YORUM | KEMAL AY
1960’ların sonunda Türk solunun ‘gençlik önderleri’ vardı. Üniversitede okuyan bu gençler, sol akımlara öncülük ederek çeşitli sol fikirlerin gençler arasında yayılmasını sağlamıştı. Mahir Çayan’ın THKP-C’si, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının THKO’su ve İbrahim Kaypakkaya’nın kurduğu TKP-ML hareketi bilinen üç ana hat. Meclis’te kendini ‘ortanın solu’ olarak adlandıran ve genç Bülent Ecevit’in önderliğindeki bir ekip ise CHP’yi ‘ele geçirmişti’. Ele geçirmiş diyorum çünkü Turhan Feyzioğlu ve bir grup bu ‘sol’ yaklaşımdan memnun olmayarak Güven Partisi’ni kuracaklar daha sonra. Ancak Meclis’teki bu ‘sol’ tavır, gençlerin ideallerinin yanından bile geçmiyor belli ki. Bu sebeple de ülkenin her yerinde ‘eylemlilik’ başlıyor.
Bu sırada ‘sağ siyaset’ Meclis’te ön planda. Adalet Partisi, Millet Partisi (Osman Bölükbaşı), Yeni Türkiye Partisi (Demokrat Parti’nin bir anlamda devamı) ve Milliyetçi Hareket Partisi (Alparslan Türkeş) 1969 genel seçimlerinde milletvekili seçtirebilmiş. Bu yönüyle ‘sağ seçmen’ hâlinden memnun görünüyor. Üstelik o yıllarda dünyada ‘sağcılığa’ çerçeve çizecek şekilde bir yaygara da kopmuş değil. Oysa sol öyle mi? 1968 hareketleri bütün dünyayı kasıp kavuruyor. Soğuk Savaş’ın en sıcak günleri ve bilhassa entelektüel kesim ABD’yi başta Vietnam savaşı olmak üzere hemen her türlü melanetten ötürü suçlama aşamasında. Haliyle ABD’nin ‘değili’ olan komünizm ve sosyalizm üniversitelerde ‘ana akım’ hâline geliyor. Türkiye’nin komşularında ya Baas’çılık hâkim yahut Sovyet sosyalizmi.
‘ORTANIN SOLU’NA VERİLEN REFLEKS
CHP’deki ‘ortanın solu’ icadı, böyle bir dönemde trende uyma denemesi. ‘Gençleri kazanalım’ hamlesi. Turhan Feyzioğlu’nun bu hamle üzerine partiden ayrılması, CHP’nin çelik çekirdeğindeki ‘Tek Parti’ döneminin ruhunu ifade ediyor. Nitekim aynı Feyzioğlu’nun partisi 12 Eylül’den sonra seçimlere girmesine izin verilen ‘2,5 parti’ arasında yerini alıyor. Bu da 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e devreden devamlılık içerisindeki ‘hâkim görüşü’ açıklıyor. ‘Sol’ pek bize göre değil. Zira ‘sol’ eskiyle iyi bir hesaplaşmayı gerektiriyor. Hele ‘evrensel sol’ hiç bize göre değil çünkü o zaman Misak-ı Milli sınırları içerisindeki küçük iktidar adacıklarımızı korumak için kurguladığımız bütün o efsaneler, hurafeler, yerle yeksan olacak.
Gelgelelim ‘sol’ da tam olarak o ‘evrensel açılmayı’ başaramıyor. 9 Mart 1971’de bir kalkışma olacakken 12 Mart 1971’de asker kendi içindeki kalkışmayı bertaraf edip bir muhtıra veriyor hükümete. ‘Sol’un bir bölümündeki beklentiler böylece kayboluyor. Aynı zaman diliminde önce Mahir Çayan öldürülüyor, ardından Deniz Gezmiş ve iki arkadaşı idam ediliyor. İbrahim Kaypakkaya, Diyarbakır’daki bir hapishanede işkence altında hayatını yitiriyor. Meclis’teki ‘sağ’ bu durumdan memnun. Mevzi kazanmış oluyor bir bakıma. Ancak 1970’lerde ‘şehitlerin ardından yürüyen’ sol gençler, tıpkı ağabeyleri gibi şiddeti de kullanarak ‘eylemlilik’ koyuyorlar ortaya.
DÖNEMİN RUHUNU ANLAMAK İÇİN
O dönemin ‘gençlerinin’ (asker ve sivil) kafasındaki ‘devrim’ ideali hakkında Hasan Cemal’in Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım isimli otobiyografisini aşabilen bir hesaplaşma çıkmadı henüz. Bir de Ömer Laçiner’in bir röportajından o günlerin havasını yakalamak mümkün. Bir teğmen olarak ‘devrimci’ olmaktan yargılanan Laçiner, o günkü hâllerini şöyle aktarıyor:
“Benim kuşağım şöyleydi: Bir kere okuduğu okulların en iyi talebeleriydi. Özgüvenimiz çok yüksekti. ‘Her şeyi yapabiliriz’ diyorduk. Küçücük bir örgüt kursak bile 35-40 milyonluk Türkiye’yi kurtaracağımızı sanırdık. Toplumun en alt kesimlerinin uzun vadede çıkarlarına, haysiyetlerine, şereflerine halel getirmeyeceğimize öylesine iman ediyorduk ki… İnsanlar bize, ‘Ya biz bunu istemiyoruz’ derlerse biz ne yapacaktık? Bu soruyu kendimize sormuyorduk. Koşullar da bize, ‘Tamam, yapabiliriz’ dedirtiyordu. Çünkü bizim karşımızdaki sağ ve merkez sağ son derece kalitesizdi. Mesela o dönemin bütün sağ yayınlarına bakın, bir tanesinde bile, ‘Yahu bu adamların derdi nedir? Ya bu adamların da haklı bir tarafları var’ dedirtecek bir satır bile göremezsiniz.”
TÜRK SAĞI BU KADAR ‘FİKİRSİZ’ MİYDİ?
Herhalde Türk sağı hakkında söyledikleri sizin de dikkatinizi çekmiştir. Gerçekten öyle miydi? Başta da söylediğim gibi ‘solcu’ gençler, Zeitgeist’ten (zamanın ruhu) etkileniyorlardı. Aralarında köylü ve işçi sınıfıyla proletarya devrimi yapacağını düşünen de vardı, ordu içindeki askerleri ‘ayartarak’ tepeden inme bir ihtilal yapacağını düşünen de. Üstelik Meclis’te onları ‘temsil eden’ bir politik parti yoktu. Düşük oy alan ama yine de birkaç vekil çıkarmayı başaran Türkiye İşçi Partisi bile ‘burjuva’ bulunuyordu. Oysa ‘sağ’ öyle değildi. Meclis’te gayet iyi bir temsile sahipti. Türkçülük, muhafazakârlık, popülizm… Ülkenin sosyo-ekonomik şartları da ‘sağın’ lehineydi. Anarşi, istikrarsızlık, ekonomik bunalım gibi meseleler kamuoyunu sağ partilere mahkûm etmişti. Peki, üniversitelerdeki ‘sağcı gençlerin’ derdi neydi o zaman?
Daha önce Mümtaz’er Türköne’den bir alıntı yapmıştım. O dönem ülkücü hareket içinde yer alan Türköne, Türk sağının 1970’lerde sola reaksiyon göstermekten başka bir şey yapmadığını söylemişti. Yakın zamanda Türk sağı hakkında kapsamlı bir çalışma yaptığını iddia eden Tarık Çelenk de buna yakın bir şeyler söylemiş Ruşen Çakır’la röportajında. (Aslında röportaj, en güzel kısmında bitmiş. Yeniden Milli Mücadele hareketi, o dönem ‘sağ’ içinde yer alan fakat kendine has, ilginç bir hareket. Ahmet Taşgetiren, Cemil Çiçek, Hüseyin Gülerce, Melih Gökçek… Tarık Çelenk’in kendisi de varmış orada.)
DEVLET-SİYASİ PARTİ-VATANDAŞ
Biraz daha geriden başlayalım. 1950’de başlayan çok partili hayat, ‘devlet organizasyonunu’ beklenmedik şekilde dönüştürecekti. O güne kadar ‘Cumhuriyetin bürokratları’ olarak hep mevcut rejimden yana olacakları düşünülen devlet aygıtını çalıştıranlar (yargıçlar, askerler, polisler, vs.) siyasete meraklı çıkmıştı. ‘Bürokrat’ tipi zannedildiği gibi ‘kimliksiz’ değildi. Tek Parti döneminde üniversitede kürsü sahibi olmuş isimler, Demokrat Parti döneminde ‘mimlenmiş’, 27 Mayıs’ta ise tasfiye edilmişlerdi. Yeni ‘rejim’ onların fikirlerinden değil siyasî eğilimlerinden çekiniyordu. Aynı şekilde 27 Mayıs cuntasının orduda büyük bir tasfiyeye girişmesi, subaylar arasında da Demokrat Parti’ye yakın fikirde kimseler olduğunu gösteriyor.
Max Weber’in beklentisinin aksine modern bürokratlar hiçbir zaman ‘kimliksiz’ birer uygulayıcı olmuyorlar. Avrupa’da da, Amerika’da da görülebileceği üzere siyasîler, kendilerine yakın bürokratlarla çalışmak istiyor. Bunun Türkiye’de bir krize yol açmasının sebebi, siyasî fikirlerin sıklıkla ‘ihanet’ olarak ilan edilmesi. 1970’lerde toplumdaki kutuplaşma bürokrasiye de yansıyor elbette. Sağcıların solcuları ‘Moskof uşaklığı’ ile itham ettiği, solcuların sağcıları ‘kontrgerilla’ olarak kodladığı dönemde, bu yarılma ciddi etkiler doğuruyor. Memurların oradan oraya sürüldüğü ama bir yandan da siyasî partilerin kendilerine yakın memurları işe aldığı dönemler bunlar. Tek Parti dönemini yaşamış, o dönemin siyasetiyle büyümüş yeni siyasî nesil de, farklı olmuyor yani. Hem medya, hem de ‘entelektüel’ alanlar ‘devlet/parti destekli’ olmayı sürdürüyor. Toplumda yükselmenin yolu, vatandaşlıktan siyasi parti yandaşlığına oradan da devlete kapak atmaya uzanıyor bir bakıma.
KORKULARIN SİYASETİ
1970’lerde ülkücü gençler için ‘devlet’, uğruna ölünebilecek bir ideal. Oradan ‘onay’ görmek, bir nevi tamamlanmışlık hissi oluşturuyor muhtemelen. Meclis’teki sağ siyaset açısından ‘sokakta’ solculara karşılık veriliyor olması, solcu ‘efsane’ gençler gibi sağcı ‘efsane’ gençlerin de var olması, tatminkâr bir his yine. Sadece bunlar değil ama. Sağcı gençler ülkenin ‘dinsizleştirilmek istendiğini’ düşünüyor. Sovyetlerin Afganistan’ı işgali gibi Türkiye’nin de işgal edileceğini ‘görüyor’. Soğuk Savaş bütün ağırlığıyla hissediliyor. ABD, Latin Amerika diktatörlerine ‘solcuları ezmeleri’ karşılığında destek veriyor. Sovyetler’den uzak duracağı sözünü veren ülkelere kucak açıyor. Türkiye’nin de benzer bir hikâyeyi yaşadığını düşünmemek için bir sebep yok. Meşhur ‘Ergenekon’ operasyonları sırasında, ‘derin devlet’ dediğimiz olgunun, Soğuk Savaş’ta oluşturulmuş bir kurgu olduğunu okumuştuk çok defa.
Ancak 1970’lerin etkisi kalıcıdır. Toplum ikiye ayrılmış, farklı ideolojiden insanlar kendi ‘mahallelerini’ inşa etmiş, medya, yayınevleri, kitaplar, düşünceler ‘kamplaşmış’, 12 Eylül’ün balyozu indirilse de, bürokraside 1970’lerin etkileri sürdürülebilmiştir. Bu süreçte, ‘milliyetçi-muhafazakârlık’ (Türk-İslam ülküsü) ciddi taban bulurken, Erbakan’ın Milli Selamet Partisi (MSP) Ankara’nın havasını solumuş oldu. Böylece köylerde ve kasabalarda aktif tarikatlar ve cemaatler, ‘şehirleşecek’ti, yani ‘merkeze yürüyüş’ başlayacaktı. Türkeş’in ‘köylülüğü’ öven eski partisi de, yeni haliyle artık bürokraside ve medyada temsil edilir olmuştu. Ancak Türk sağının hâlen önemli bir bölümü ‘merkez sağ’ seçmeniydi: Ekonomik istikrarı önemseyen, karışıklıktan hoşlanmayan, ‘devlete’ güvenen, aileye ve değerlere (seküler ya da dinî) hassasiyeti olan bir seçmen kitlesi. İşin tuhafı, ‘ortanın solu’ denilen merkez sol seçmen de buna yakın reflekslere sahipti. Ve ‘devlet’ 12 Eylül’den sonra işe ‘buradan’ başlayacaktı. Korkular artık ‘kalıcıydı’.
1970’lerde sadece Türkiye değil, dünyadaki pek çok ülke bu yarılmayı yaşadı. Sağ-sol çatışması, evrensel bir fenomen hâlini aldı. Ancak her ülkede siyaset, belirli fikirsel temellere dayandığı için, bu yarılmaları atlatmak da mümkündü. Türkiye’de ise sağcılığın pragmatik ve popülist siyasete dönüşmesi, solculuğun da 12 Eylül’de travmaya uğratılması, bugün bile hâlen hayaletleri kovalamamıza sebep oluyor. Böyle olunca da bugünkü Türkiye’yi yönettiğini iddia edenler, kendi öğrencilik zamanlarından hikâyelerle hâlen 1970’lerin havasını soluyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan da dönüp ‘Cenazelerimizi yıkayacak imam kalmamıştı’ diyerek vatandaşı uyutuyor. Aynı yere dönüp duruyoruz, çünkü ‘kavgamızın sebebi’ belli değil. Ya da aslında ‘çok alenî’. Gelecek yazıda neyin kavgasını verdiğimizi irdeleyelim…