Son üç yıldır Türkiye – Avrupa Birliği münasebetlerinin 1980 darbesi sonrası ilişkilerin resmi olarak dondurulduğu günlerinden daha da sıkıntılı bir dönemde olduğu kanaati, bu ilişkilerin seyrini on yıllardır takip eden uzmanların ortak görüşü haline gelmiş bulunmakta. Bir tarafta, 94 yıllık Cumhuriyet tecrübemizin hiçbir anında yaşamadığımız son derece vehim hadiseler gerçekleşirken; diğer tarafta üyelik müzakereleri sürecinde bulunup, Avrupa Birliği’nin en temel değerlerini bu kadar pervasızca ayaklar altına alan başka bir aday ülke birliğin son 60 yıllık genişleme sürecinde ortaya çıkmadı.
AVRUPA MÜLTECİ MESELESİNE KENDİ TEDBİRİNİ ALIYOR
Esasen, Avrupa Birliği milyonlarca Suriyeli mültecinin Türkiye sınırları içerisinde kalması noktasında Cumhurbaşkanı Erdoğan ile anlaşarak bugüne kadar birçok kritik meseleye dair özellikle 2015 yılından bu yana sessizliğini hep korudu. Fakat, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önce Hollanda başbakanı Rutte’yi ardından Alman Şansölyesi Merkel’i hedef alan Nazi ve benzeri ithamları Avrupa’da son birkaç haftadır farklı bir takım siyasi gelişmelerin yaşanmasına sebep oldu. Tüm bunlar yaşanırken, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa’da yaşayan Türk diasporasını sokağa döken radikalleştirici bir takım söylemleri, bir çok AB ülkesinde gerek Erdoğan gerekse de Türkiye ile bugüne kadar devam eden ortaklık modelinin değişmesi gerektiği noktasında bir konsensüs oluşturdu.
Bu sebeple, iki hafta kadar önce Türkiye’ye giden üst düzey bir AB delegasyonu, Türk yetkililere açıkça kendilerini mülteci meselesi üzerinden artık tehdit edemeyeceklerini, AB olarak mültecilerin Avrupa’ya gelişlerini durdurabilecek tedbirleri aldıklarını ifade ettiler. Benzer şekilde Marc Pierini, Steven Blockmans ve Amanda Jane Paul gibi birçok kıdemli AB uzmanına göre AB’nin Erdoğan’a dair son dönem takındığı sert ve kolektif tutumun arkasında, birliğin mülteci meselesine dair kendi tedbirlerini aldığı gerçeği yatmakta.
2015 yılından bugüne Türkiye’de yaşanan ve Türkiye’nin geçtiğimiz 10 yılda yakaladığı demokratikleşme ivmesini akamete uğratan birçok hadise de sessiz kalmayı tercih eden AB, özellikle son iki haftadan bu yana yaklaşmakta olan 16 Nisan referandumuna dair kamuoyuna mal olacak şekilde ve kapalı kapılar ardında alışılagelmişin dışında bazı tepkiler ortaya koymakta. Kamuoyuna mal olmuş tepkilere bakıldığında, AB’nin Türkiye’ye dair en önemli iki yetkilisi olan dış ilişkilerden sorumlu Yüksek Temsilci Federica Mogherini ve Genişlemeden Sorumlu AB komiseri Johannes Hahn’ın 16 Nisan referandumundan ‘evet’ çıkması durumunda, Türkiye’de yeni oluşacak devlet sistematiği pratiğinin Kopenhag kriterleri ile uyumlu çalışıp çalışmadığına bakacakları nevinden son derece diplomatik bir dille ilişkilerin geleceğine ve belki de yeni bir formatta devam edeceğine dair imalarda bulunmaktalar.
TÜRKİYE’YE GÜÇLÜ TEPKİYE HAZIRLANILIYOR
Diğer taraftan, Brüksel kulislerinde konuşulan diğer bir olasılık ise duyanları şaşkınlığa sevk edecek türden. Özellikle, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son günlerde 16 Nisan referandumundan hemen sonra, AB ile devam mı yoksa tamam mı şeklinde bir referandum daha yapma sinyali vermesi, Brüksel’de bir takım güçlü, alternatif tepkiler hazırlanmasına sebep olmuşa benziyor. Kimliğini burada ifade edemeyeceğimiz bazı AB bürokratlarına göre başta Avrupa Birliği olmak üzere Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (OSCE) gibi bir takım uluslar üstü ve uluslararası kurumların, hazırlıkları aylar öncesine dayandığı iddia edilen referandumda yapılacak sandık hilelerinden ötürü, 16 Nisan referandum sonucunu kendileri için yok hükmünde olacağını duyuracaklarını ifade etmekteler. Böylesine bir tepkinin Türkiye’de iç siyasi dinamikleri etkileme gücü kısa vadede yok denecek kadar az görünse de, orta ve uzun vadede özellikle NATO ve ekonomik ilişkiler bağlamında Türkiye’yi bir hayli zora sokacağını ifade etmek hiçte güç olmasa gerek.
Referandumdan ‘evet’ çıkması durumunda, 17 Nisan sabahına uyandığımızda karşımızda Türkiye ve özellikle Erdoğan ile bugüne değin devam ettirilen ilişkilerin mutlak surette değişmesi gerektiği hatta bu değişimi diretme potansiyeli olan bir AB ile karşılaşma ihtimalimiz son derece kuvvetli görünmekte. Şüphesiz AB’yi böyle bir pozisyona iten temel de iki faktörü tekrar vurgulamakta yarar var. İlk olarak; özellikle son bir aydır Erdoğan, Belin ve Amsterdam gibi Türk yoğun bazı AB başkentlerinde ulusal güvenlik tehdidi olarak algılanmakta. İkinci olarak ise, Avrupa Birliği daha fazla NATO deniz gücünü Ege’de mülteciler için geçiş bölgesi kabul edilen alanlara yerleştirme noktasında genel bir anlaşmaya varmış bulunmakta. Bu iki çok önemli faktörün AB’nin elini son derece güçlendirdiğini ve bu nedenle AB’nin 17 Nisan sabahı bir çoklarımızı şaşırtacak referandum sonuçlarına dair bir takım ilginç ve sert siyasi açıklamalar yapabileceğini görmek durumundayız.