Zâlim’in mühleti ne zaman dolar? (3)

YORUM | VEYSEL AYHAN

Önce Kırık Testi’den bir alıntı yapayım:

Asya’da herc ü merclerin yaşandığı bir dönemde, Necmeddin-i Kübra Hazretleri Cengiz’in oraları işgal etmesi sırasında savaşarak şehit olmuştur. Cengiz onu bağışlamak istemiştir ama ‘hayır’ demiş, “Ben Efendimiz’den bişaret aldım bu mevzuda, böyle duracağım!” O Hazrete sormuşlar: ‘Neden Cenâb-ı Hak bu belayı başımıza musallat etti?’ Demiş ki: “Biz Asya’da birbirimize düşmüştük, birbirimizle yaka-paça oluyorduk; ‘Zalim Allah’ın keskin bir kılıcıdır, Allah onunla intikam alır, sonra döner ondan da intikam alır.’ Biz birbirimizi yiyorduk, daha fazla birbirimizi yiyerek büyük günahlara girmememiz için, bizi günaha sokmamak üzere Allah zalimleri musallat ediyor; tepemize balyozlar iniyor, ‘Aklınızı başınıza toplayın!’ diyor. Aslında o mevzuda kullanılan balyoz veya tokmak Cengiz’dir. Fakat unutmamak lazım, o Cenâb-ı Hakk’ın yed-i kudretinde kullanılan bir tokmak, bir balyozdur.” (12.10.2014)

Bu satırlardan alacağımız çok ders var. Başkasının alacağı ders beni ilgilendirmez. Her insan kendi nefsi için bu dersi almalı ve tevbe etmeli ki başa gelen maddi musibetlerin bir de manevi faturası önüne gelmesin. Hiç kimse hata ve yanlıştan azade değil.

Kırık Testi, daha ötesini de söylüyor:

“Belki İslam’ın zuhur ettiği andan itibaren şimdikiler gibi olmasa bile yine bir kısım herc ü merc yaşanıyor. O en güzide, en mümtaz insanlar arasında bile bu türlü şeylerin cereyan etmesi bize gösteriyor ki, bu ölçüde imana, iz’ana, yakîne, tevekküle, teslime sahip olmayan insanlar arasında haydi haydi bu meseleler olacaktır.” (12.10.2014)

Dolayısıyla ben fert olarak kendimi hatasız, kusursuz görüyor; “kabak” (Önceki yazıdaki kabak hikayesine telmih) gibi cascavlak ortada olan yanlışlarımı göremiyorsam ödeyeceğim bedel ağır olacaktır. Hatalarımı görmüyor bir de başkalarını suçluyorsam yatacak yerim yok demektir. Yatacağım yer olmamasına rağmen bir de yatağımı Harem-i Şerif’e seriyorsam… bir de Kâbe örtüsünü kendime peştamal yapıyorsam başıma gelecekleri varın siz hesap edin!

Hocaefendi, yukarıdaki sözleri “Zalim Allah’ın keskin bir kılıcıdır, Allah onunla intikam alır, sonra döner ondan da intikam alır.” hadisini açıklarken söylüyor.

Tarihte kılıcı, kırılmamış bir zâlim yok. Ama zâlimin kılıcının kırılmasının bize bakan şartları da var.

Zâlim düşeceği veya varacağı “eksi” zirveye; mazlum anadan doğmuşçasına temizleneceği ve yükseleceği “artı” zirveye ulaştığında sebepler tamamlanmış olur.

Tarih boyunca hiçbir şerir topluluk bugünün zâlimleri kadar külli miktarda masum bedduası, muztar duası almadı.

Gök kapılarını ısrarla çalan milyonlarca hatta milyarlarca lanet okuyuş ve beddua birbirinden bağımsız birer “Demokles kılıcı” olarak zâlimlerin tepesinde duruyor ve ineceği günü bekliyor.

HİÇBİR SINAVIN CEVAPLARI SINAV SIRASINDA VERİLMEZ

Bazen Gayretullah, önceki yazıdaki kabak menkıbesinde olduğu gibi mahallenin kabadayısına merhamet eder. Edepsizliğe kefaret olabilecek bir musibete erkenden düçar eder.

Gayretullah hep böyle derhal tecelli etseydi, dünya imtihanının bir sırrı olmazdı.

Hiçbir sınavın cevapları sınav sırasında verilmez.

Dünya ceza yeri olsaydı;

Allah, doğum yapmış bir kadını bebeği ile zindana atan yargıçların tepesine mahkeme binasını geçirirdi.

Evladını ailesinden ayıran zâlimleri Hz. Azrail hemen bir sebeple Cehennem’e yollardı.

Masumlara işkence eden polislerin elleri derhal kururdu.

Masumlara iftira eden diller felç olur, eller kururdu.

Ama öyle olmuyor Kader geleceği örgülüyor.

İki tür kaderi projeden söz edebiliriz.

İlki bireyseldir. Sizin hiçbir sosyolojiyle kalbi bağınız yoktur. Yalnızsınızdır. Kendi halinizde yaşarsınız. Kader sizin terbiyenizi örgülerken genel planların dışında tutar. Sizin terbiye edilip olgunlaşma projeniz bireyseldir. Böyle olduğunda size yapılan bir zulüm Gayretullah’a dokunduğunda kaderin kalemleri bunu imhal etmeyebilir. Zâlim anında cezasını görebilir. Yapılan zulüm büyük değilse, kader zâlimin daha başka zulümlere girmesini takdir etmediyse ceza hemen görülebilir.

İkincisi siz sosyal bir dokunun ferdisinizdir. Terbiye edilmesi kaderi olarak projelendirilmiş bir cemaatin bireyi olarak o sosyal topluluk için takdir edilen programa dahil olursunuz. Size zulmeden “Zâlim”e yüklenmiş bir “terbiye etme” misyonu vardır. Genel anlamda bu terbiye süreci bitmeden yapılan zulümler Gayretullah’a dokunur ama zâlim cezasını hemen görmez. Zâlim’in işleme potansiyeline sahip olduğu seyyiat için süre verilir. Yani çift taraflı bir bekletme söz konusu olur. Normalde bir bebek feryadıyla “Gayya” ya yuvarlanacak Zâlim’in “Cahim” e varması için yeni zulümler işlemesine mühlet tanınır. Kader o zulme mukabil derhal zâlimin kalbini mühürler ama dünyevi ceza imhal edilir.

Ne zaman ki o sosyal dokunun tüm ilmeklerinin, desenlerinin ve nakışlarının temizlik ve terbiyesi biter, tekamül neticelenir işte o gün “Zalim” belasını bulur. Hayır ve şer cephesi maksimum keyfiyetine ulaştığında kaza vakti gelir.

Ama temel olarak her iki tarafın hayır ve şer potansiyeli tamamen ortaya çıkmadan, tüm eteklerdeki taşlar dökülmeden Gayretullah hükmünü kaza etmez. Bilmiyoruz belki bir çocuğun feryadıyla bir yanda onlarca insan Cehenneme yuvarlanırken, diğer yanda bu çekilenler, o çocuğa ve ailesine sonsuzluk teminatı, Cennet kefaleti oluyordur.

Hz. Bediüzzaman şöyle der. “O Mâlik hem Kâdîr’dir, hem Rahîm’dir. Kudretine istinad et; rahmetini ittiham etme! (sorgulama)”

Ve acele edip “Niye bu zulümleri yapanlar yerin dibine batmıyor” demememizi, sabırsızlık göstermememizi tavsiye eder:

“Sabırsızlık ise Allah’tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef’âlini tenkit ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar.”

Hz. Adem’den bu yana hangi zâlim hak ettiği cezayı bulmamıştır ki?

Veya şöyle soralım Hz. Adem’den bu yana hangi masum ahirete gittiğine Allah tarafından “çektiğine memnun olacak kadar” mükâfatlandırılmamış olabilir ki?

Bamteli’yle bitireyim:

“… günümüzün zâlimleri de çer-çöp gibi savrulup gidecekler, hiç tereddüdünüz olmasın. Takvim vermek ve zaman belirlemek, bu mevzuda karanlığa taş atmak olur; bu, Allamu’l-guyub Allah’a karşı bir saygısızlıktır. Bir zaman veremeyiz ama bildiğimiz bir âdet-i ilahiye, âdet-i sübhaniye var. Cenâb-ı Hak, zalimlere hep öyle yapmıştır: Nuh kavmi, Hud kavmi, Salih kavmi, Şuayb kavmi, Lut kavmi, Seyyidina Hazreti Musa’nın kavmi… Hepsi hazan yemiş yapraklar gibi savrulup gitmiş, ağaçların başındayken toprağın bağrında gübre haline gelmişlerdir. Hiç tereddüdünüz olmasın, endişe etmeyin.” (16/08/2015)

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Hiç kuşkusuz Allah mü’minleri destekler, savunur; yine hiç şüphesiz Allah emanetine hıyanet edeni ve nankörü sevmez.

    Buna göre yüce Allah mü’minleri düşmanlarına karşı savunacağını garanti etmiştir. Yüce Allah kimi savunursa o, kesinlikle düşmanlarının vereceği zarardan korunmuş demektir. Ve o kesinlikle düşmanından üstündür. Peki niçin onlara savaş izni veriyor? Niye üzerlerine cihad farz kılınıyor? Neden kendilerine savaş izni veriliyor da bu yüzden öldürülüyorlar, yaralanıyorlar, büyük eziyetler, meşakkatler çekiyorlar? Halbuki sonuç bellidir. Ve yüce Allah, hiçbir zorluk, hiçbir meşakkat çekmelerine, büyük fedakârlıklara, dayanılmaz acılara, öldürme ve savaşlara katlanmalarına gerek kalmadan bu akıbeti gerçekleştirebilir?

    Verilecek cevap şudur: Bu konudaki yüce Allah’ın hikmeti son derece yücedir. En kesin kanıt onun katındadır. Ama insan olarak bizim bu hikmetten kavradığımız, bilgi ve deneyimler sonucu aklımızın ve kavrama yeteneğimizin çıkardığı sonuç şudur: Yüce Allah mesajını yüklenen ve onu koruma pozisyonunda olan kimselerin beceriksiz “tembeller” olmalarını dilememiştir. Büyük bir vurdumduymazlıkla yangelip yatan, bir sıkıntıya uğradıkları ya da bir saldırı ile karşı karşıya kaldıkları zaman, sadece namaz kılmak, Kur’an okumak ve Allah’a dua etmenin dışında hiçbir çaba sarfetmeden gayet kolay biçimde zafer kazanan kimseler olmalarını istememiştir.

    Evet, namaz kılacaklardır. Kur’an okumaları, bollukta ve darlıkta dua ederek Allah’a yönelmeleri gerekecektir. Ama tek başına bu tür bireysel ibadetler onların Allah’ın mesajını omuzlamaya lâyık kimseler olmalarını sağlamaz. Bunlar savaş için önceden hazırladıkları azık, çarpışma esnasında kullanmak üzere depoladıkları gıda, batıla karşı koyarken güvenip dayandıkları cephane niteliğindedirler. Bunu, takva, iman ve Allah’a bağlılık duygularıyla arttırırlar.

    Yüce Allah, mü’minlere yönelik savunmasının bizzat kendi elleriyle gerçekleşmesini, böylece savaş meydanında olgunlaşmalarını dilemiştir. Çünkü tehlikeyle karşı karşıya kaldığı, savmak ve savunmak durumunda olduğu, saldırgan kuvveti püskürtmek için var gücünü topladığı durumların dışında, insanın bünyesinde yeralan potansiyel enerji her zaman uyanıp harekete geçmez. Bu durumda insanın bedensel yapısında yeralan her hücre rolünü oynamak için kendisine bahşedilen yetenekleri devreye sokar, ortak operasyon için diğer hücrelerle dayanışma içine girer, sahip olduğu yetenekleri son noktaya kadar kullanır, özünde barındırdığı gücü sonuna kadar harcar. Kendisi için takdir edilen en son noktaya, kendisi için hazırlanan kemal derecesine ulaşır.

    Allah’ın davasını yüklenen bir ümmetin tüm hücrelerinin uyanması, tüm güçlerinin toplanması, tüm yeteneklerinin işlevini yerine getirir durumda olması, tüm enerjilerinin biraraya gelmesi gerekmektedir. Bu ümmetin gelişmesini tamamlaması, olgunlaşması, bunun sonucunda da o büyük emaneti yüklenip gereğini yapması için bu bir zorunluluktur.

    Uğruna hiçbir meşakkat çekilmeyen ve yan gelip yatan tembellerin elde ettiği kolay bir zafer insanın işaret ettiğimiz yetenek ve enerjilerinin ortaya çıkmasına engel olur. Bu dùrumda bu enerji ve yetenekleri harekete geçiremez, onları kullanamaz.

    Bunun yanısıra çabuk ve kolay elde edilen bir zaferin kaybolup gitmesi de kolay olur. Birincisi, böyle bir zaferin değerinin ucuz olması ve uğruna büyük fedakârlıkların çekilmemiş olmasıdır. İkincisi böyle bir zaferi elde edenler, bunu korumak için tüm güçlerini kullanmazlar, onu kazanmak için enerjilerini toplayıp devreye sokmazlar. Onu savunmak için yeteneklerini, enerji ve güçlerini toplayıp harekete geçirmezler.

    Kuşkusuz burada zafer ve yenilgiden, hücum ve kaçıştan güç ve zayıflıktan ilerleme ve geriye çekilmekten, ayrıca bunlara eşlik eden duygulardan, arzu ve ızdıraplardan, ferahlık ve hüzünden, huzur ve bunalımdan zayıflığı ve güçlülüğü duyumsamadan kaynaklanan vicdanı bir eğilim, pratik bir alıştırma sözkonusudur. Bunun yanında, inanç ve toplum adına biraraya gelmek, kişisel duygulardan vazgeçmek, savaş anında, öncesinde ve sonrasında eğilimler arasında uyum sağlamak, zayıflık ve güçlülük noktalarını ortaya çıkarmak, her durumu gözönünde bulundurarak işleri planlamak… Evet bütün bunlar, davayı omuzlayan ve gereklerini yerine getirmek ve insanların ona uymasını sağlamak durumunda olan bir toplum için zorunludur.

    Bütün bunlar ve bunların dışında sadece yüce Allah’ın bildiği hususlar nedeniyle yüce Allah mü’minlere yönelik savunmasının bizzat onların eliyle gerçekleşmesini ve uğruna hiçbir zorluğa katlanmadan gökten inen bir buluntu olmamasını dilemiştir. (Buna rağmen İslâm, savaşı başlı başına bir hedef olarak öngörmez. Ateşkesten ve saldırmazlıktan daha büyük ve daha Önemli bir amaç olmadığı sürece savaşa izin vermez. Kur’an-ı Kerim’de yeralan birçok ayette de vurgulandığı gibi İslâm’ın amacı barışı sağlamaktır. Ama haksızlık, zulüm, azgınlık ve düşmanlığın olmadığı bir barış… İnanç ve ibadet özgürlüğü, yönetiminde ve cezalandırmada adaletli olmak, mal ve serveti, hak ve sorumlulukları adilce paylaşmak, kişisel ve toplumsal olarak Allah’ın belirlediği sınırlar içinde hareket etmek gibi üstün insani değerlere karşı bir saldırı, bir tecavüz sözkonusu olduğu zaman… İşte bu değerlerden herhangi birine, herhangi bir şekilde, bir saldırı ve tecavüz ister bir fertten diğerine, ister bir fertten bir topluma, ister bir toplumdan bir ferde ya da topluma, ister bir devletten diğerine yönelik olsun, İslâm bu durumda böyle bir haksızlığa dayanan bir barışa razı olmayacaktır. Çünkü İslâma göre barış saldırmazlık ve statükoyu korumak değildir. İslâm göre barış, yüce Allah’ın kulları için belirlediği sistem dairesinde iyilik ve adaletin gerçekleşmesidir.

    Zafer gecikebilir, çünkü ümmet henüz olgunlaşmamıştır, henüz gerekli eğitimi tamamlamamıştır. Bütün enerjilerini biraraya getirmemiştir. Bütün hücreler içlerindeki tüm güç ve yetenekleri son noktasına kadar belirleyip ortaya çıkarmak için. henüz biraraya gelip harekete geçmemişlerdir. Bu ümmet bu durumda olduğu halde zafer elde edecek olursa, uzun süre bu zaferi koruyacak güce sahip olmadığından çok çabuk yitirecektir elde ettiği zaferi.

    Mü’min ümmet, gücünü son noktasına kadar kullansın, bütün birikimlerini harcasın, üstün ve değerli gördüğü her şeyi feda etsin, bunları Allah yolunda kolay ve ucuz harcamasın diye zafer gecikebilir.

    Mü’min ümmet var gücünü denesin ve Allah’ın yardımına dayanılmadığı sürece yalnız başına bu güçlerle zaferin kazanılmayacağını anlasın diye, yüce Allah’ın söz verdiği zafer gecikebilir. Mü’min ümmet elinden gelen her şeyi bu uğurda harcadıktan ve bundan sonrasını Allah’a bıraktıktan sonra yüce Allah’ın verdiği zafer sözü gerçekleşir.

    Mü’min ümmet, büyük zorluklar çekerken, acılara katlanırken, bütün gücünü bu uğurda harcarken, Allah’dan başka bir dayanağın olmadığını sıkıntı anında ancak O’na yönelineceğini bizzat yaşarken, Allah’a olan bağlılığı daha bir artsın diye zafer gecikebilir. Çünkü, yüce Allah kendisine izin verip zafere ulaştıktan sonra Allah’ın sistemi doğrultusunda hareket etmesinin ilk garantisi Allah’la kurduğu bu bağdır. Ancak bu şekilde azgınlaşmaz, yüce Allah’ın kendisine zafer bahşetmesine neden olan haktan, adaletten ve iyilikten sapmaz.

    Allah’ın verdiği zafer sözü kimi zaman gecikebilir. Çünkü mü’min ümmet giriştiği savaşta, yaptığı fedakârlıklarda, can ve mal konusunda yaptığı harcamalarda bütünüyle Allah için, davası için bunlardan soyutlanmamış olabilir. Bir ganimet için ya da kendisini korumak için veya düşman karşısında kahramanlık ve cesaret gösterisinde bulunmak için savaşıyor olabilir. Oysa yüce Allah cihadın sadece kendisi için, sırf kendi yolunda, ve diğer bütün endişelerden uzak olmasını istiyor. Nitekim, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun”Bir adam kendini korumak için, bir kahramanlık için, biri de gösteriş için savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolunda savaşıyor” diye sorulduğunda “Allah’ın sözü en üstün olsun diye savaşan Allah yolunda savaşıyor” diye cevap vermiştir (Buhari, Müslim)

    Mü’min ümmetin savaştığı, kötülüğün bünyesinde, bir iyilik kalıntısı bulunduğu için de zafer gecikebilir. Bu yüzden yüce Allah kötülüğün bütünüyle iyilikten soyutlanmasını, tek başına kötülük olarak kalmasını, içinde bir zerre dahi olsa iyiliğin de yok olmaması için sadece kötülüğün mahvolmasını ister. Mü’min ümmetin savaş ilan ettiği batıl, olanca çıplaklığı ile halkın görüşünde netleşmediği, çirkefliği bütünüyle bilinmediği için de zafer gecikebilir. Böyle bir durumda mü’min ümmet batıla üstünlük sağlayacak olursa, batılın bozukluğu, yok edilmesinin zorunluluğu konusunda henüz ikna olmamış, bu yüzden batıla yardımcı olan kimi aldanmışlar bulunabilir. Bu durumda gerçeği tam anlamıyla kavrayamamış saf kimselerin gönlünde batıla karşı köklü bir eğilim yeredebilir. Halbuki yüce Allah, bütün insanlar net olarak görene kadar batılın varlığını sürdürmesini ister. Yok olacağı zaman geride hiçbir kalıntı bırakmadan, hiç kimse kendisine hayıflanmadan yok olup gitsin diye.

    Ortam henüz mü’min ümmetin temsil ettiği hak, iyilik ve adaletin geleceği açısından uygun olmadığından zafer gecikmiş olabilir. Durum böyle olduğu halde mü’min ümmet zafer elde edecek olursa ortamdan kaynaklanan ve birlikte yapamayacağı bir muhalefetle karşı karşıya kalabilir. Çevresindeki insanların gönülleri zafer kazanan gerçeği kabullenip kalıcılığını isteyecek duruma gelene kadar çekişme sürüp gidecektir.

    Bütün bunlar için, bir de yüce Allah’ın bilip de bizim bilmediğimiz birtakım nedenler için zafer. gecikebilir. Fedakârlıklar kat kat katlanabilir. Çekilen acılar arttıkça artabilir. Buna rağmen yüce Allah düşmanlarına karşı mü’minleri savunacak, en sonunda zaferi onların lehine gerçekleştirecektir.

  2. bunlar sadece teselli lafları bu dunyadayken bulması gerek belasını ve bi nebze olsun içimize su serpilmeli ben işkenceyle ölüp gidince ahirette görsem ne görmesem ne bu dünyada versin madem.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin