YORUM | Av. OSMAN ERTÜRK
Bazı zamanlar vardır ki kelimeler kifayet etmez duyguları anlatmaya. Ne söylerseniz söyleyin hep eksik kalır. Öyle bir an yaşadım geçen hafta. Kelimeler kırık dökük de olsa ifade etmek en iyisi galiba. Bir hanımefendi müvekkilim aradı. Eşi yaklaşık iki yıldır cezaevinde. İki kız çocuğuna hem anne hem baba olmak mecburiyetinde. Evin tüm yükü omuzlarına binmiş. Kendi de “Terör örgütü üyeliği”nden ceza almış.
Dertler ve can sıkkınlığı o kadar yormuş ki, koca âlem sanki üstüne üstüne geliyormuş. Sesi titriyor ve yoğun bir hüzün barındırıyordu. Dokunsan ağlayacaktı. Çok daralmıştı, gözyaşlarını tutamadı artık. Kendini bıraktı öylesine… Yaşlar süzülüyordu yanaklarından ihtimal. Hıçkırıklarından, sesinin tonundan bunu anlamak mümkündü. “Ne zaman bitecek avukat bey?” diye hıçkırıklı sesiyle sordu, tekrar tekrar… “Biz bunları hak etmedik dedi.” ardı sıra… “Hep iyilik yaptım. Bir öğretmen olarak, gecemi gündüzüme katıp, çocuklara hep iyiliği güzelliği anlattım. İnsanlara nasıl faydalı olunacağını, anne-baba sevgisini, vatana hizmeti, sadakati anlattım” dedi takiben. Benimde hislerim dalga dalga daireler gibi yüreğime çarptı. Bir neşter vurdu ve kopardı aldı bir yanımı. Ne diyeceğimi bilemedim.
Evet, hiçbir şey diyemedim kendisine. Kelimeler düğümlendi boğazımda. Baştan sona kadar haklıydı hislerinde. Hep iyilik yapan, melek gibi insanlar, nasıl böyle kötülüğe maruz kalabilirdi? Bir anda binlercesi birden… Çoluk çocuk demeden bir kötülük fırtınasına tutuldular.
Avukatlık mesleğinde pek çok kere karşılaştım benzer duygu yoğunluğuyla. Gülmeyi, neşeyi, ağlamaya tercih ederim. Bu hanımefendinin, yüzlerce öğretmen arkadaşı ve diğer mesleklerden gönüldaşını tanıdığım, hukuki destek verdiğim için biliyorum. Karıncayı incitmeyen gönül erlerine ne büyük bir zulüm yapılıyor ki tarifi imkânsız. Binlerce diğer hanımefendi, bazıları bebekleriyle acıklı bir zulmün konusu oldu.
Bu duygularla yoğrulurken 5 Nisan avukatlar günü tuz biber oldu yarama. Bu insanları savunmamıza engel olunduğu aklıma üşüştü. Hele 15 Temmuz sonrası, mağdurların yanında olmamız gereken o zor zamanlarda. Yarası taze olan insanların yanında olamayınca, yüreklere inşirah salan sesin duyulmayınca, olduğu yere mıhlanıp kalıyorsun işte böyle. Tam bizlik zamanlar bunlar. Avukatlık, doktorluk gibi bir meslek. Karakolda, mahkemede insanların yanında olmanın ne demek olduğu açıklanamaz. Gözlerdeki o pırıltı görülmeden bilinmez değeri. Sihirli bir ses, tatlı bir su şırıltısı gibi yüreklere dolunacak zamanlar. Dağ, taş oldular önümüzde… İzin vermediler mesleğimizi icra etmemize.
Bu ve benzeri gözyaşları bana hep avukat Bekir Berk gibi kahramanı, Tahir Elçi gibi meslek üstadımızı hatırlatıyor. Şafak parıltısı gibi iki güzide meslektaşım bunlar. Mesleğin yüz akı olmuş, mağdurların yanında, onların haklarını almak için gece gündüz demeden gayret sarf eden iki yiğit insan. Mazlumların avukatı olarak tanınan Bekir Berk, yine bir kötülük döneminde, o zaman 67 olan vilayetin 66’sında, yorulma bilmeden dava takip etmiş kahraman bir insan. 1958’den 1973’e kadar ceza mahkemelerinde mazlumları savunmuş. Onların yanında olmuş, kefeni çantasında dolaşan, meleklerin kendini selamlamak için yollara döküldüğü civanmert avukat.
Diğer bir yiğit insan, Tahir Elçi. Türkiye’nin Güneydoğu’sunda benzer zulümlere uğrayan, köyü yakılan, kaçırılanlar insanların, mağdurlar ve aileleri için adalet mücadelesi verdi durmadan. Yıllarca o mazlumların haklarını savundu, o mahkemeden bu mahkemeye koştu. Bir kör kurşunla şehit edildi.
