Kanun Hükmünde Kararnameler ile devlet memurluğundan ihraç edilmişti, bu insanlar halen görevlerine dönebilmiş değil. Hatta haklarında dava açılmış ve yargılanıp beraat etmiş olanları bile keyfi gerekçelerle görevlerine iade edilmiyorlar. Haluk Hoca gibi bazı istisnai kişilerin – çok şükür – aldıkları pasaportları haricinde, bu yüz binler, aile fertleri ile beraber iki milyona yakın insan, en temel özgürlüklerinden olan seyahat özgürlüğünden bile yararlanamıyor. Bu durum, ağır hasta olan ve yurtdışında tedavisi gereken KHK’liler için de geçerli. Halen onlarca milletvekili ve yüzlerce belediye başkanı ile yerel yönetici, hukuksuz, hatta anayasaya aykırı şekilde hapishanede tutuluyor. Selahattin Demirtaş da dâhil, bu kişilerin yakın gelecekte serbest kalmaları yönünde bir işaret maalesef yok.

Kamu personeliyken KHK ile işini kaybederek kara listeye alınan yüz binlerce insan, yakın aile bireyleriyle beraber bir sosyal soykırıma uğratılıyor. İşlerini yitirmeleri yetmezmiş gibi, sağlık ve emeklilik gibi hakları da kanunsuzca engelleniyor. Sadece söz konusu memurlar değil, küçük yaştakiler de dâhil olmak üzere çocukları ve eşleri bile sağlık güvencesinden alıkonuluyor. Aracını sigortalatanların kaza yapmaları durumunda sigorta poliçelerinin gereği olan tazminat uygulaması keyfi olarak yapılmıyor. Devletin başına musallat olan çete, en temel anayasal hak olan var olma hakkını bile böylece ihlal ediyor. Suçun şahsiliği uygulaması 2019 itibarıyla da sistematik olarak ihlal edilmeye devam ediyor.

Yine devletin başına musallat olan çetenin keyfi uygulamaları doğrultusunda, özel mülkiyet hakkı sistematik olarak ihlal ediliyor. Özel kişiler ve tüzel kişiler, benzer şekilde devlet tarafından sistematik olarak mağdur ediliyor. Özel mülkiyetlere kanunsuzca el konuluyor ya da alım-satım işlemlerini engelleyecek bahaneler üretiliyor. Tapun daireleri, tıpkı diğer devlet bürokrasisi unsurları gibi, bu habis ve faşist yönetimin hukuksuz emirlerini uyguluyor.

2020’ye girerken, devletle hukuk arasındaki bağın yeniden tesis edilmesi hususunda herhangi bir umut görülmüyor. İç hukuk da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları da uygulanmıyor. Ahmet Altan gibi ve Osman Kavala gibi yüzlerce demokrat isim, sirk gösterisini andıran mahkeme süreçlerinde süründürülüyor. Hatta AİHM kararları uygulanmıyor. Türkiye, bir tür kabile devleti gibi, hukuk önünde eşitlik ilkesinin tesis edilemediği, siyasi karar alıcıların hukukun bağlayıcılığından muaf olduğu, hukukun sistematik biçimde siyasileştirildiği bir oramda yönetiliyor.

Tekrar gözaltına alınan Ahmet Altan, polis arabasından sevenlerine böyle gülümsedi.

2019 biterken, Türk Ordusu’nun tüm general ve amirallerinin yüzde ellisi hala içeride. Avrasyacı-Ergenekoncu eğilimdeki Rus yanlısı TSK hizipleri TSK’yı darmaduman etmiş, ordunun bir bölümü Suriye’nin kuzeyinde, cihatçı manyaklarla beraber ağır insan hakları ihlalleri yapıyor veya yapılmasına aracılık ediyor. TSK’daki üst, orta ve alt rütbelerin de hallaç pamuğu gibi atıldığını, çok ciddi oranlarda bir tasfiye gerçekleştirildiğini, hala da bu tasfiyenin devam ettiğini biliyoruz. Tasfiye operasyonunun kapsama alanının – şimdilik – dışında kalan önemli oranda subayın büyük tedirginlik içinde olduğuna şüphe yok. Emir komuta hiyerarşisinin sekteye uğradığı TSK’da kara, hava ve deniz unsurlarının önemli bir bölümü ehil olmayan komutanlarca komuta ediliyor. Çoğu ünitede o birimin gerektirdiği rütbede subay bulunmadığından alt rütbelerden, deneyimi veya liyakati yetersiz komutan atamalarıyla, durum kurtarılmaya çalışılıyor. Ancak TSK bugün itibarıyla tam bir kara kutu görünümünde. Dahası, SADAT gibi illegal paramiliter İslamcı organizasyonların etkisi içinde, çift başlı ve tehlikeli bir ideolojik yeniden yapılandırma içerisinde olan TSK, şu an için Erdoğan yönetimini destekliyor görünüyor. Ancak Perinçek grubu gibi derin devlet-Ergenekon uzantısı grupların TSK ile rejimin tepe kadrosu konusunda zoraki işbirliğinin daha ne kadar süreceği konusunda belirsizlik sürüyor.

Muhalefet cephesinde 2019’dan 2020’ye girerken herhangi bir değişim beklemiyorum. CHP ve İYİP, rejimin taşıyıcı sütunları; MHP ise AKP’nin dümen suyunda. MHP’yi muhalefet olarak adlandırmak teknik olarak doğru olmaz. CHP ve İYİP ise, rejimin liderliği ile (Erdoğan’la) rekabet içinde hareket ederken, rejimin ana diskuru olan “FETÖ” veya rejimin ana mutabakat alanı olan “Kürtleri asimile etmek” konularında tümüyle rejim içerisinde politika yapıyorlar. CHP ve İYİP, Erdoğan sonrasına oynarken, ağır insan hakları ihlallerini görmezden geliyorlar. HDP ise, “FETÖ” diskurunu kullanarak rejime şirin gözükmeye çalışırken, eleştirilerini salt Kürt sorunu konusuna odaklayarak, Türkiye partisi olmaktan vazgeçmiş olduğunu gün be gün ortaya koyuyor. 2015 seçimlerinde ortaya koyduğu tutarlı muhalefeti tümüyle terk etmiş görünen HDP, Kürtlerin 1990’ların da gerisine giden “kimliksizleştirilmelerini” kabullenmiş bir görüntü veriyor. Dolayısıyla 2020’ye girerken muhalefet cephesinde de yeni bir şey yok. Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi bir-iki gerçek milletvekili haricinde bugün TBMM çatısı altında “rejim askeri” görünümünde olmayan çok az sayıda parlamenter var. Onların da korkarım varlıklarına tolerans gösterilmesi, taktik nedenlerden! Yani “bak işte muhalif milletvekilleri de var ve istedikleri gibi bizi eleştirebiliyorlar!” stratejisine hizmet ediyorlar. Yanlış anlamayın, onların olması mağdurlar için elbette çok ama çok önemli. Ama varlıklarıyla rejimi “esnettikleri” için, kırılganlık ihtimalini de azaltıyorlar. Bu sayede paradoksal olarak rejimin kendisini yeniden üretimine, varlığını sürdürmesine, ömrünün uzamasına katkıda bulunuyorlar. Biliyorum, yaman çelişki! Ama durum maalesef bu!

En önemli acımız, Türkiye’den kaçarken Meriç’te ve Ege’de can veren, hapishanelerde kronik hastalıklara yakalanıp önce sağlığını sonra da hayatını kaybeden, uğradıkları ağır işkenceler sonrası bedensel ve psikolojik sağlıklarını yitiren kardeşlerimiz. Bunlar Gülen Cemaati’nden, Kürt, solcu, Barış Akademisyeni, ocu-bucu hiçbir önemi yok. Tümünün acıları bizim acılarımız! Ve 2019 maalesef bu vakaların sayısını 2018 ve 2017’ye göre daha da tırmandırmaktan başka bir işe yaramadı. 2020’nin 2019’dan bu bağlamda daha farklı olacağına dair bir işaret göremiyorum.

