Analiz | Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman
Osmanlı İmparatorluğu’ndan sadece uluslararası borçları devralmadı 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti. Kadroları, bürokrasiyi, toplumu, kültürü, farklı kesimlerin dünya görüşlerini, hepsinden de önemlisi kafa yapısını devraldı. Yani düşünce biçimi miras kaldı cumhuriyet rejimine. Kaybedilen topraklar denirken kaybedilen vatan kast edilmedi esasında. Tarlasını ipotek edip bankaya kaptıran bir köy ağası gibi algılandı Balkanlar, kuzey Afrika veya Ortadoğu’daki topraklar. Örneğin o kaybedilen topraklardaki kadim milletlerden kendi öz milletimiz gibi bahsedildiğini hiç okudunuz mu tarih kitaplarında? Okuyamazsınız. Çünkü böyle bir şey gerçekliğe tekabül etmiyor. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu – son dönemler hariç – bir hanedanlık ve mutlak monarşik yapıda bir devlet mimarisine sahipti.
Osmanlı adı bile hanedanın kurucusuna dayanıyor. Vatan veya yurt kavramlarına eklemlenen bir millet konsepti ise modern dönemin (19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı) olgusu. Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesinde, kimlik sorunları nedeniyle bütünlüğünü muhafaza edemeyen ve çökmekte olan bir devletin, kimlik (ve vatandaşlığın dayanacağı temel öğe) bakımından bir değerlendirmesi yapılıyor. Dönemin önemli kimliksel dayanak noktaları İslam, Osmanlılık ve Türklüktü. Akçura, artık devleti bir arada tutmak için – yani ülkenin milleti ile ayrılmaz bir bütünlüğünün devamı bakımından – ortak bir kimlik üzerinde bir aidiyete karar kılınmasını zorunlu görmekteydi, tıpkı diğer Osmanlı aydınları gibi. Bir Türkçü olan Akçura’nın makalesinde ele aldığı sorunsalda yansız olmasını elbette bekleyemeyiz. Çünkü tıpkı doğum yeri Memalik-i Osmani dışında olan Türki kökenliler gibi – Akçura Tatardır mesela – Akçura da Rusya topraklarında dünyaya gelmiş, Osmanlı’ya geldikten sonra Türkiliğin birleştirici dinamiğinin, zamanın ruhuna en uygun kimliksel zemin olduğunu düşünmüştür. Gaspıralı İsmail Bey (İsmail Gasprinsky) gibi, Hüseyinzade Ali Bey gibi, Zeki Velidi gibi. Bu aydınların ortak özelliği, Rusya’nın siyasi etkisine açık bölgelerde doğmuş ve yetişmiş olmalarıydı. Bu nedenle Panslavizm ideolojisini örnek almaktaydılar. Esasında aynı dönemde pan hareketleri, yani bir etnik-ırki topluluğu ortak politik sınırlar içinde birleştirerek güçlü bir imparatorluk kurma ülküsü, dünyada yaygındı. Örneğin Pancermenizm veya daha sonraları doğacak olan Panarabizm de böyleydiler. Bu tür pan hareketler çokuluslu imparatorluklar bakımından çok uygulanabilir değildi. Çünkü doğası gereği içinde birçok etnik unsur barındıran çokuluslu imparatorlukların demografik kompozisyonu, etnik-milliyetçi ve ırkçı pan hareketleri kaldırmıyordu. Bu nedenle çokuluslu imparatorlukların mevcut sınırları, pan hareketlerin başat (ana siyaseti ve kimliği taşıyıcı) ideoloji haline gelmelerini müteakiben değişme eğilimi gösteriyordu.
Trend ve tarihin gidişatı, ulus devletleşmeydi
Osmanlı topraklarında Yusuf Akçura, Moiz Cohen (Munis Tekinalp), Hüseyinzade Ali, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin, Zeki Velidi, Halide Edip, Adnan Adıvar gibi – adını burada anmadığım daha onlarca aydın – Osmanlı İmparatorluğu’nun çok etnisiteli bir yapıdan “Türk yurdu” haline dönüştürülmesini talep etmekteydi. Bunun en birincil rasyonel nedeni, dini aidiyetin ve monarşik aidiyetin artık ülke birliğini sağlayamamasıydı. Bernard Lewis’in haklı olarak altını çizdiği üzere, milliyetçilik öyle bir virüstü ki, bir defa vücuda girdikten sonra hasta X olmadan vücuttan ayrılmıyordu. Yani diğer bir ifadeyle, trend ve tarihin gidişatı, ulus devletleşmeydi. Bunu başaramayan çokuluslu imparatorluklar bölünecek ve parçalara ayrılacaktı. Bu ideolojik damar, kısa zamanda İslamcıları ve Osmanlıcıları ekarte etti. Osmanlıcılığa zaten azınlıklar (bunu o dönem koşullarında gayrı Müslimler olarak okumak lazım) ve imparatorluğun Müslüman tebaası (mesela Araplar, Arnavutlar ve Kürtler) artık benimsemekteydi. Böylelikle, bu pragmatik nedenlerden dolayı, Osmanlıcılık ve İslamcılık tasfiye oldu. Osmanlı devleti giderek Türk devletine dönüştü.
Bu gidişatın en önemli kilometre taşlarından biri, şüphesiz ki İttihat ve Terakki hareketidir. Bir cemiyet olarak dünyaya gelen hareket, başlarda sadece meşruti monarşiye geçişi öngören ve içinde bahsi geçen üç ideolojiden aydını da barındıran, daha kozmopolit bir yapıya sahipti. Merkeziyetçiler ve ademi merkeziyetçiler, demokratlar, serbest piyasacılar, nasyonalistler ve hatta sosyalistler, Türkler, Kürtler, Arnavutlar ve hatta gayrı-Müslimler, harekete ilgisiz kalmadılar. Ancak Türkçüler (pan-Türkistler veya Turancılar) kısa zamanda hâkim ana akım grup oldular. Böylelikle partileşme sürecinde (Meşrutiyetin ilanını müteakip) artan oranda Türkçüleşen bir yapıya bürünen İttihat ve Terakki hareketi, iktidarı ile beraber dünya görüşlerinin gereğini yerine getirmeye başladı.
En büyük “Türkleştirme” bizzat Türklere yönelik izlendi
Arnavutlukta ve Balkanlarda Türk olmayan Müslüman etnisitelerin planlı asimilasyonu, net bir politikaydı. Bu doğrultuda örneğin Arnavutları Türkleştirme siyaseti örnek olarak alınabilir. Bunun yanında, Arapları ve Kürtleri aşağı görmek, Kürt ve Arap illerinde açıkça Türkçü ideolojiye göre hareket etmek gibi yaklaşımlar da bu bağlamda önemli. Ve nihayetinde, en önemli adım, Rusya kontrolünde olan Türkîlerin yaşadıkları bölgelerin (Kırım ve Volga, Güney Kafkasya, Orta Asya gibi) İttihatçıların ilgi alanına girmesi, diğer bir dikkat çeken durumdur. Bu fikirlerin siyasi karar alıcıların algılarını etkilemesinde ve bu algılar üzerine inşa edilecek dış politikada, Osmanlı dışında doğmuş ve büyümüş Tatarların ve diğer Türkîlerin etkisini azımsamak mümkün değil. Böylelikle, en büyük “Türkleştirme” esasında bizzat Türklere yönelik izlenen politikadır. Osmanlı toplumu kısa zamanda Türkleştirilen bir elit-aydın gruba sahip olmuş, bu grup da halkı Türkleştirmiştir. Bahsettiğim Türk olmayanların Türk yapılması değil yani sadece. Türk etnik grubuna ait (Türkçe konuşan) insanların, Türklük aidiyetini birincil (kendilerini tanımlayan) ana kimlik haline getirmelerini kast ediyorum.
Bu koşullarda, Rus limanlarını mütecaviz şekilde topa tutan Osmanlı devleti (Yavuz ve Midilli’nin Alman mürettebatı olması, gemilerin Osmanlı donanmasına ait oldukları ve saldırı emrinin Enver Paşa tarafından verildiği gerçeğini değiştirmiyor) Almanların yanında Birinci Dünya Savaşına girdi. “Alalım düşmandan eski yerleri” edebiyatının yanında, “alalım Ruslardan Turan’ı” jargonu, bu siyasi tercihin ana nedenlerinden biriydi. Yani irredentist (yayılmacı) ve ırkçı (Turancı) bir ideolojik arka plana sahipti. Osmanlı devleti Türkleştirilirken, Rusların elinde olan ve Türkîlerin yaşadığı bölgelerin devletin sınırlarına katılması – cihan imparatorluğu mefkûresi – işte bu kafanın stratejisiydi. Çanakkale Savaşı’nın gerçek sebebi budur. Yoksa siz o savaşın ön-Kurtuluş savaşı olduğuna dair yürütülen geç Cumhuriyet dönemi tarih manipülasyonuna inananlardan mısınız? Osmanlı İmparatorluğu yeni toprak fethetmek için girdiği bir geç sömürgecilik savaşında yenilmiştir. Onu yenenler Osmanlı İmparatorluğu’ndan ne daha emperyalistti, ne de Osmanlı emperyalistlerce işgal edilen gariban bir mazlum devletti.
Ermeniler milliyetçilik akımının etkisinde kaldılar
Gelelim esas konuya. Her şey iyi güzel de, bu tabloda Ermeniler nerede? Ermeniler de tıpkı Türkler gibi, Kürtler gibi, Araplar ve Arnavutlar gibi, öncesinde Sırplar, Yunanlar, Bulgarlar gibi, milliyetçilik akımının etkisinde kaldılar. Her ulusun kendi kaderini tayin hakkı gereği, kendi devletlerinin beklentisine girdiler. Zaten çokuluslu Osmanlı İmparatorluğu, artık Birinci Dünya Savaşı’nda sadece Türklerin devleti olmuştu. Osmanlı cephelerinde Türk olmayan askerlerin bulunması bu gerçeği değiştirmiyor. Devlete sadık olan diğer etnik grupların mensuplarına tolerans gösterilmiş, bu nasyonalist paradigmayı beğenmeyen ve milliyetçileşen azınlıklar (gayrı Müslim veya Müslüman fark yoktu artık) devlet düşmanı olarak addedilmeye başlanmışlardı. Yani Ermenilerin artık çokuluslu olmayan devletle bağları büyük oranda kopmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkaslar üzerinden Rusya’daki Türkî coğrafyaları fethe çıkan Osmanlı, Sarıkamış faciası sonrasında toprak üstüne toprak kaybetmiş, elinden tüm Doğu Anadolu çıkmıştı. Bu bölgeyi kontrol eden ve bu bölgedeki etnik gruplara etki eden Ruslar, Ermenilerin desteğini gördüler. İttihatçı politikaların hâkim kimliği değiştirmesiyle kendi kadim vatanlarında parya haline gelen Ermenilerin Ruslarla işbirliği yapmasını yadırgamalı mı? Aynı gerekçelerle Arapların güney cephelerde İngilizlerle işbirliğine gitmeleri tesadüf mü? Arnavutların iradelerini Osmanlı dışında kendi devletlerinden yana kullanmaları aynı şey değil mi? Böylelikle bazı Ermeni çeteleri Osmanlı devletine başkaldırmış oldu.
Bu olayın sonucunda Osmanlı hükümeti zorunlu göç kararı alındı. Milyonlarca kadın, bebek, çocuk, yaşlı, silahsız masum sivil Osmanlı vatandaşı (hala Osmanlı vatandaşıydılar!) yayan şekilde Suriye istikametine doğru yola çıkartıldı. Evlerini, köy ve kasabalarını, kentlerini terke zorlandılar. Mallarına el kondu. Yolda açlık, sefalet, hijyen koşulların korkunçluğu, salgın hastalıklar gibi belaların yanı sıra, toplu öldürmeler, tek-tek öldürmeler, tecavüzler, işkenceler gibi sistematik muamelelere tabi kılındılar. Bunları yapan, yaptırtan veya bunlara göz yuman Osmanlı hükümetiydi. Bunları Osmanlı Devleti adına yapmaktaydı. İttihatçı olmaları bu gerçeği değiştirmiyor. Uluslararası hukuk bakımından bu çok önemli bir ayrıntıdır.
Bu yapılanların sonucunda Ermeni toplumu milyonlara varan kayıplar verdi ve bunun yanında etnik aidiyet temelinde kendi yaşadıkları coğrafi bölgeden başka bir bölgeye göçe zorlandılar. Binlerce çocuk ailelerinden kopartılarak Müslüman (Türk ve Kürt) ailelere evlatlık verildiler. Mülkleri Müslümanlara verildi. İşyerlerine el kondu. Tüm bu işlemler, Osmanlı Kanun-ı Esasi’sine aykırı olarak, onlarca anayasa maddesi ve kanun ihlal edilerek yapıldı. On binlerce Ermeni, bu korkunç zulümden çocuklarıyla beraber kaçmaya çalışırken öldürüldü. Dinlerini değiştirmek zorunda kalan on binlerce Ermeni kadın (aralarında ufak yaşta olanları çok) Müslümanlarla evlendirildi. Bu kadınların isimleri değiştirildi ve kendilerine Müslüman adlar verildi. Bugün Anadolu’da birçok ailenin büyük-büyük nenesi, Ermenidir. Tüm bu yaşananlar, kamuoyundan ve uluslararası toplumdan gizlenmeye çalışıldı. Yani Enver, Talat ve Cemal Paşalar ile Osmanlı üst düzey bürokrasisi olanları bilmekte, bu nedenle bu barbarlığın üzerini örtmeye çalışmaktaydılar.
O günkü tarihsel koşullarda bu korkunç fiil örtbas edildi
Esasında Ermenilerden “kurtulmak” için, Ruslarla işbirliği yapan Ermeni çeteleri onlara arayıp da bulamadıkları bir bahane sağlamıştı. Amaçları zaten Anadolu’nun yeknesak ve homojen bir toprak parçası haline getirilmesiydi. Kürtlerin Türkleştirilmesi, Müslüman olmaları ve sosyo-ekonomik olarak zayıf olmalarından dolayı İttihatçılara daha kolay görünmekteydi. Ama Ermeniler Hristiyan olmaları ve Kilise organizasyonlarıyla, eğitim düzeyleriyle, ekonomik güçleriyle, Batı dünyası ile olan yakın ilişkileri ile çok daha önde olan bir hedeftiler. Bu nedenle zorunlu göç, İttihatçı nasyonalistlerin bir etnik temizlik harekâtıydı. Maalesef o günkü tarihsel koşullarda bu korkunç fiil örtbas edildi. Buna karşın yurtdışına kaçabilen binlerce Ermeni, fotoğraflarla, anılarla, şahit ifadeleriyle, kuşaktan kuşağa bu yaşanan katliamı aktardı. O dönem Anadolu’da bulunan Batılı misyonerler, öğretmenler, gazeteciler ve diğer kişiler de keza yaşadıklarını kayıt altına aldılar. Ama şüphesiz ki en önemli kanıt, milyonlarca Ermeni’den bugün geriye sadece bir avuç, İstanbul ve birkaç diğer büyük kentte kalan Ermeni cemaati kalmış olmasıdır.
1915 katliamını yapanlar, 1923’te kurulan Cumhuriyet’çe hasıraltı edildi
Tüm bu yaşananlar, Birleşmiş Milletler’in tanımına göre soykırımdır. Birleşmiş Milletler’in 1915 olaylarından çok sonra kurulmuş olması ve müktesebatının hukuk tekniği bakımından önceki suçları kapsamaması, yaşananların soykırım olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Dahası, Türkiye’nin tezi olan zorunlu göç (tehcir) de, etnik kökenden hareketle etnik temizlik anlamına geldiği için esasında soykırım olarak değerlendiriliyor. Diğer bir ifadeyle, Ermeniler öldürülmedi, sadece göç ettirildi diyen bu devlet tezi, esasında mevcut soykırım literatürü ve tanımı gereği, 1915 dramının bir soykırım olduğunu itiraf ediyor. Mukatele (karşılıklı birbirini katletme) tezi ise en çürük olanı. Çünkü birincisi Osmanlı’ya karşı ayaklanan ve sivilleri öldürdüğü ileri sürülen Ermeni çeteleri, Ermeni nüfusunun çok küçük bir bölümünü temsil ediyor. Dahası, suçun şahsiliği ilkesi gereği, bu çeteler yüzünden tüm Ermenilerin göç ettirilmesi, hukuk bakımından kabul edilemez bir uygulama. Oysa Osmanlı Devletinin Tehcir Kanunu bir vakadır. Bu kanunu çıkartan bir devlettir. Bu kanunun gereği olarak sivil Ermeni halkı (Osmanlı vatandaşıdırlar!) etnik aidiyet temelinde göçe zorlamak, düzenli ordu ve devlet bürokrasisi ile bunu hayata geçirmek, çok farklıdır. Diğer bir ifadeyle, Ermeniler bizi katletti, biz de onları türünden bir retorik, hukuk ve mantık bakımından yok hükmündedir, dahası utanç vericidir. Devletler, kendi yasal düzenlerine karşı girişilen tutumları (suçları) bağımsız mahkemelerde yargılamak suretiyle yaptırıma tabi tutar.
1915 katliamını yapanlar, 1923’te kurulan Cumhuriyet’çe hasıraltı edilmiştir. Çünkü kurucu kadronun önemli bir bölümü, İttihatçı bürokraside ve yönetimde olan, asker, bürokrat bireylerdi. Soykırımı örtbas etmek konusundaki çıkarları sanırım son derece nettir. Böylelikle, İttihatçıların nasyonalizmi, yeni devletçe de benimsendi. Asimilasyon politikaları anadili Türkçe olmayan tüm Türkiye vatandaşlarına (başta Kürtler olmak üzere) uygulandı, uygulanıyor. Anayasaya dayanmayan uygulamalar, bugün de uygulanmakta. Mesela mülkiyet hakkının gaspı, insanların mallarına mülklerine çöreklenilmesi gibi. Mesela vatandaşlık haklarının ve sivil hakların belirli gruplar için askıya alınması gibi. Tüm bu faşizan politikalar, Osmanlı’dan Cumhuriyet rejimine geçen sosyal-genetik öğelerin ederidir. 1937-38 Dersim Katliamı, 1942 Varlık vergisi, 1955 6/7 Eylül Olayları, 1990’ların köy boşaltmaları, kaybedilen insanlar, 2015 Cizre ve Diyarbakır olayları, 15 Temmuz sonrası yaşanan büyük çaplı takibat politikası, kökleri 1915 soykırımında olan habis kafa yapısının ürünüdür.
Demokratik bir gelecek ve hukuk devleti talep edenlerin bu korkunç geçmişle bireysel bazda yüzleşmeleri kaçınılmazdır ve çok gereklidir.
Çok enteresan bir zamanlama… Son birkaç ayda, tr724’de önce Bülent Keneş bey, sonra Erkam Tufan Aytav bey ve şimdi de siz -tabii eğer arada atladığım başkaları da yoksa- Ermenilere karşı yapılanları “soykırım” olarak nitelediniz. Siz ve Erkam bey, bu nitelemeyi “Birleşmiş Milletler tanımına göre” diyerek yaptınız. Bir akademisyen olarak önceki çalışmalarınızda aynı tanımlamayı kullanıp kullanmadığınızı bilemiyorum. Ancak yukaridaki tezinizde “Bu yapılanların sonucunda Ermeni toplumu milyonlara varan kayıplar verdi” de demişsiniz ki, verilen kayıpların “milyonlar” şeklinde ifade edilmesi de ilginç. Hani okuma yazma bilmeyen biri de bilir; Türkçe’de “cem’in ekalli ikidir”. “Milyonlar” deyince en az iki milyon kayıp demektir. Bu kadarını Ermeniler bile yapmadılar. (Bu ifadede birilerinin yaptığı gibi bir aşağılama sozkonusu değildir. Ermeni kardeşlerimi küçük görmekten Allah’a sığınırım. Ermeni soykırımı iddiasını savunan Ermenileri kastettim)
Hocam yazılarınız gerçekten çok ufuk açıcı, teşekkür ediyorum. Arnavutların Türkleştirilmesi politikasıyla alakalı daha detaylı okumalar yapmak istiyorum, hangi kaynakları tavsiye edersiniz?
Saygılarımla.
Mehmet Bey, bu doyuruz bilgilerle bezenmiş yazinizdan dolayi sizi tebrik ederim
Osmanlı Devleti düpedüz emperyalistti; sömürgeciydi. En az İngiltere, Fransa, Rusya kadar emperyalist ve sömürgeci. Hatta belki onlardan daha da emperyalist. Zalim bir devletti… Sayın Prof., siyasal ve tarihel analizlerinize dayandırdığınız, bilimsel ve tarihsel kavramlarla bezediğiniz makalenizdeki, “Osmanlı İmparatorluğu yeni toprak fethetmek için girdiği bir geç sömürgecilik savaşında yenilmiştir. Onu yenenler Osmanlı İmparatorluğu’ndan ne daha emperyalistti, ne de Osmanlı emperyalistlerce işgal edilen gariban bir mazlum devletti” sözlerinizin açılımı bu mu? Eğer öyleyse cehaletinizin kalmadığını söyleyebilirim…
İşimiz zor Hocam. Allah affetsin bizi.
Orhan pilav, görüldüğü üzere ittihat ve terakkinin ülkenin başına açtığı belalar günümüzde de uzantılarıyla birlikte devam ediyor. Avrasyacı zihniyet öncelike kendi vatandaşına sonra başka milletlere zulüm üstüne zulüm yaşatıyor. Ermeni soykırımı veya dersim katliamı hatta günümüzde kürtler ve cemaat mensuplarına yapılanlar hiç bir şeyin değişmeyip hâlâ devam ettiğini gösteriyor. Osmanlı devleti dahi olsa böylelerin eline geçtiği zaman zulüm üstüne zulüm yaşatabiliyor demek ki. Sonuçta Osmanlı olduğunu iddia eden iktidar kendi ülkesine dine verdiği zarar ve diğer insanlara yaşattıkları zulümler (örn:öso nun tecavüz ve yağmaları) insanların kimlik dışında ne sonuçlar ortaya çıkardıklarına bir delil. Tabi tarafgirlik gözlüğü ile kendini %100 haklı görmenin dışında önünü dahi göremezsin