Bazı sözleri, kimi cümleleri insan, hayatının her diliminde tekrar etmeli. Tıpkı İhlâs Risalesini 15 günde bir tekrar etmek gibi. Bu tekrar yapılmazsa, düsturlar tekrarlanarak içselleştirilmezse dünyanın ve hizmetin vasıta ve araç olduğu unutulur. İnsan ya kendine baka baka kendinde kaybolur veya mesleğini putlaştırıp onda boğulur. Sonra kader bir çekiç darbesiyle sırça köşkünü tuz buz ettiğinde atfı cürümlere girer, kadere taş atar… İki yıl önceden bir alıntı:
“Çok güzel futbol oynuyorsunuz. Art arda goller de atmışsınız. Maçın bitmesine yarım saat var. Teknik direktör beklemediğiniz anda sizi kenara alır. Canınız sıkılır. Çünkü maça daha yeni ısınmışsınızdır. Atacağınız goller vardır. Yaptığı size göre yanlıştır. Ama sonuçta teknik direktör bir insandır. Tabii olarak yaptığı yanlış olabilir. Bu, zor bir sınavdır. Hırçınlık yaparsanız, kaybedersiniz. Öfkelenirseniz, takım disiplinini bozarsınız. Hem teknik direktöre, hem takım arkadaşlarınıza, hem de taraftarınıza saygısızlık yapmış olursunuz.”
ÖNEMLİ OLAN ALLAH’IN MURADI
Konuyu futboldan ‘hizmet’e getirip teşbihe devam edelim. Sahada gol atarken mi, yedek kulübesinde otururken mi, maçta haksızca kırmızı kart görüp atılınca mı, yoksa daha ötesi ihraç edilmiş seyircilerin arasında otururken mi ‘Allah nazarında daha değerliyim’ bilemem.
Yapılan amellere değer takdir edecek olan Allah’tır. Benim beğenmem ve takdir etmemin önemi yok. Belki de büyük bir tevazu ile başım önümde yedek kulübesine doğru gidişim ‘attığım goller’den daha fazla kabule karin olur.
DÜŞERKEN TEVECCÜH EDEBİLMEK
Asıl olan ülkeler fethetmek, memleketi kurtarmak değil. Büyük işlere imza atmak da değil. Önemli olan Allah’ın takdirine razı olup Rıza makamını avlamaya çalışmak ve sadakatin sınandığı zor ‘hallerde’ O’na teveccühten vazgeçmemektir. Aşkla şevkle hizmet edip koşarken Allah’a teveccüh nisbî olarak kolaydır. Zor olan, sendelerken teveccüh edebilmek… Düşerken teveccüh edebilmek… İtilip kakıldığında, memleket memleket sürüldüğünde teveccüh edebilmek…
Fevkalade büyük bir doktorum, Lokman Hekim’i aratmıyorum. İyi bir akademisyenim, orijinal te’liflerim mebzul ve emsalsiz. Efsanevî bir polisim, en zor vak’aları ben çözüyorum. Müdakkik bir savcı, hassas bir hâkimim adalet dağıtıyorum. Alabildiğine zenginim, himmet üstüne himmet veriyorum. Bilmiyorum bu haldeyken mi; yoksa cerrahken neşterim elimden alındığında, akademisyenken kürsüm gittiğinde, polisken yaldızım söküldüğünde, savcıyken dosyam alındığında, hâkimken tokmağım kırıldığında, zenginliğimi kaybedip ‘olmayanı vermeye’ çalışırken mi daha fazla ‘Hak’ yörüngeli ve ‘Rıza’ eksenliyim? Bilmiyorum hizmetim elimden alınmış -ki elimden alanın gerçekte Allah olduğunu bilecek kadar muvahhidim- bir kenarda boynu bükük sabırla ve Allah’ın takdirine eşsiz bir saygıyla iki büklüm beklerken gök kapıları ihtizaza gelip de daha kolay açılıyor olmasın?
ZİNDAN KIYAFETİ Mİ, PADİŞAH KAFTANI MI?
Kader bir gün bana vali kostümü giydirir. Ertesi gün kaymakam. Bir başka gün tapu kadastro memuru. Günü gelir mahkemede mübaşir. Kaderin ‘artık bunu giy’ dediği her üniforma -velev ki zindan kıyafeti olsun- Allah’tan gelmiştir. Zulmün talihsiz ve zavallı esbapçıklarına değer atfetmeye gerek yok. Allah’tan gelen bir zindan kıyafeti Allah’tan gelmeyen padişah kaftanına yeğdir. Hazreti Yusuf (as) gibi kuyudan saraya veya Hazreti İbrahim (as) gibi saraydan ateşe… bir farkı yok. İki farklı salih döngü.
Biz böyle bir kabûl ve teslimiyetteyken Allah belki de bizi gök ehline misal gösterir. Melekler gıptayla çevremize doluşur. Gök ehli kafile kafile ziyaretimize gelir. Ama önemli olan bu da değil, Allah’ın ‘Ben sizden razıyım’ ünsünü daha dünyadayken bu ‘ilahi ve kudsi düşüş’ler vesilesiyle duyabilmektir.
Düsturlarimizi hatirlatan makalenize afiyet olsun…
.cokguzel.ozetlemissiniz..ALLAH.Razi.olsun…