Neden anlatıyorum bu iki yiğit insanı biliyor musun bacım? Sizin vekâletnamelerinizi almak, duruşmalarda mağdur, mazlum olduğunuzu haykırmak bizler için büyük bir şeref olacaktı. Mağduru savunurken, kapakları açılmış baraj suları gibi çağlamamızın önüne geçtiler. Müsaade etmediler seni ve senin gibi binlerce mazlumu savunmamıza. Zalimler biliyorlardı kumdan kalelerinin darmadağın olacağını. Müsaade edemezlerdi. Zira, ne kendilerine güveniyorlardı, ne de ellerindeki argümanlara. Kendimden ve meslektaşlarımdan biliyorum, başka dosyalarda ve duruşmalarda, bir günde harcadığımız emeğin on katını mazlumların dosyalarında harcardık, fakat yine de o kadar yorulmazdık. Nedenini anlamak mümkün değildi ama, sizleri savunurken bitkinlik ve yorgunluk bilmiyorduk.
O yüksek duvarların ardında nasılsın?
Zindanların, o kaba yerlerin yabancısı değilim. Sırtımı zindan duvarlarına yasladığım çoktur. Geçidi olmayan, aşılması na-mümkün duvarlar önünüzde dikili. Kapılar birkaç taraftan sürgülü. İmkânsızlıkların kollarına bırakmak zorunda kaldınız kendinizi. Kanat çırpıp şu duvarları bir aşsanız ne güzel olur. Keşke mümkün olsa da, üstünüzden geçen kuşların kanatlarına tutunup sevdiklerinize kavuşsanız.
Biliyorum ki, açık görüş sonrası ne çok dokunuyor sana. Sevdiklerini öbür tarafta bırakıp tekrar bir yalnızlığa, garipliğe, kimsesizliğe dönüş… Koğuş arkadaşlarına varmak da ayrı bir his belki ama geride bıraktıkların gece lambası gibi hayatının her anında. Onlar bir parçan, mütemmim cüz’ün… Tepeden tırnağa bir hasret ilk dakikadan itibaren zindan duvarlarında inlemeye başlıyor değil mi? Yar’dan, bebeden, genç oğlundan, gelinlik kızından, yaşlı babadan, fidan boylundan, daha nicelerinden ayrılmak… Müthiş bir çığlık gibi sessizlik çöker üzerine insanın o anlarda… Aşkla yapılan dualar dağı taşı inletirken, ses göklere ışık hızıyla ulaşır.
Karanlık indiğinde zindana, bambaşka bir âleme kapılar açılıyor değil mi? Duygunun birkaç kat yoğunlaştığı, kalplerin sahibine, gönüllerin miftahına seslenme anları başlıyor. Olduğu yere mıhlanıp kalmak, diğer taraftan gözler hep ufuklarda. Sabır ister. Sağanak gibi, bolca, bitmek tükenmek bilmeyen bir sabır üzerine dökülsün ister. Kimi oturmuş zikir halinde, kimi iç dünyasına çekilmiş tefekkürde, kimi seccadesine kapanmış ayrı bir âlemde.
Şunu da iyi biliyorum, sizi oraya tıkanların günahlarını dağa taşa yüklesen çekmez bu sıkleti. Hep düşünüyorum ne büyük bir günahtır bu. Aklım almıyor. Hangi akıl ve izan bu zulmü kabul eder? Bu gaddarlığı açıklayıcı bir tabir bulamıyorum. Ne çeşit bir azap, nasıl bir gazap bekliyor bir bilseler kendilerini, ayaklarınıza kapanıp af dilenecekler hiç durmadan.
Hadi çıkın da gelin!
Tahliye kararı aldığımızda, içime öyle bir sevinç dolar ve sonra bütün zerrelerime yayılırdı ki anlatamam. Tahliye kelimesi avukatın en sevdiği kelimedir. Bu bahar kokan dönemde dışarı çıkmanızı ne kadar arzu ediyorum bilemezsiniz. Elimde bir sihirbaz değneği olsa ve dokunsam o yüksek duvarla ve hepsini darmadağın etsem. Ya da bir hokus pokus desem her birinizi, eşiniz, çocuğunuz, anne-babanız ve diğer sevdiklerinizle, Dünyanın istediğiniz bir yerine göndersem. Ne kadar çok istiyorum bilemezsiniz. Mağdura, mazluma el uzatmak ne ferahlatıcı bir iş. Şu an tam da bizim mesleğin zamanı. Ama olmuyor işte. Gücümüz yetmiyor bacım! Elden bir şey gelmiyor. Hakkınızı helal edin tüm mazlumlar, mağdurlar! Bu zor zamanlarda yanınızda olamadık.
Bizim göremediğimiz bir yerden kapı açılacak! Bundan hiç şüphem yok. Zayi olmayacağınıza inancım tam. “Bilen” biliyor aslında neyin hayırlı, neyin şer olduğunu. Demek ki vadesi daha gelmedi. Nasıl bir himaye altındasınız tarifi mümkün değil. Yaşadığımız dönem daha parlak bir sürecin doğum sancıları galiba. Ufukta bir hareketlilik var ama benim seçebileceğim netlikte değil. Belki de siz oradan daha açık ve berrak görüyorsunuzdur o ihtişamı.
Ertelenmiş bir rüya var. Daha onu tamamlayacağız. Hadi çıkında gelin. Sizi oraya tıkan Yezit nesli, Güneş’in doğuşunu ertelediğini sanıyor belki de. Erteleme isterken, hızlanmak için birkaç vites birden yükseltmiş de olabilirler. Hiç de belli olmaz. Bir bakmışsın ki, hiç ummadığın sürprizler bitivermiş. Yeni bir dünya kurulmaya başlanmış bile. O’nun gücünden ne uzaktır ki?