Türkiye, diktatörlük olarak 1923’te başladığı macerasına, 2019’da diktatörlük olarak devam ederken, 2020’de bir demokratikleşme olacağına dair bir işaret var mı? Acaba hukuk devleti 2020’de yeniden tesis edilebilir mi? Yukarıda saydığım veya sayamadığım, her biri birbirinden önemli ve ağır insan hakları ihlalleri 2020’de biter mi? Mağdurlar hukuka dönüşle beraber haklarını elde eder mi? Yani ez cümle, acılar biter mi? Bu sorulara 2020’de de olumlu yanıt veremeyeceğimizi düşünüyorum. Özellikle rejimin diskurunun, “Yeni Türkiye’nin resmi tarihinin”, 17 Aralık ve 15 Temmuz hattında topluma endoktrine edilen “paralel devlet yapılanması” ve “FETÖ” söylemlerinin değişeceğini sanmıyorum. Bu yönde bir emare veya gidişat yok. Umut etmeyin demiyorum, ama boş yere hayale kapılmaktansa, realiteyi görmek ve ona uygun hazırlık yapmak daha doğru geliyor bana. Bu bahsettiğim diskur ve onun üzerine inşa edilmiş bulunan resmi tarihin görünür gelecekte değişeceğine dair bir analiz yapmak zor. Yönetim değişikliği ile rejim değişikliğinin aynı şey olmadığı gerçeğini burada yeri gelmişken vurgulamakta yarar var. Tıpkı 1980 darbesi gibi, darbe hukukunun bitmesi ve anayasal rejime geçilmesi 1982’yi buldu, yani 2 yılı aldı. Fakat 1982’den 1990’ların sonuna kadar tam normalleşme sağlanamadı. Uzunca süre siyasi yasaklar korundu. Anayasanın yarattığı MGK, bir vesayet organı olarak siyaseti geniş oranda kontrol etti. Kaldı ki 1980 darbesi döneminde toplumda hiç çocukları, eşleri, anne babayı, kardeşleri kapsayacak genişlikte bir takibat ve mağduriyet rejimi kurulmamıştı! Dahası, 1980 darbesi, daha kontrollü ve öngörülebilen bir ordu tarafından yapıldığından, uluslararası toplumun etkisine daha açık bir rejimdi. Türkiye tarihi boyunca azınlıkların başına gelenler hariç tutulursa – ki onlar da asli Türkiye vatandaşlarıdır, onların başlarına gelenleri asla daha değişlik bir kategoride değerlendirmiyorum! – 17 Aralık ve 15 Temmuz arasında kurulan bu rejimde çok geniş kitleler Sippenhaft (aile boyu) bir mağduriyet yıkımına maruz bırakıldılar. 6/7 Eylül olaylarının, Varlık Vergisi’nin, Dersim katliamının ve diğer pogromların sayıca çok daha geniş bir versiyonunu yaşıyoruz. 1980 darbesi ardından gerçekleşen yeniden normale dönüş on yıldan fazla sürdü. 15 Temmuz 2016’dan sonra henüz üç buçuk yıl kadar bir süre geçti! Ayrıca dediğim gibi, 1980 sonrası sosyoloji ve siyasetle bugünkü arasında ciddi farklılıklar var. 1980 darbesi kendi resmi tarihini bugünkü ortamdaki kadar net oluşturamadı. Bugün çok daha geniş kapsamlı paradigma dönüşümü ile karşı karşıyayız. 2019’dan 2020’ye girerken, bu paradigmanın çok geniş bir tabanda karşılık bulması, en başta gelen değişim karşıtı faktör.

2020’de rejim devam edecek. Biz demokrasiden, insan haklarından, azınlık haklarından, bireysel haklardan yana olan tutumumuzu, hukuk devleti talebimizi, anayasa ve yasaların devreye girmesine ilişkin tezlerimizi savunmaya devam edeceğiz. Her şeye karşın, 2020’nin tüm okurlarıma görece daha özgür günler getirmesini diliyorum. Sağlık ve huzur sizinle olsun.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Saygıdeğer hocam, surda gedik açmaya devam edin lütfen…
    Sizin gibi, Ahmet Altan gibi gerçek insanlar bize moral oluyor, umut oluyor, huzur veriyor…
    Hizmet insanlarına, Kürt mazlumlarına gösterdiğiniz kaygı insanlığınızın ne kadar büyük olduğunu bize gösteriyor.
    Siyasal islamcıların yaptığı barbarlığı, islama mal etmeyecek kadar objektif kişiliğinizi her an görüyoruz… Demirtaş’ın masumiyetini gören insanların ekseriyeti, Meriçte boğulan mazlumlara karşı kör olur…. yada tersi sözkonusu. Siz ise yalnız ve yalnız hakka taraftar olmanızdan dolayı iki ucdaki mazlumu görecek bir izana sahipsiniz….
    Sizi sevgi ile
    Saygı ile selamlıyor, 2020 yılının sizin gibi insanların surda açtığı deliklerle demokrasi kalesine giteceğimizi umut ediyoruz…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin