YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye bambaşka bir ülkeydi eskiden. Ya da biz öyle sanıyorduk belki. Çocukluğumun Türkiye’sinin başka bir ülke olduğuna neredeyse yemin edebilirim. Bu sadece öznel bir algı mı, bilmiyorum. Bazen bu yaşanan dönemin bir kâbus olduğunu, insanların başına gelenden çok ülkenin başına gelenlerin, bu kâbusun ana korkusu olduğunu düşünüyorum. O çocukluğumun Türkiye’si nerede şimdi?
Çok mükemmel olmasa da, evet, masum olan o toplum nereye gitti? Bayram günlerinde de, sıradan hafta sonlarında da, yılbaşlarında da ya da bir sevdiğinizin doğun gününde de aynı masumiyet ve benzer hayallerimiz yok muydu bizim? Bir mütevazı yemek masasının etrafında toplanan az sayıda insan, hep beraber çoluk çocuk, yüzlerde pembe birer tebessümle, geleceğe umutla bakmak – belki de ortak olan tek şey buydu. Evet, o masanın üzerindeki yiyecekler, içecekler, insanların giydiği giysiler, hatta kurdukları naif cümlelerde seçtikleri sözcükler bile, evet, politize edilebiliyordu ama. Ve bizim fay hattımız tam da buydu.
Yılbaşının birinde, uzaklarda, çok uzaklarda ama bunları düşünüyorum klavyemin başında. Esasında günlük siyasetin dışında, saf ve temiz bir yeni yıla giriş yazısı yazmak için oturdum masanın başına oysa. O eski Türkiye’de, ilkokulumun yüz yıllık taş binasının kömür kokan soğuk koridorlarında arkadaşlarımla yemekhaneye inerken veya yatakhaneye çıkarkenki yalnızlığımda, aklıma gelen, yine bunları, bu fay hatlarının izlerini görebiliyorum – ne garip! Evet, garip, çünkü tıpkı beşinci kez izlediğiniz bir filmde veya defalarca okuduğunuz bir favori kitabınızda, her seyirde veya her okumada yeni bir şeyler görmek, bazı önceden keşfedilmemiş gizemli detayların ayırtına varıvermek gibi bir şey! O çocukluğumun mutlu Türkiye’sinde, o naif toplumda, oysa tıpkı bugün olduğu gibi, fısıldaşarak birbiriyle, masada veya yer sofrasında yemeğini yiyen ailelerin arasındaki uçurum gibi. Pazarda sebze satan esmer ve yanık sesli gencin, aralarındaki benzerlikten dolayı babası olduğuna emin olduğu yaşlı bir adamla konuştukları dili kast ederek “kendi aralarında gara-guru bir şeyler diyorlar!” diyen yaşlı teyzenin, bu söylediğinin sanki dünyanın en doğan şeyiymiş gibi rahat oluşu gibi. Ya da sınıfımdaki Elizabet’in, bir ders kitabında “Yunan’ı denize döken Türkler” cümlesinden ne hissetmiş olabileceğini hiç sorgulamadığım gibi. O bayramların-seyranların ve gri, hüzünlü ama naif yılbaşlarının çok eskilerdeki tozlu anılarında şimdilerde anca rastlayabildiğim fay hatları!
Ortalama olanın belki de hiç olmadığı bir yer miydi Türkiye? Ya da birbirinden kopuk kesimlerin her birinin kendi ortalamasını ülkenin ortalaması sandığı, hayır, daha da kötüsü, onu diğerlerine empoze etmeye çalıştığı bir sesiz filmde mi geçti çocukluğum? Bilmiyorum! Kürt ve Kürtçenin varlığını 16-17 yaşlarına kadar bilmediğim bu ülkede, farklı etnik kökenlerden “Türkler” olduğunu ilerleyen yaşlarda öğrenecektim! Herkes birbirine rol mü yapmıştı yoksa o güne dek? Arkadaşlarımın evlerine gittiğimde bazen evlerinde kitap veya gazete olmaması, bazen “aksanlı” konuşan anne-babalar, kiminde yer sofrasında yenen yemek veya evlerin duvarındaki kara saçlı sarıklı Ali resimleri, sınıfımdaki Musevi, Ermeni veya Rum isimli arkadaşlarım! Çocukluğum ve gençliğimin geçtiği Erenköy’deki evimizde Kuran’ın yanında olan eski püskü Tevrat’ı sorduğumda “o da bizim kitabımız” diyen babaanne, resim yapan, tarihe meraklı, mizah dergisi koleksiyoncusu bir dede! Sınıfsal farklılıkların, kültürel farklılıkların, etnik farklılıkların, dini farklılıkların görmezden gelindiği, dışarıda başka içeride başka rollerde olan insanların, yaşanılan ikiyüzlülüğü kanıksadığı bir toplum! Olduğu gibi görünmenin veya göründüğü gibi olmanın sıkıntılı olduğu, iç ahlaki erozyonun kuşaktan kuşağa hastalıklı bir doku gibi nakledildiği bir ortam! Birbirine karşı mevcut derin hoşgörüsüzlük, hatta toleranssızlığın baskılandığı ve buza yatırıldığı bir “tek tipleştirici” devlet aparatı! Bizi biz yapan o Kemal Sunal filmlerinde bile hissettiğimiz türden derin uçurumlar. Her sesli harfin öncesinde genizden “n” harfini ekleyerek, 1960’ların İstanbul Türkçesiyle “biz (n)ayrı dünyaların insanıyız Nalan” diyen jönün kast ettiği “ayrı dünyalar”, ne kadar iyi kamufle olursa olsun, hep oradaydılar oysa!
Türkiye’de ortalama olmak yoksa böyle bir şey miydi?
Kürdü-Türkü, diğer etnik kökenden gelenleri bilmeden büyüdük biz. Başka kültürleri, gayrı-Müslimleri, dinsiz ve ateistleri, Alevi ve Süryanileri, Boşnak ve Arapları, Gürcü ve Lazları, sağcı ve solcuları, hacıları ve akşamcıları, köylü ve şehirliyi, İstanbul Türkçesiyle Anadolu’da konuşunca karşındakinin tavrındaki değişimi, her cümlede kadın cinsel organına yönelik şiddet içeren argo dilin teneffüslerde adeta okul müfredatının doğal bir parçasıymışçasına öğretildiği beton okul “bahçelerini” ve tozlu koridorları! Bunlar bizim hayatlarımıza eşlik etti. Çoğu zaman ayırtına varmadan, farkında olmadan, hissetmeden, bunlar bizim kültürel kodlarımızı yazdı uzun yıllar içinde. Normal cümlelerde kullanılan küfürlü misafir sözcükler (cümlede olsa da olmasa da anlamın değişime uğramadığı süsleyici ve “harbi” izlenimi veren, hatta erkek kimliğini vurgulayan sözler) belki de bizlerin ortak kültürünün en belirgin öğelerindendi. Türkiye’de ortalama olmak yoksa böyle bir şey miydi?
Mahalle kültürü ve mahalle aidiyeti, o toplumsal dengeyi sağlayıcı bir araçtı – en azından benim büyüdüğüm yerde. Fakat tıpkı devlet gibi, mahalle de farklılıkların görünmemesi veya gösterilmemesi üzerine kurgulanmış bir konseptti sanki. Farklılıklar kötü bir şeydi ve homojen bir mahalle (ve homojen bir toplum) görüntüsü vermek makbuldü. Nesrin Topkapı’nın oryantal yaptığı (göbek attığı da denebilir) yılbaşı akşamlarında, parodilerden veya yarışma türü programlardan çok daha fazla, herkes tombalanın çekilmesini beklerdi. Ya da belki ben öyle zannederdim, bilemiyorum. Sonraları göbek dansının bizim kültürle alakası olmadığı iddia edilir oldu, tıpkı tombalayı “haram” ilan eden hocaların türemesi gibi. Belki de ben ve benim gibiler, Matrix tipi bir hayal dünyasında yaşamıştık ve şimdi birileri bize bu dünyanın esasında yapay ve var olmayan bir bilinçaltı gerçeklik olduğunu söylüyordu. Bayramlarda likör içilen bir ailede babası tiyatrocu olan bir çocuk, tıpkı evinde anasıyla konuştuğu dilin yasak olduğunu öğrenen bir Kürt veya cenazelerinin cemevinden kalktığını gören bir Alevi yaşıtı gibi, kültürel homojenliğin de karşılıklı tolerans kültürünün de sınırlarını en zorlu yoldan öğreniyordu. Çerkezlerin başkasına kız vermediği bir toplumda fakir gence kızını vermeyen baba anlatısı gibi Yeşilçam’ın naif de olsa yapmaya çabaladığı türden “sınıfsal bir kültür okuması” bir süre sonra içindeki didaktik dokuyu kaybedecekti kuşkusuz. Biz buyduk. Bizim toplum buydu. Ve bunu öğrenmenin vakti gelmişti. Böylelikle 1990’lara girdik. Ben 19 yaşımda Almanya’ya okumaya gittiğimde, yine de kafamda hala 1970’lerin ve 1980’lerin Türkiye’si vardı.
Giderek o Türkiye’nin kâğıttan bir kale gibi yıkıldığını görecektim
Bu yazıyı – eğer internetten hala bulup da indirebiliyorlarsa – okuyan Saray savcıları heyecanlanmasın hemen. Burada ülkenin veya devletin yıkılmasına övgü veya buna çağrı falan yok! Aksine, bu bahsettiğim şey, sosyolojik bir fenomen! Bir toplumsal görüngü! Gözlediğim ve gördüğümü düşündüğüm resmi ortaya koyuyorum – isteyen beğenir, dileyense beğenmez! Bu yazıyı yazma ve okuma eylemi, diğer her şey yasaklı da olsa, tam olarak özgür olduğumuz bir alan – bunu en azından sağladıysam ne mutlu bana, değil mi?
Neyse, konuyu dağıtmadan devam edeyim. O kale sandığımız yeknesak homojen toplum çatırdıyordu. Dini cemaatler, siyasi bölünmeler, etnik farklılıklar, yasaklanan diller, yeni yaşam biçimleri, Soğuk Savaş’ın bitmesi, öncesinde pompalanan Yeşil Kuşak, İran’daki felaket ve Humeynici İslam rejiminin kurulması, 12 Eylül darbesi ve Kafesoğlu’cu Türk-İslam Sentezi! PKK ve Kürt ayrılıkçılığı, İslamcılığın geometrik hızla yayılması, başörtüsü (türban ve tesettür) konusu, ve daha neler-neler! Sivas katliamı, merkez sağ ve merkez solun bölünmesi ve ANAP-DYP, DSP-CHP çekişmesiyle aradan fırlayan Milli Görüş’çü İslamcılığın en güçlü siyasi grup oluvermesi. 28 Şubat ve onun fitilini tutuşturduğu tahammülsüzlükler toplumu! 1970’lerin ve 1980’lerin büyüsünün bozulduğu, artık devletin de mahallelerin de heterojenliği baskılayamadığı bir dönem!
Paralel kültürler ve yaşam formları var Anadolu’da
Bugün yılbaşı. Yılın başını kutluyoruz. Belki de yılın sonunu. Belki de kutlamıyoruz. Dinen yasak olabilir. Veya başka bir dinin geleneğidir. Mahallenize göre değişir. Bakışınız nedir? Siz nereden bileceksiniz? Sizin yerinize birileri biliyordur nasılsa, değil mi? Kimi bu gece içkisini içecek, kiminin evinde hindi fırına verilecek, yılbaşı ağacı süslenip pencere önüne konmuş mudur? Konmuşsa çok seküler bir tablodur kesin! Diğer yanda, büyük bir kesim bu akşam her zamankinden daha erken bir saatte yatağa girecek. Saat itibarıyla uyuyamasa da, uyku tutmamasının gerekçesini gürültü yapan komşularında veya dışarıda havai fişek patlatan çocuklarda arayabilir.
Bazı diğer vatandaşlar, yarı yıkık evlerinde, günün veya saatin önemi olmadan, daha “majör” hayat sorunlarıyla meşgul, başka dramlar yaşayacak. Hapiste olan yüz binlerse, yine çocuklarından ve eşlerinden, anne-babalarından, sevdiklerinden tecrit edilmiş, soğuk zindanlarda sessizce gözyaşı dökecek. Onlara da, “üzülmeyin bu alelade bir gün işte” diyeceğiz eminim! Türkiye bambaşka bir ülkeydi eskiden. Ya da biz öyle sanıyorduk belki. Çocukluğumun Türkiye’sinin başka bir ülke olduğuna neredeyse yemin edebilirim. Bu Türkiye de bambaşka ama! Beraberce mutluluğu yakalayamayan, çekişme ve mücadelelerin ülkesi. Kendi futbol oynayamadığı için, diğer takımdaki oyunculara adice tekme-tokat giren ve beraberliğe oynayan bir takım gibi! Bu toplum nedense mutluluktan korkuyor, mutlu olamıyor bir türlü. Ve hasbelkader nerede mutlu olan varsa onu da mutsuz etmeye çalışıyor, mutsuzlukta eşitlikten başka bir seçenek göremediği için. Farklılıkların sevilmediği bir homojenlik özleminde buluştuğumuz Türkiye’de, tüm kesimler birbirlerine kendi tahayyülleri olan homojenliği dayatmaya çalışıyor, çalıştıkça daha heterojen ve daha mutsuz bir toplum ortaya çıkartmak pahasına!
2019 için bir şey dilemek adetten kabul edilecekse eğer, ben daha heterojen ama daha toleranslı, daha az başkalarının yaşamına, ama daha çok kendi yaşamlarına odaklı bir toplum diliyorum! Biliyorum, bu dilek çok ütopik, ama unutmayın, ben 1970 ve 1980’lerin kendi nevi şahsına münhasır fanusunda yetişmiş, tedavisi mümkün olmayan bir idealistiyim – her ne kadar ideallerimin diğerleri tarafından paylaşılmadığını bilsem de!
Bu duygu ve düşüncelerle, iyi yıllar dilerim.
Tesekkurler, Milliyetcilik sanirim insanlarin insan oldugunu ve bunun ortak bir sey oldugunu unutturmak icin icad edilmis bir sey birileri biz insanlarin birbiri ile kavga etmemizi istiyorlar sanirim. Ama etmeyecegiz insallah, Yeni yil tum insanliga hayirli olsun
Yine mükemmel bir yazı..
“Sınıfsal farklılıkların, kültürel farklılıkların, etnik farklılıkların, dini farklılıkların görmezden gelindiği, dışarıda başka içeride başka rollerde olan insanların, yaşanılan ikiyüzlülüğü kanıksadığı bir toplum! Olduğu gibi görünmenin veya göründüğü gibi olmanın sıkıntılı olduğu, iç ahlaki erozyonun kuşaktan kuşağa hastalıklı bir doku gibi nakledildiği bir ortam! Birbirine karşı mevcut derin hoşgörüsüzlük, hatta toleranssızlığın baskılandığı ve buza yatırıldığı bir “tek tipleştirici” devlet aparatı!”
Sanırım bu bölüm yazıyı ve ülkeyi en iyi özetleyen bölüm. Kendi kendime sorduğumda nasıl bir ülkeydi yaşadığımız diye, ben de hep ailemle ve akrabalarımla yaşadığım hayatı örneğin okulda, veya resmi alanlarda devam ettiremediğim bir ülke olarak tanımlıyorum. Bahsettiğim sadece özel/resmi yaşam ayrımı değil, akraba çevremdeki sıradan bir adeti/geleneği çok normalmiş gibi okulda dillendiremezdim örneğin. Çünkü orası modernliğin ve çağdaşlığın sembolü olan okul, diğer taraf ise geri kalmışlığın sembolü olan halk idi. Tabiiki, kimse bize bunu açık açık söylemedi. Ama hepimiz bunu inanılmaz bir şekilde, öylece, yaşayarak öğrenmiştik.