ÖZEL HABER | FATMA BETÜL MERİÇ
“İnsan ölümsüzdür. Sadece diğer varlıklar arasında yorulmaz bir sese sahip olduğu için değil; aynı zamanda bir ruhu, şefkate, fedakarlığa ve tahammüle muktedir bir ruhu olduğu için bu böyledir.”
FAULKNER
Hayatın bir fay hattı ile kırıldığı, hürriyet çemberinin daraldıkça daraldığı zamanlardan geçiyorum/geçiyoruz. Geçiyoruz, yalnız değiliz çünkü. Sıkıntıların sağanak yağmur olduğu, korunacak bir çatı altı, ıslanmadan ayakta duracak bir şemsiyelik yer kalmadığı tarihi günler. Her gün yeni yeni haberler alıyoruz. Çokça üzücü. Nadiren, sevindirici haberler. Sevinçleri çoğaltmak gerekir madem; öyleyse ben de minik yavrusu ile Medrese-i Yusufiye’de misafir olan bir hocahanımı ziyarete gidebilirim.
Onun sevincine ortak olur, sizleri de ortak edebilirim.
Gariptir ki, bu coğrafyada tahliye sevincini paylaşmak, “Hoş Geldin” demek, “Geçmiş olsun” demek bile; anayasada yer almayan herhangi ‘uydurulmuş’ bir suçun kapsamına girebilir.
Evinizden çıkıp, aynı şehirdeki bir başka eve misafir olana dek, çokça kontrol noktasından geçebilir. Talihliyseniz evinize dönebilirsiniz.
Bir geçmiş olsun ziyaretine, bin endişe ile gidilince; vardığınız ev size cennet gibi gelir. Hele de üç küçük yavru varsa o evde. O ev, cennetten bir köşe değil de nedir?
Kapıdan girer girmez, önceden tanışmışız gibi bir duygu. Gülen yüzlere bakılırsa, sanki suçsuz yere zindana atılan anne, o değil bir başkası. Çeşit çeşit ikramların hazırlandığı mütevazi masa. Birkaç çekyat, kitaplık, dağılmış oyuncaklar. Tertemiz, pırıl pırıl bir yuva. Hemen yanıma evin ortancası Kemal geliyor. Adıyla müsemma. 9 yaşında. Siyah üzüm taneleri gibi gözleri, simsiyah saçları ile nasıl da güzel, nasıl masum. Aramızda ilk dakikalarda çok güzel bir samimiyet oluyor. Ben çayımı alıp annesini dinlemek üzere masaya geçtiğimde, bizim getirdiğimiz bonibonlu kurabiyenin üzerine çikolata sosu ile gülen yüz çizecek kadar centilmen bir çocuk. Bana uzatıyor kurabiyeyi. Sizin için yaptım, diyor. Arkasını dönüp gidiyor.
Nasıl yenir ki bu kurabiye? Annesinden 9 ay, tam kavuştuk derken, babasından 14 ay koparılan bu küçük adamın hassasiyeti, büyüklere ders veren insaniyeti, düşüncesi, güzelliği nasıl ifade edilir ki?
Çocukları odalarına gönderip, başlıyoruz konuşmaya. Benim için çok uzak diyarlardan, bambaşka alemlerden gelmiş biri gibi Nur Hanım. Devletin izni ile açılmış bir Kur’an-ı Kerim kursunda, Diyanet’in atadığı bir Kur’an Öğretmeni. 30’lu yaşlarında. Üç çocuğa hem anne hem yuva.
Bundan sonrasını ondan dinleyelim.
Her şeyden habersiz, henüz çalıştığım kurum kapatılmamışken evimden gözaltına alındım. Hiç unutmuyorum. Aylardan Eylül’dü. Günlerden Salı. Uyanıktım. En küçük yavrum Ayşe Melek’e süt veriyordum. Kapının bu saatte çalmasına şaşırmış, polisleri görünce iyiden iyiye korkmuştum. Evimizi arayıp beni eşimle ve yavrularımla dahi konuşturmadan ekip otosuna bindirip, emniyete götürdüler. Gözaltındayken, diğer iki öğretmen arkadaşımın da nezarette olduğunu gördüm. Üç kadındık nezarette. Bizi, ilim öğretmeye çalıştığımız bir öğrencinin şikayet ettiğini birbirimizden öğreniyorduk. Benim aklım, evde bıraktığım ana kuzusu Ayşe Melek’te idi. Ne yapar, bensiz nasıl uyur, uyanır, ne yer ne içerdi?
Emzirmem için kızımı nezarethaneye getirdiler
Saatler sonra, eşim emzirmem için kızımızı getirmişti. Bense nezaretten duyuyordum yavrumun çığlıklarını. Babasının kucağından tanımadığı bir memurun alması onu epey ürkütmüş, ağlaya ağlaya önce sesi sonra kendisi geliyordu işte. Bense çaresizce bekliyordum.
Nihayet bayan memur, soğuk ve nezaketten uzak tavırlarıyla beni başka bir bölüme -yavruma süt vermem için- geçirmişti. Emzirirken, sık sık “Ne zaman doyacak bu, hadi acele et” demesi bir uğultu gibi olurdu kulaklarımda. Yavruma sokulur, mis kokusu ile ferahlardım o anlarda. Ardından bebeğim doyardı. İşte hayatımın en zor anları şimdi başlıyordu. Yavrum, özlemini çektiği anne göğsünden ayrılmak istemezdi. Evdeyken bile, kanguru ile gezerdik çünkü. Birlikte yemek yapar, evi süpürür, toplar, uyku vaktinde ayrılırdık sadece. O benim ciğerparemdi. Şimdi tekrar çığlıkları ile fırtınalar koparıyordu ruhumda. Can bedenden ayrılır gibi, ciğerlerim sökülür de nefessiz kalmışım gibi bir histi. Tarifi yok lügatlerde. Rüyamda görsem, hıçkırıklara boğulacakken, bir sekine indi üzerime. Bir el sanki sırtımı sıvazladı. Ağladım. Çokça ağladım. Ağladık nezaretteki arkadaşlarımla beraber. Her birimizin bekleyenleri vardı.
Dört gün süren, bize -zaman kavramını yavaş yavaş yitirdiğimizden midir bilinmez- dört sene, dört asır gibi gelen, nezarethane günlerimiz bitmiş. Bir Cuma günü gece 00.30 önce savcı karşısına çıkarılmış, ardından mahkemeye sevk edilmiştik. Aynı dosyadan yargılanan dört kişiydik. Üçümüz kadın. Biri erkek. Hakime Hanım, erkek olan sanığı tahliye etmiş, biz üç kadını tutukluluk kararı ile cezaevine göndermişti. Gece saat 01.00’i geçiyordu. Ben, tahliye edilip, evdeki üç yavruma sarılıp uyumanın hayallerini kurarken, verilen aradan sonra kararın tutukluluk olduğunu öğrendiğim o anı hiç unutamıyorum. Bomboş adliye koridorlarında bir sağa koşmuş, bir sola koşmuştum. Ne yere ne göğe sığabiliyordum. Sineme bir yumru oturmuştu. Yüksekçe bir yer bulsam atlamayı düşünecek kadar, ne yapacağımı bilmez bir haldeydim.
Beni şimdi cezaevine mi götüreceklerdi Ey Rabbim! Ya çocuklarım? Ya Eşim? Onlar bensiz ne yaparlardı? Kemal’im bu yıl okula başlamıştı. Ablasının da bana ihtiyacı vardı. Ayşe Melek’in de. Ne olurdu Rabbim, tüm bunlar kötü bir rüya olsaydı? Uyanınca, çocukların sesine uyansaydım. Evin hiç bitmeyen dağınıklığından yakınıp, bir bakışları ile bütün kızgınlarımı unutsaydım.
Gecenin o vaktinde, adliyeden çıkıp cezaevine götürüleceğimiz esnada vedalaştım çocuklarımla. İnsanın içi nasıl kan ağlar, nasıl parçalanırmış yüreği ben orada öğrendim. Onlar ağladı. Ben ağladım. Cezaevi yolu boyunca ağladım. Ve bir daha da ağlayamadım. Hala da ağlayamıyorum.
Sabahın erken vakitlerinde, cezaevine varmıştık. İnfaz koruma memurları ‘siz de nereden çıktınız’ der gibi bakan yüzleri ile 3 saat süren işlemler yaptı. Tüm kıyafetlerimiz tek tek x-ray cihazından geçirildi. Detaylıca arandık. Parmak izlerimiz alındı. İşi biten, geçici koğuşuna götürülüyordu. En son ben kalmıştım. Nihayet ben de koğuşuma götürüldüm. İçeriyi görünce öyle ürperdim ki. Dışarıda hava nispeten daha iyi olmasına karşılık, koğuş buz gibiydi. Tv, buzdolabı, radyo. yatak vs yoktu. Hatta çatal kaşık bile yoktu. Bir kaşığın bile yeri geldiğinde ne kadar kıymetli olabildiğini ben orada öğrendim. Üç arkadaştık. Kapı açıldı. Heyecanlandık. Üç adet yatak attılar içeri. Öyle kirliydi ki yataklar. Üzerinde her türden pislik vardı. Beyaz değildi renkleri, kül rengine dönmüştü artık. Eşyalarımızda henüz verilmediğinden, üç kişi iki yatağı birleştirip o geceyi öyle sabah ettik. Uyumadık. Birbirimize dayandık. Rabbimize yalvardık.
24 saat geçmeden esas koğuşumuza almışlardı bizi. Yüksek tavanlı, önünde çok küçük bir avlusu olan, nemli, rutubetli, çokça gri, çokça soğuk bir koğuştaydık şimdi. Alışmaya çalışıyorduk. Demir dolaplardan birinde bir süt kutusu bulmuştum yarım bırakılmış. Sonra sesler duyuyordum. Çocuk sesleri geliyordu kulağıma devamlı. Bir kuş sesi, bir yaprak hışırtısı bile duyulmayan bu yerde nereden gelir ki bu çocuk sesi?
Yavrumu hayal edince göğsümden süt sızmaya başlıyor
Koğuşun içinde bir o tarafa bir bu tarafa koşturuyorum sesin kaynağına ulaşmak için. Sonra aklıma kalorifer peteği geliyor. Üstüne çıkıyorum onun. Bir de bakıyorum ki, yanımızda da koğuşlar var. Ortasında da koşturan çocuklar. Çok seviniyorum bu duruma. Demek ki, diyorum çocuklar da alınabiliyor buraya annelerinin yanına. Bu bilgi beni mutlu ediyor. İlk kez koğuşta Ayşe Melek’in de olduğunu hayal edip mutlu oluyorum. Göğsümden ince ince süt sızmaya başlıyor o anda. Lavaboya geçiyorum, yavrumun biricik rızkı olan sütümü sağmaya.
Devamı gelecek..