12 Eylül 1980: Ülkücü Hareket için büyük kırılma anı

SALİH HOŞOĞLU | YORUM

Bu seride kendi yaşadığım olaylar üzerinden Türkiye’nin özellikle 1976-1980 arasında yaşadığı cinnet halini ve o zaman kısmen içinde bulunduğum Ülkücülerin durumunu irdeliyorum. Sinan Ateş cinayeti ve şimdilerde bu cinayeti örtme gayreti ile başlayan tartışmalar böyle bir yazı serisi yazmaya beni ikna etti. Burada ne Ülkücülüğü övmek veya nostalji yapmak ne de yermek kaygısındayım. Hafızasız bir toplum olduğumuzdan hep yakınırız ya, ne kadar da doğrudur, bir nebze bunu değiştirmek istedim. Daha 40-50 yıl önce yaşananları bile şimdiki kuşaklara anlat(a)mıyoruz, herkes bilmediklerinin alimi olarak hülyalarıyla yaşayıp gidiyor. 

O dönem Ülkücülerin karıştığı olayları ve benim gözlemlerimi “Ülkücülük: Yeni, yine ve yeniden mi?”, “Ülkücü Hareket ve Şiddet Sarmalı: 1978 ve sonrası”, “Ülkücülük ve dindarlık”, “Türkiye’de bir zamanlar herkes biraz Ülkücüydü!” ve “Şiddet bazen zirve yapar: 1978-1980 dönemi gibi” başlıklı yazılarla bir seri olarak yazdım. Bugünkü yazı benim Ülkücülük maceramın son yazısı olacak. Ülkücü Hareketin o günü ve sonrası ile ilgili genel bir değerlendirme yazısı daha yazıp bu bahsi kapatmayı planlıyorum.

Türkiye’nin 1970’li yılları çok sancılı geçmişti. Ecevit’in 1977’nin son günlerinde milletvekili transferi ile kurduğu hükümet her alanda başarısız olmuştu ve 1979 yılının sonlarında  ülkenin içine düştüğü ekonomik kriz ve anarşi ortamı nedeniyle ara seçim sonrasında bu Hükümet istifa etmişti. 1979’un son aylarında MSP ve MHP’nin desteği ile kurulan Demirel Hükümeti ekonomik durumu düzeltmek için ciddi adımlar atmak zorundaydı. Nitekim 24 Ocak 1980’de tarihi önemde yeniliklerle köklü tedbirler aldı. Aynı zamanda asayişi sağlamak ve şiddet olaylarını önlemek için de yoğun bir gayret gösteriyorlardı. Ekonomide devreye sokulan can yakıcı tedbirler 1980 yazına girilirken kısmen işe yaramaya başlamıştı ama asayişi sağlamada başarılı olunduğu söylenemezdi.

Şiddetin tırmanma trendi devam etti ve ülke gün geçtikçe bir iç savaş görüntüsüne büründü. Sıkıyönetim ilan edilen şehirlerde bile işler gittikçe kötüleşiyordu. Demirel askerlere terörle mücadelede yetki vermeye istekliydi, çeşitli kanunlar çıkarılarak şiddete karşı daha geniş tedbirler alınmaya çalışıldı, ama kendi deyimiyle “Tunceli Kanunu” da yapmak istemiyordu. Buna karşılık askerler de tabir yerindeyse bu konularda ayak sürüyorlardı. TBMM’de beş ay boyunca bir Cumhurbaşkanı seçememişlerdi. Siyasetçilerin yanlış tutumları nedeniyle devlet otoritesinde zafiyet oluşmuştu, emniyet ve ordu dahil bütün bürokrasi hükümetleri dinlemiyordu. Psikolojik üstünlük şiddetden yana olanlardaydı.

Benim 1980 yılım da bu olaylara paralel gidiyordu. Çevremizdeki şiddet olayları adım adım artıyordu. Devam ettiğim lisedeki zamanım aslında çoktan dolmuştu, hakkımda kader ağlarını örmüştü. Sol örgütlerin kontrolündeki bir okula tabir yerindeyse kelle koltukta devam ediyordum. O yılı bitirip kazasız belasız üniversite sınavına girmeyi umuyordum ama olmadı. Okula hakim Örgüt (Kurtuluş) benim hakkımda niçin yeni bir karar vermişti bilmiyorum. İki farklı arkadaşımın darp edilmesine itiraz etmem bardağı taşırmış olabilir. Bizim eski mahalleden birilerinin kişisel düşmanlıkla gammazladığı iddiasını da yıllar sonra duydum, o da doğru olabilir.

Okulun son günleri yaklaşmıştı, 1980 yılı Mayıs ayının ortalarında bir Cuma günü öğle tatili dönüşü okul bahçesinde dört kişi tarafından bir kenara çekilerek sorgulandım ve darp edildim. Olay sonrası kitaplarımı almak için sınıfa gittiğimde sınıfımızdaki militanlardan N.A. ile karşılaştık ve ona bu durumu söyledim. N.A. bizim okuldaki militanlar içinde belki de tek “ihlaslı” olandı, kişisel olarak ilişkilerimiz iyiydi, olaydan haberi yokmuş. Bana “Eğer bu işlerle ilgin varsa sana tavsiyem buraya hiç gelme!” şeklinde öğüt verdi. Bana benim iyiliğimi düşünüyor gibi geldi.

Artık bu okula devam edemezdim, bir dersten bütünlemeye kaldım ve bu dersi verebilmek için yeni arayışlara girmem gerekti. Bütün bu arayışları Ülkü Ocakları üzerinden yapmak zorundaydım. Uzun arayışlar sonucu kaydımı Kayseri’ye taşıdım. Benim okuduğum Teknik Lise Elektrik Bölümü bütün Türkiye’de çok az yerde vardı ve mesela İzmir ve Adana gibi sol örgütlerin kontrolündeki şehirlere gitme şansım yoktu. O nedenle Kayseri en uygun tercih olarak görünüyordu. Kayseri’de hemşehrim olan bir Mühendislik öğrencisinin (O.K.) yardımıyla kaydımı yaptırdım, bütünleme sınav tarihini öğrenip memleketime döndüm.

Kayseri’de Ülkücüler vasıtasıyla tanıştığım ilginç kişiliklerden biri de Erdoğan Tanrıöven’di. Benim edebiyata merakım olduğunu öğrenen birileri beni O’na yönlendirmişlerdi. O zaman Doğuş Edebiyat Dergisi adlı bir sanat ve edebiyat dergisi çıkarıyordu. Lise ücüncü sınıftan üniversite sınavına da girmiştim, ama tercih hatası nedeniyle istemediğim bir yeri kazanmıştım. Bütünleme sınavına Ağustos ayı içinde girip sınıfı geçtim. Bu arada Memlekette O.K.’nın ailesi ile de tanıştık. Babası ve ağabeyi çok muhterem insanlardı.

O zamanı ve yaşananları serin kanlılıkla değerlendirdiğimizde Ülkücülerin büyük çoğunluğunun ve Solcuların da ciddi bir kısmının (bir kısmı Devrim şiddetle gelir diye iman etmişti) kavga istemediğini görürüz. Devlet otoritesinin ortadan çekilmesi sonucunda ortama hakim olan şiddet taraftarları diğerlerini de sürüklüyordu. O zaman Ülkücülerin şiddet olaylarına katılmasının bence en önemli üç nedeni vardı: Birincisi kendilerini koruma güdüsü idi. En basiti bizim okula devam edememe durumumuzdu. Şayet organize olup güç kullananlara karşı kendimizi koruyabilseydik biz de şiddete başvurmuş olacaktık.

İkincisi ise o zaman dünyada etkin olan komünizmin Türkiye’yi ele geçireceğinden duyulan endişeydi. Bu endişe şu an gülünç görünebilir ama o zaman hiç de öyle görünmüyordu ve bu saikle insanlar sol gruplara karşı güç kullanmayı meşru görüyordu. Tabii o kavga ortamında şiddet isteyen-istemeyen ayrımı da yapılamıyordu. Üçüncü saik olarak belki de sansasyonel olayların en önemli nedeni muhtemelen istihbarat elemanı bir kısım kişilerin Ülkücülerin ve Solcuların arasına sızıp onları şiddete yönlendirmesiydi.

Her şeyi değiştiren olay hepimizi bir Cuma sabahı yakaladı. Tarih 12 Eylül 1980’di ve o Cuma sabahı staj yaptığım fabrikaya giderken darbe olduğunu öğrenip yoldan eve geri döndüm. Darbe ortamı hayatımızı nasıl etkileyeceğini o zaman bilmemiz mümkün değildi. Darbeyle birlikte ülke çapında sükunet ve sessizlik hakim olmuştu. Kitleler halinde tutuklamaları duyuyorduk ve bu tutuklananların önemli bir kısmı da Ülkücüler’dendi. Ortalıkta dolaşan bir söylentiye göre artık herkes şehrin her yerine ve Ülkücüler de bizim okulun önünden geçen Çiftlik Caddesine gidip gezebiliyorlardı. İki hafta kadar sonra okul için Kayseri’ye gitmeden O.K.’nın evine uğradım, kendisi Kayseri’deymiş, babası ile görüştük. Babası akıllı ve tecrübeli bir adamdı, “Muhtemelen o. Gözaltındadır, öğrenip bana telgrafla uygun bir ifadeyle bildirirsen sevinirim.” dedi.

O zaman şehirlerarası yolculuklarda her şehrin giriş ve çıkışında askeri kontrol noktaları vardı ve askerler kimlik kontrolu yapıyorlardı. Kayseri’de O.K.’nın kaldığı yurda gidip sorduğumda hakikaten gözaltına alındığını öğrendim ve babasına durumu telgrafla bildirdim. O.K. olmadığına göre artık barınma konusunu kendim halletmem lazımdı ve bu arayış beni Hizmet’le tanıştıracaktı. Kalmak niyetiyle başvurduğum yurttan bir öğrenci evine yönlendirildim ve orada ilk defa Hizmet Hareketi ile tanışmış oldum.

Hizmet’le tanışma ve kabul serencamesini başka bir yazıda anlatmayı umuyorum. Bu öğrenci evinde yaklaşık üç hafta kadar kaldım ve tabir yerindeyse Hizmet’in otantik olarak pratiklerini görme şansım oldu. Ülkede bir askeri yönetim vardı ve biz de bunu her yönüyle hissediyorduk. O günlerde herkesi şok eden uygulamalardan biri daha önce mahkemelerce verilen iki idam cezasının infaz edilmesi oldu. Elbette gazeteler bunu manşetten verdi ve herkeste büyük bir korku oluşturmuştu.

Ekim ayı içindeki Kurban Bayram’ında memlekete döndüm. Dönmeden önce okuldaki Ülkücü Müdür Yardımcısı bana “Artık bu işler bitti, bundan sonra böyle sağ-sol meselesi olmaz, git memleketinde oku!” demişti. Bu fikir bende de kabul gördü ve tekrar eski okuluma döndüm. Sınıfta N.A. ve daha önce sıra arkadaşım olan diğer örgüt militanı yoktu. Sanırım gözaltına alınmışlardı ve sonra da tutuklanmışlardı. Sınıf arkadaşlarım beni sevinçle karşıladılar. Askeri idarenin ilginç uygulamaları vardı. Mesela binalarına yazılan bir yazının silinmemiş olması nedeniyle binadaki bütün aile reisleri ile birlikte Matematik öğretmenimiz de gözaltına alınmıştı. Yaklaşık üç ay sonra geri gelebildi.

Aslında 12 Eylül 1980 tarihi benim Ülkücülükle ve Ülkücülerle ilişkimin fiilen bittiği tarihtir diyebilirim. Benim gibi Ülkücü oldukları için başka şehirlerdeki okullara gitmek zorunda kalan arkadaşlar da geri dönmüşlerdi. Onlarla da yaşananları değerlendiriyorduk ve çıkarımlar yapıyorduk. Trabzon’a gidip orada bir ya da iki sene okumuş bir arkadaş yine kendisi gibi oraya gitmiş olan başka Ülkücülerle ilgili oldukça olumsuz değerlendirmeler yapıyordu.

Genel olarak Ülkücü çevrelerde devlete karşı bir kırgınlık ve kızgınlık oluşmuştu. Çünkü herkes “devletin bekası” ve ülkenin “komünist esaretine düşmemesi” için mücadele etmişti ama o devlet şimdilerde Ülkücülere olmadık baskı ve işkenceleri yapıyor, hatta idam ediyordu. Bir çok Ülkücü, “Bir daha asla devlete sahip çıkma adına kendimi tehlikeye atmam, görsem ki kızıl bayrak asıyorlar yolumu çevirip giderim.” diyordu.

İhtilal olmuştu, insanlar tutuklanıyordu ve elbette hayat da devam ediyordu. Artık memleketimdeydim ama Hizmet’le olan temasım devam ediyordu. Zaman zaman yakındaki bir öğrenci evine gidiyor, orada namaz kılıyor ve çoğu Yüksek İslam Enstitüsü öğrencisi olan abilerle sohbet ediyorduk. Bu arada okulumuza yeni gelen bir meslek dersi öğretmenin de Risale-i Nur talebesi olduğunu öğrenmiştik ve kendisiyle de tanışmıştık.

Daha sonra da bizi kaldığı Nur dersanesine davet etmişti ve oraya arada gidip Risale-i Nur’lardan okumaya başlamıştık. Ertesi yıl üniversiteyi kazandığım zaman O.K. ile tekrar görüştüğümüzde bana kalmak için “Nurcuların evlerinden yer ayarlamamı” tavsiye etti. Zaten O.K. gibi bazılarıyla olan kişisel dostluğum dışında Ülkücülükle ve Ülkücülerle duygusal bir bağım da kalmamıştı. İhtilal sonrası bir yıl hayatımda çok önemli dönüm noktalarından biri olmuştu. Bir taraftan da hep sorgulama ve arayış ile geçti.  Yoğun bir şekilde çalışarak üniversite kazandım ve kafamda hayatın anlamı ile ilgili sorulara cevap aradım.

Bu seriyi bir sonraki “Artık Türkiye’de herkes bayağı Ülkücü” başlıklı bir değerlendirmeyle bitirmek niyetindeyim.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin