17. yüzyılda bir taassup örneği: Sarayın fetvacısı Kadızadeliler

[Dr. Serdar Efeoğlu, yazdı – @drefeoglu]

İslam tarihi boyunca ortaya çıkan değişik düşünce akımları Osmanlı döneminde de etkili olmuş ve medrese ile tasavvuf karşı karşıya gelmiştir. Bunlardan birisi de 17. Yüzyılda yaşanan ve “dinde tasfiye” şeklinde görülen Kadızadeliler Olayı’dır.

17.yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin çok çeşitli problemlerle karşılaştığı bir dönemdir. Padişahlar sık sık değişmekte, hükümdarlar sancağa çıkma usulünün kaldırılması nedeniyle tecrübesiz bir şekilde tahta çıkmaktaydı. Bir kısmı da küçük yaşta hükümdar olduğundan devlet yönetiminde boşluklar yaşanıyordu. İstanbul’da yeniçeri ve sipahi isyanları birbirini izliyor, Anadolu’yu ise Celali isyanları kasıp kavuruyordu. Avusturya ve İran’la süregelen savaşlar da istikrarsızlığı artırıyordu.

İBN-İ TEYMİYYE ETKİSİ

Olayın fikrî temelinde Selefi anlayışın kurucusu İbn-i Teymiyye’den etkilenen İmam Birgivî’nin yaklaşımları vardı. 16. yüzyılda yaşayan Birgivî’nin görüşlerine bazı mutasavvıflar reddiyeler yazarak cevap vermişlerdi. Birgivî’nin eserleri Kadızadeliler tarafından yaygın bir şekilde okunmakta ve esas alınmaktaydı. Hareket, Müslümanlığı Kur’an ve Sünnet dışında bütün bid’atlardan arındırmayı ve bunu devletin bütün kurumlarında uygulamayı amaçlıyordu. 17. asrın büyük bilgini Kâtip Çelebi bu hareketi, medreselerin bozulmasının bir sonucu olarak değerlendirmekteydi.

kadi spot1Ülkede yaşanan sıkıntılar sonucunda hoşgörü azalmış ve tasavvufa düşman bir “vaizler sınıfı” ortaya çıkmıştı. Vaizler problemleri bid’atlara bağlamakta ve heyecanlı vaazlarla cahil kitleyi kendi yanlarına çekmekteydiler. Başlangıçta fikri seviyede başlayan tartışma sonraları tehlikeli bir hal aldı.

Kadızadeliler, en büyük düşman gördükleri tasavvuf ehlini hedefe koymakta ve geleneksel İslam’a karşı çıkmaktaydılar. Bazı saray görevlilerinin mutaassıp vaizlerle işbirliği yapması, mücadelenin şiddetlenmesine neden oldu. “Fakılar” da denilen vaizlerin kışkırtmaları ile halk ikiye bölündü. Mevlevi ve Halveti tekkeleri basılarak şeyhler ölümle tehdit edildi.

Bu vaizlerin başında “Kadızade” unvanını kullanan ve 1631’de Ayasofya vaizliğine getirilen Balıkesirli Mehmet Efendi gelmekteydi. Mehmet Efendi; devletin yaşadığı bütün sıkıntıların temelinde şeriata aykırı davranılmasının geldiğini ve buna tarikatların neden olduğunu ileri sürmekteydi. Dönemin hükümdarı IV. Murat’la yakınlık kuran Kadızade, diğer âlimlerin destek vermediği tütün yasağını desteklemekteydi.

Kadızade, Kur’an ve Sünnette bu konuda yasak bulunmadığını söyleyenlere “ulu’l-emrin menetmesiyle terki lazım gelir, bunu dinlemiyenler katlolunur” şeklinde hüküm veriyordu. Dönemin meşhur Şeyhülislamı Bahayî Efendi tütünün haram olmadığına dair fetva vererek karşı çıksa da siyasi baskılar sonucunda görevinden azledilerek sürgüne gönderildi.

1.Murat, Kadızadelilerin desteğinden memnundu. Padişah, Kadızade’nin telkinleri sonucu 1633’de Cibali’de çıkan büyük yangın sonrasında bütün kahvehaneleri yıktırdı ve tütün yasağına uymayan birçok kişiyi katlettirdi. Hatta bu telkinlerin sonucunda geceleri fenersiz dolaşanlar bile öldürüldü. Dönemin Mevlevi Şeyhi Sâkib Dede, Kadızade’nin “Müslümanlar arasında taassup fitnesini uyandırdığını” belirtiyordu.

Kadızade Padişah’a, İbn-i Teymiyye’nin devlet idaresiyle ilgili görüşlerini içeren bir layiha da sundu. Kadızadeliler; tasavvuf, dini inanç ve ibadetlerle siyasi ve sosyal hayata dair konularda farklı görüşleriyle öne çıkmaktaydılar. Bu dönemde meşhur Halveti Şeyhi Abdülmecit Sivasî Efendi ile Kadızade arasında çeşitli konularda tartışmalar yaşanmaktaydı.

kadi spot2

TARTIŞMA KONULARI

Kadızadeliler pozitif ilimlerin tahsil edilmesinin, Ezan, Nat-ı Nebevi ve Mevlid’in makamla okunmasının, tarikat erbabının sema ve devranının caiz olmadığını; sigara ve kahvenin haram olduğunu, kabirlerin ziyaret edilemeyeceğini savunuyor, Sivasî ise bunlara karşı çıkıyordu. Burada ilginç olan Kadızade’nin devlet işleri için alınan parayı “rüşvet” değil, ücret olarak değerlendirmesidir. Bu görüşler, dönemin aklıselim insanları ve entelektüelleri arasında karşılık bulmamış, özellikle Kâtip Çelebi ağır eleştiriler getirmiştir.

Mehmet Efendi’nin vefatından sonra onun yolundan giden vaizler saraya nüfuz ederek fikirlerini kabul ettirmeye çalıştılar. Cemaatle nafile namaz kılanları, güzel sesle Kur’an okuyanları, na’t-ı şerif okuyanları tehdit ederek engellediler. Hatta bu kişilerin “kâfir” ilan edilmesi gerektiğini ileri sürdüler. Tarikat ehlinin küfür içinde olduğunu ve tekkelere gidenlerin kâfir sayılması gerektiğini iddia ettiler. Bu propagandalar sonucunda halk arasında tarikatlara karşı büyük bir tepki oluştu ve tekkeler fonksiyonunu icra edemez hale geldi.

Mehmet Efendi’den sonra bu işin bayraktarlığını Şamlı Üstüvani Mehmet Efendi yaptı. Üstüvani’nin Ayasofya’daki vaazları Saray görevlileri tarafından takip edilmekte, Padişahın Hocası Reyhan Efendi’nin kendisini himaye etmesiyle şöhreti artmaktaydı. Üstüvani dışında başka vaizler de bu görüşleri dile getirmekte ve saraydan aldıkları güçle tekkeleri basarak dervişleri dağıtmaktaydılar.

Kadızadeliler, kendilerini halkın huzurunda tartışmaya çağıran âlimlerin tekliflerini de reddettiler. Tarihçi Naima, Kadızadelilerin devlet işlerine müdahale ederek birtakım menfaatler karşılığında tayinlerde etkili olduklarını, rüşveti meşru bir hale getirdiklerini ve haksız kazanç elde ettiklerini belirtmektedir.

Kadızadelilerin bu hareketleri Köprülü Mehmet Paşa’nın Vezir-i Azamlığına kadar devam etti. 1656’da Venedik donanmasının Çanakkale Boğazı’na kadar gelmesi üzerine bu felaketlerin sebebinin tarikatların himaye edilmesi ve bid’atların devam etmesi olduğunu iddia ettiler. Fikir tartışmalarında başarılı olamayan Kadızadelilerden bir grup, Fatih Camii’nde bir Cuma namazında müezzinler makamla na’t-ı şerif okurken müdahale edince kan dökülme aşamasına gelindi. Bütün tekkeleri yıkmaya, taş ve topraklarını denize dökmeye başlayarak rast geldikleri dervişleri “tecdid-i iman”a davet edip reddedenleri öldürdüler.

Ardından Padişah IV. Mehmet’e giderek Selatin camilerin birer minaresi dışındakileri yıkmak ve bütün bid’atları ortadan kaldırmak için müsaade istediler. Taraftarlarını Fatih Camii avlusunda toplanmaya davet ederek kendilerini engellemek isteyenlere silahla karşılık vereceklerini ilan ettiler.

Köprülü Mehmet Paşa bunu haber alınca ulemayı topladı. Ulemanın Kadızadelilerin fikirlerinin “batıl” olduğu yönündeki görüşleri üzerine Padişahın da onayı ile 1656’da Üstüvani, Türk Ahmet ile Divane Mustafa adlı vaizler Kıbrıs’a sürgüne gönderildi.

Kadızadeliler olayının üçüncü safhasında ise Vanî Mehmet Efendi’nin ismi öne çıkmaktadır. İstanbul’a geldikten sonra Sultan Selim Camii’nde vaaz vermeye başlayan Vanî, önce IV. Mehmet’in, daha sonra da Şehzade Mustafa’nın hocası oldu. Vanî de selefleri gibi sufilere karşı tavır aldı. Bunun sonucunda Mevlevilerin sema ve Halvetilerin ayinleri ile kabir ziyaretleri yasaklandı.

BUGÜNÜN FETVACILARI

Kadızadeliler 17. yüzyıl boyunca karşı çıktıkları ve bid’at olarak gördükleri meseleleri şiddet kullanarak kaldırmaya çalıştılar. Cahil halkı yanlarına çekerek tasavvuf ehli ile karşı karşıya getirdiler. Padişahlar ve Saray’la yakın ilişkiler geliştirerek çeşitli menfaatler karşılığında siyasi iktidarların yanlış uygulamalarına meşruiyet kazandırdılar. Bazen de Saray’ın desteği ile tekkeleri yıktıracak kadar ileri gittiler.

Ne yazık ki bugün de Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ve Hayrettin Karaman gibi birçok İlahiyatçının “ulu’l emre itaat” anlayışıyla iktidarın icraatlarına verdikleri fetvalarla “meşruiyet” kazandırmaya çalıştıkları, cami kürsülerinden iktidarın yanında yer almayanları “tekfir edecek” kadar ileri gittikleri, bazı cemaatleri “firak-ı dalle” bile ilan ettikleri görülmektedir. Diğer taraftan “devletin zarar görmediği” yaklaşımıyla rüşvete cevaz verildiği dikkat çekmektedir.

Hemen her konuda dinin özüne uygun doğrular yerine iktidarın yanında yer alınmakta, bir gerekçe uydurularak onun işine yarayacak fetvalar verilmekte ve toplumun önemli bir kesiminin dine ve dindarlara karşı tepkisine neden olunmaktadır. Buna karşılık muhaliflere yönelik çeşitli mahfillerde ortaya konan tehditlere ise sessiz kalınmaktadır.

Cahil halk kitlelerini etkileyerek muhalif grupları yok etmeye kadar varabilecek söylemler, ülkede kutuplaşmayı artırmakta ve hoşgörü ortamına darbe vurmaktadır. Bu tür davranışların en büyük zararı ise gerçek anlamda dinini yaşamaya çalışan insanlara olmaktadır. Bediüzzaman’ın “Asıl musibet, dine gelen musibettir” ifadesi esas alınarak siyasilerin her hareketine cevaz vermekten vazgeçilmesi ve hoşgörünün esas alınması hem din, hem de toplum hayatı adına büyük bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Kaynaklar: H. Yurdaydın, “Türkiye’nin Dini Tarihine Umumi Bir Bakış”, AÜİF Dergisi, 1961; A. F. Bilkan, “17. Yüzyılda Medrese ve Tekke Mücadelesinin Osmanlı Şiirine Yansıması”, Osmanlı Araştırmaları, XXVI, 2005; M. Zeki, “Kadızade ve Sivasî Münazaası”, İslam Mecmuası, 1331, S. 41.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. degismiyor degismiyor degismiyor.
    hep ayni . “aşkın devlet” anlayisini kendini musluman olarak goren kim varsa yeniden gozden gecirmelidir.
    bu problem cozulmeden insanlik adina adalet adina islam adina hep yanlis yapacagiz galiba

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin