Yargı bağımsızlığı neden ve nasıl işlevsiz hale getirildi?

ADİL YARGILAMA İÇİN BAĞIMSIZ YARGI (1)

YORUM | RAMAZAN F. GÜZEL

Evrensel hukuk kuralları gereğince bütün insanlar “adil yargılanma hakkı”na sahiptir. Bunun en temel gereği de “bağımsız yargı”nın varlığıdır.

Yargının “bağımsız” değil de, yürütmenin/ iktidarın bağımlı bir erki haline gelmesi halinde ülke içindeki her işleyişin nasıl da büyük bir kaosa ve krize dönüştüğünü hep birlikte görüyoruz. Yerel seçimin üzerinden günler geçmesine rağmen bir türlü sonuçlar açıklanamıyor, mahkemeler, Yürksek Seçim Kurulu tutuk bir vaziyette ve gözleri iktidarda…

Bu yazı dizimizde Türkiye’de yargı bağımsızlığının nasıl yok edildiğini, adil yargılamanın nasıl işlevsiz hale getirildiğini süreçleri ile birlikte ortaya koymaya çalışacağız.

“YARGI BAĞIMSIZDIR” DİYEN ULUSLARARASI BEYANLARA EVET DEMİŞTİK

– Türkiye tarafından da esas alınmış olan ve 27 Mayıs 1949 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 10. maddesine göre:  “Herkes, hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine bir suç yüklenirken, tam bir şekilde davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından hakça ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.”

– Türkiye tarafından da 04 Kasım 1950 tarihinde imzalanmış ve 18 Mayıs 1954 tarihinde onaylanmıştır olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. Maddesi de “Herkes… yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.” demektedir.

“Adil bir yargılama için yargının bağımsız olması”na dair ayrıca şu uluslararası ilke ve kararlar da bulunmaktadır:

– BM Yargı Bağımsızlığı Temel Prensipleri, (29 Kasım 1985 tarih ve 40/32 numaralı ve 13 Aralık 1985 tarihli ve 40/146 numaralı kararlarla BM Genel Kurulu tarafından kabul edilmiştir.)

– 2003/43 Sayılı Birleşmiş Milletler Bangalor Yargı Etiği İlkeleri,

– Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi “Hakimlerin Bağımsızlığı, Etkinliği ve Rolü Hakkında Üye Devletlere Yönelik R (94) 12 Sayılı Tavsiye Kararı”,

– Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu (Venedik Komisyonu) Rapor, (16 Mart 2010, CDL-AD(2010)004.)

“15 TEMMUZ YARGI DARBESİ!”

17/25 Yolsuzluk dosyalarından sonra Emniyet ve Adliye’de yaşanan “sivil darbe”den sonra yargı bağımsızlığı çok ciddi bir yara almış ve özellikle de 15 Temmuz 2016 hadisesinden sonra yargı teşkilatında yaşanan büyük kıyımdan sonra devlet yönetimindeki “güçler ayrılığı” tamamen dağılmış ve yargı bütünüyle yürütmenin kontrolüne ve hatta tasallutu altına girmiştir.

Ortaya çıkan her yeni belge ve tutanaktan anlaşılıyor ki, mevcut iktidar aşamalı olarak devletin ve milletin bütün güçlerine diz çöktürmek için önce yargısını ele geçirme yoluna gitmiştir. Bu yönüyle de 15 Temmuz, teşebbüs değil tam anlamıyla tamamlanmış bir darbe hareketidir.

Nitekim 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimine müteakiben hemen aynı gece yarısı düzenlenmiş tutanaklarla 2 AYM üyesi, 140 Yargıtay üyesi, 48 Danıştay üyesi ile 2745 adli-idari hakim ve savcı hakkında gözaltı kararları çıkarılmıştır.

Devam eden süreçte gözaltı ve tutuklama kararları artarak devam etmiş, 2500’den fazla hâkim ve savcı (Anayasa’nın 159/9 ve 2802 sayılı Yasanın 88. maddesine açıkça aykırı olarak) gözaltına alınıp tutuklanmıştır. “Darbe yapmaktan” tutuklansalar da sonradan açılan davalarda yargı mensupları hakkında darbe girişiminden dolayı suç isnadında bulunulmamıştır.

Hukuken halen yürürlükte olan (ama iktidar tarafından tanımadıkları ilan edilen) Anayasa’nın 139. maddesi gereğince “hâkimlik teminatı” (irremovability) ve “bağımsızlığı” (independence) güvence altına alınmış olsa da, 23 Temmuz 2016 tarih ve 667 sayılı KHK’nın 3. Maddesi ile;

Hiçbir ön soruşturma yürütülmeden, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay üyeleri dâhil 4500’den fazla hâkim ve savcı -savunmaları dahi alınmadan, belge/delil gösterilmeden ve hiçbir yargı süreci işletilmeden – tek taraflı bir kararla meslekten ihraç edilmişlerdir.

Binaenaleyh tutuklanan hakimlerden birisi de Murat Arslan’dır. Avrupa Hakimler Birliği tarafından tanınan Türkiye’nin tek hakimler ve savcılar birliği olan YARSAV’ın Başkanı olan Arslan’a, 09.10.2017 tarihinde Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi tarafından “yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğüne desteği konusundaki kalıcı hizmetleri nedeniyle” kendisine Vaclav Havel İnsan Hakları ödülü verilmişti, “Erdoğan yargısı” ise kendisine geçtiğimiz Ocak ayında “terör örgütü üyeliği suçu”ndan 10 yıl hapis cezası vermişti!

Yine Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Avukat Şebnem Korur Fincancı da yakın zamanda”Barış İçin Akademisyenler” grubunun “Biz bu suça dahil olmayacağız” dilekçesini imzaladığı için 2 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılmıştı.

Bu yaşananlarla Türkiye; hakimler, savcılar, avukatlar ve diğer adalet görevlileri ve de insan hakları savunucuları için büyük bir hapishane haline gelirken, halen görevde olan yargı mensupları için de yaşananlar büyük bir baskıya dönüşmekte, onların adil kararlar verebilmeleri dumura uğratılmaktadır.

HALBUKİ “YARGININ BAĞIMSIZLIĞI” İÇİN YASALAR NE DİYORDU?

Türkiye’nin kabul etmiş olduğu ve altını imzaladığı uluslararası anlaşmaları, ilke kararını aktarmıştık.

1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda da “Yargı bağımsızlığı”na dair çok önemli düzenlemeler bulunmaktadır:

1)- 138. maddesinde “Mahkemelerin Bağımsızlığı”,

2)- 139. maddesinde “Hâkimlik ve Savcılık Teminatı”,

3)- 140. maddesinde “Hakimlik ve Savcılık Mesleği”,

4)- 142. maddesinde “Mahkemelerin Kuruluşu”,

5)- 159. Maddesinde ise “Hakimler ve Savcılar (Yüksek) Kurulu” başlıkları altında konuya ilişkin hükümler yer almaktadır.

Anayasa gereği Türk yargı sisteminde hakim ve savcılarla ilgili atama, terfi, disiplin, mesleğe kabul ve sair halleri hakkında karar vermeye yetkili kurum Hakimler ve Savcılar Kurulu(HSK)’dur ve de  6087 sayılı Hakimler ve Savcılar Kurulu Kanunu’nun 1. maddesinde “Bu Kanunun amacı, mahkemelerin bağımsızlığı ile hâkimlik ve savcılık teminatı esaslarına göre Hâkimler ve Savcılar (Yüksek) Kurulunun kuruluşu, teşkilâtı, görev ve yetkileri ile çalışma usul ve esaslarını düzenlemektir.” denilmektedir.

Ayrıca 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu, adli ve idari yargı hâkim ve savcılarının nitelikleri, atanmaları dahil bütün hak ve ödevleri ve de özlük işlerini düzenlemekte, bütün yargı mensuplarının bağımsız bir şekilde işlerini yapmaları için gerekli düzenlemeleri yapmaktadır.

Gelinen şu noktada ise bütün bu güvenceler askıdadır. Dolayısıyla da “mülkün” yani devletin temeli denilen adalet/ adil yargılama yürütmenin elleri arasında zapt olunmuş vaziyettedir!

YARGI NEDEN ve NASIL BU NOKTAYA GETİRİLMİŞTİR?

– Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dolmabahçe Görüşmesi ve Mütabakatı sonrasında Ergenekon Davalarını çekmeye, onun yerine ise Gülen Hareketi’ni/ Cemaati’ni bitirme hazırlıklarına başlamıştı. 17/25 Aralık 2013 tarihinde patlak veren ve oğlunun da şüpheliler arasında yer aldığı yolsuzluk soruşturmalarından sonra, bu bitirme hareketini daha açıktan yapmaya başlamıştı.

– O dönemde “Ne istediler de vermedim ki” derken, 2014 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında Cemaat’i Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne (“MGSB” veya “Kırmızı Kitap”) “terör örgütü” olarak koyduracağını kamuoyuna açıklamıştı. Milli Güvenlik Kurulu’nun bu yöndeki toplantısından sonra 12.05.2015 tarihinde Belçika dönüşünde Erdoğan uçakta gazetecilere:

“Yargı, bundan sonra Kırmızı Kitaba göre karar verecek” demişti.

– Yine 27.05.2016 tarihinde Kırşehir’de yaptığı konuşmada:

“Dün (MGK’da) yeni bir karar daha aldık. Legal görünüm altındaki illegal terör örgütü dedik. Fetullahçı Terör Örgütü olarak tavsiye kararını aldık ve Hükümete gönderdik. Bunların terör örgütü olarak tescilini de gerçekleştireceğiz. PYD ne ise, YPG ne ise, PKK ne ise bunlar da aynı kategoride yargılanma sürecinin içerisine girecekler.” demişti.

– 30.05.2016 tarihli Bakanlar Kurulu Toplantısı sonrası, Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş, “MGK’nın tavsiye kararı ile birlikte Paralel Yapı ile mücadelede yeni bir safhaya geçilmiştir. PDY ilk kez MGK toplantısında tavsiye kararı olarak bir terör örgütü olarak nitelendirilmiş ve bundan sonraki mücadelenin ana çerçevesi de bir terör örgütü ile mücadele şekline getirilmiştir. Dolayısıyla bunun gerektirdiği her şey, hem Hükümet tarafından hem gerekli yargı birimleri tarafından yerine getirilecek, uygulama aksatılmadan sürdürülecektir.” açıklamasını yapmıştı.

– Yürütmenin yargıya yönelik bu talimatlarının ardından Sulh Ceza Hakimliklerinin verdikleri tutuklama kararlarında Milli Güvenlik Siyaset Belgesine dayandıkları görülmüştü. (Nitekim İstanbul 5. Sulh Ceza Hâkimliği’nin 23.06.2015 tarihli kararında, İstanbul Anadolu 3. Sulh Ceza Hâkimliği’nin 08.09.2015 tarihli ve 2015/2983 no’lu kararında, İstanbul Anadolu 9. Sulh Ceza Hâkimliği’nin 07.09.2015 tarih ve 2015/1291 değişik iş sayılı kararında Milli Güvenlik Siyaset Belgesine atıfta bulunmuşlardı, isteyenler o kararlara bir göz atabilirler.)

– Yine Yargıtay 16. Ceza Dairesi ilk derece mahkeme sıfatıyla verdiği ve sonrasında bütün mahkemelerce referans alınan 24.04.2017 tarihli ve E. 2015/3, K. 2017/3 sayılı Kararında,” Gülen Hareketinin bir “’terör örgütü’ olduğu” yönündeki kabulünü, Milli Güvenlik Kurulu kararına ve polis raporuna dayandırmıştı.

Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin 24.04.2017 tarihli ve E. 2015/3, K. 2017/3 sayılı Kararına konu ise İstanbul Asliye Ceza Mahkemesi hakimleri Metin Özçelik ve Mustafa Başer’in yargısal kararları idi! Bu karara dayandırsalar da “Gülen Hareketinin terör örgütü olduğu ve 15 Temmuz darbe girişiminin bu yapı tarafından gerçekleştirildiği” iddiasına ilişkin Daire önünde açılmış halen bir dava yok! Daire, yargılama ve temyiz konusu edilmeyen konulara girerek ve hüküm tesis ederek tarafsız olmadığını ortaya koymuştur.

Yürütme yönünden bir istişare organı olan Milli Güvenlik Kurulu’nun kararlarından hareketle, bir yapının terör örgütü olduğunun kabulü, münhasıran yargının görevi olan bir hususun idari organlara tevdii olarak değerlendirilmektedir.

– Hatırlarsanız, İstanbul Asliye ceza Hâkimleri Metin Özçelik ve Mustafa Başer hakkında verdikleri yargısal kararlar nedeniyle HS(YK) tarafından soruşturma açılmıştı… Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konu ile ilgili olarak 26.05.2015 tarihinde “HS(Y)K geç bile kaldı!” şeklindeki sözlerinden sonra HS(Y)K 2. Daire Başkanı (şimdiki HSK Başkan vekili) Mehmet Yılmaz “Geç kaldık, özür diliyorum!” şeklinde bir açıklama yapmıştı.

– 12.06.2015 tarihinde Yeni Şafak Gazetesi’ne demeç veren HS(Y)K Genel Sekreteri Bilgin Başaran ise HS(Y)K’nın “paralel yapı” soruşturmalarında görev alan yargı mensuplarının arkasında olduğunu belirterek Hakimler Metin Özçelik ve Mustafa Başer’in verdikleri karar benzeri bir karar verilmesi halinde “gereğinin aynı şekilde yeniden yapılacağını” belirterek, hakimlere üstü örtülü olarak Gülen Hareketine yönelik kararlarda yürütmenin iradesine aykırı karar verilmemesi, verenlerin ihraç ve tutuklama ile karşılaşacağı uyarısı yapılmıştır.

– Cumhurbaşkanı Erdoğan, 20.03.2015 tarihinde Ukrayna ziyareti dönüşü:

“Paralelle bağlantılı davalarda karar veren hâkimleri yakından takip ediyoruz” demiş, Gülen Hareketi ile ilgili kararları veren/verecek hâkim ve savcılara “ayağınızı denk alın” anlamında bir mesaj vermişti.

– Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan, 07.06.2017 tarihli bir iftar programında Gülen Hareketi mensuplarına yönelik davalarla ilgili olarak;

“Başdanışmanlarımın tamamıyla duruşmaları takip ediyorum. Yarısı Ankara, yarısı İstanbul olmak üzere duruşmaları takip ediyorlar. Günbegün raporlarını alıyorum; ne oluyor, ne bitiyor takip ediyorum.”  demişti.

Bütün bu demeç ve ifadeler hâkimlerin HS(Y)K’ya ve aynı zamanda yürütmeye karşı bağımsız olmadıklarının ve baskılara karşı güvencelerinin bulunmadığının açık kanıtıdır.

– Cumhurbaşkanı Erdoğan 06.04.2017 tarihinde katıldığı bir canlı televizyon programında Ana muhalefet partisi CHP Genel Başkanının 15 Temmuz 2016 tarihli darbe teşebbüsünün, “kontrollü bir darbe girişimi” olduğu yönündeki eleştirilerine cevap verirken şu ifadeleri kullanmıştı:

“… Cezaevlerinde olanları sen mi içeri soktun? Devletin bütün kademelerinde olanları toparlayıp içeri alan biz değil miyiz? Cezaevinde olanları toparlayıp içeri alan biz değil miyiz?”.

12.04.2017 tarihli bir başka toplantıda da aynı içerikte konuşma yapmıştı.

Bu ifadelerden, sadece bir mahkeme tarafından kararlaştırılabilecek tutuklamaların, yürütme tarafından veya yürütmenin talimatıyla mahkemelere yaptırıldığı açıkça anlaşılmaktadır.

Bu süreçten anlıyoruz ki Erdoğan rejimi, kendi diktasını yerleştirmek, kurumsallaştırabilmek için örnek aldıkları Hitler Almanyası’nın izlemiş olduğu süreçleri (prosesleri) takip etmişlerdi. Öncelikle “ortak bir düşman” tespit etmiş, sonra bu “iç düşmanla mücadele” için ülkeyi adeta seferber edip olağanüstü bir döneme sokmuş, öncelikle yargısını kontrol altına almış, kontrollü bir şekilde gerilim artırmış ve aşamalı olarak bütün gücü ve kurumları kendi elinde toplamıştı. Buna da bir çok kesimi alet etmesini bilmişti.

RAPORLARA GEÇEN “YARGININ BAĞLILIĞI”!

Bu kontrollü yıkım, ele geçirme ve yeniden inşa sürecinde yargı büyük yara alırken, bu yaşananlar da AB yolunda giden Türkiye’yi yolundan saptırdı. Bir hukuk devleti olmaktan çıkan Türkiye, AB raportlarına da çok vahim şekillerde konu oldu. Her yılın raporundan satır başları sunacak olursak:

1)- AB’nin Türkiye 2015 Yılı İlerleme Raporu;

“Yargının bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı ilkesi zarar görmüştür ve hâkimler ve savcılar yoğun siyasi baskı altındadır. 2014’te gerçekleştirilen mevzuat değişikliklerinin ve Kurulda yapılan personel değişikliklerinin ardından, yürütme erki, Kurul üzerindeki etkisini yeniden ortaya koymuştur.”

2)- AB’nin Türkiye 2016 Yılı İlerleme Raporu;

“Rapor döneminde, hâkim ve savcılar üzerindeki güçlü siyasi baskı devam etmiştir.”;

3)- AB’nin Türkiye 2018 Yılı İlerleme Raporu;

“Yargı bağımsızlığı konusunda geçen yıl ilave ciddi gerilemeler olmuştur. Hâkimler ve Savcılar Kurulunu (HSK) düzenleyen anayasal değişiklikler yürürlüğe girmiştir ve Kurulun yürütme erkinden bağımsızlığını daha fazla zayıflatmıştır. Hâkim ve savcılara yönelik siyasi baskının devam etmesi ve 2016 darbe girişiminin ardından hâkim ve savcıların toplu ihraçları, yargının bağımsızlığı ile genel kalitesi ve etkinliği üzerinde oldukça olumsuz bir etki yaratmıştır.”

Bu yaşananlarla birlikte her geçen gün Türkiye AB yolundan uzaklaşmış, yargı bağımsızlığı ortadan kalkıp yürütmenin, daha doğrusu tek bir adamın esiri haline gelmiş, ülke içindeki bütün vatandaşlar güvensiz ve belirsiz bir yöne doğru savrulmuşlardır.

Bu puslu ortamda her geçen gün adaletsizlikler, zulümler yaşanırken, bir yerel seçimin sonucu bile açıklanamaz hale gelmiştir. Bağlı hale gelmiş bir yargı, böyle bir düzende yürütmenin bir sopası, bir manivelası durumundadır sadece…

Bu sürece gelirken yargı kurumlarının, mahkemelerin nasıl aşamalı bir şekilde bu düzene uygun hale getirildiğini ve bu arada nasıl hukuk cinayetleri yaşandığını da yazı dizimizin bir sonraki kısmında ele almaya çalışalım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Sayın Güzel
    Ellerinize sağlık güzel bir yazı olmuş.
    Bir teknik düzeltme yapmanız gerekebilir. Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı avukat değil Adli Tıp Profesörüdür.
    Saygılarımla

  2. Ramazan Bey Merhaba,

    Aşağıdaki mektubu 28 Şubat 2015 tarihinde vefat eden bir arkadaş yazmış.
    Kendisi birçok konuda çeşitli kitapları olan bir arkadaşımız.
    Ama tam olarak Hareket mensubu olduğuna dair elimizde yeterli veri yok maalesef.
    Tabii ki bu mektubu bizim de Türkiye’de yayınlama imkanımız yok.
    Mektubun ne zaman yazıldığına dair tahmini bir tarih var ama ondan da tam emin değilim. Yukarıda arkadaşın vefat tarihini yazdım ama ondan da tam emin değilim.
    Yani vefat etmemiş de olabilir.
    Yayılmasına yardımcı olursanız sevinirim. Teşekkürler..

    Sayın Muhbir Vatandaşa Mektup

    Bak kardeş, canım ciğerim, son yıllarda alışmadığımız bir şey değildin. Osmanlı çürümüşlüğünün en büyük timsali sendin. Senin için kitaplar yazıldı, destanlar düzüldü. Osmanlının son yıllarında sen geçerli bir meslektin. Senin işin ekmek kazandırır, mansıplar kazandırırdı. Son Osmanlı seninle yatar, seninle kalkardı.

    Sen sayın, sen aslanım Sayın Muhbir Vatandaş, bütün kokmalar, çürümeler seninle başlar. Bunu tekmil toplumlar bilirler, ellerinden geldiğince bütün kurumlarını senin şerrinden korumaya çalışırlar. Senin kokun geldi mi bütün toplumlar bilirler ki arkasından da çürümeler gelir ve senin revaçta olduğun, baştacı olduğun bir toplum artık iflah bulmaz. Sayın, sevgili, canımızın içi muhbir vatandaş, senin olduğun yerde ot bitmez. O toplum hangi toplumsa gitti gider. Sen yürümeye büyümeye başladın mı, bir ulma kokusu gelir her bir yandan. Bir toplumdaki yöneticiler sana itibar etmeye başladı mı, artık çaresizlik, yolsuzluk, kimsesizlik, bitkinlik başlamış demektir.

    Onun için, yaşamını sürdürmeye çabalayan toplumlardaki bilgili, akıllı yöneticiler senden fellik fellik kaçarlar. Sen varsan, el üstünde tutuluyorsan bir toplumda, o toplum karmakarış demektir.

    Senin Türkiyede, belki tarih boyunca en revaçta olduğun çağ kızıl sultan Abdülhamidin çağıdır. Dışta ve içte Abdülhamit çaresiz kalmıştı. Yıkılan devlete hiçbir çare bulamıyordu. Devleti seninle idare ediyordu. Paşalar, yazarlar, şairler, gazeteciler saraya jurnallar yazıyorlardı. Jurnal yazmak Abdülhamit çağında olağan bir iş, herkes tarafından yapılabilen bir meslek olmuştu. Saraya en iyi, en geçerli, en tutarlı jurnalı yazan kişi en muteber sayın muhbir vatandaştı ve armağanını bol bol alırdı.

    Sayın muhbir vatandaş, sen bu yurdun çürümesinin başlangıcıydın ve sonu olacaksın. Senin bol bol işlediğin yerde, hangi toplum olursa olsun, bir düşmanlıklar karmaşası çıkar. Sen doğalla doğal olmayan yerdesin.

    Sayın muhbir vatandaş, sen bir ölçüsün. Senin bir toplumda ölçülerden biri olman yıkımdır. Sen, bir topluma oyunların en korkuncusun.

    Bak sayın muhbir vatandaş, sen ortaya çıkmadan, biz böyle değildik. Biliyor musun sayın muhbir vatandaş, biz çok eski bir toplumuz. Geleneklerimiz, göreneklerimiz vardı. İyi işler görmüş bir tarihimiz vardı. Geleneklerimiz arasında senin olmaman vardı. Biz eski bir toplumduk ve bütün tarihimiz boyunca sana karşıydık. Bizim eski, görkemli toplumumuz başını dünyada o taştan bu taşa vurmuş bir toplumdu. Büyük maceralar, büyük deneyler demektir. Bizim bin yıllık büyük maceramız bize sana karşı, sana düşman olmayı öğretmişti. Bizim maceramız, deneylerimiz insan soyu içinde bizi güçlü kılmıştı. Bu güçlülüğün içinde sana itibar etmeyişimiz geleneklerimizin başında geliyordu. Anadolu toplumu, Osmanlının bütün bozulmuşluğuna, seni baştacı etmişliğine karşın, sana düşmandı. Senin girdiğin yerde sağlık kalmayacağını biliyordu. Bir toplumu sen sardın mıydı öleceğini biteceğini biliyordu. Anadolu halkı arasında sen Osmanlılardaki kadar revaçta olsaydın, biz Kurtuluş Savaşını yapamazdık, bunu biliyor muydun? Kurtuluş Savaşını kazananlarda sen yoktun diyemem, senin mikrobun her yerde hazır nazırdı, ve Anadolu halkı büyük deneyleriyle senin kim olduğunu biliyordu. Bugüne gelinceye kadar Anadolu halkının en iğrendiği insan soyu sendin. Anadolu halkı kadar senden yılmış, seni tanımış bir halk yoktur yeryüzünde. Çünkü, gene de tekrar edeyim, o başını taştan taşa vurmuş, şu dünyada büyük yaşamış bir halktır. Yaşamı ona çok şey öğretmiştir. Biz Anadolu halkı kötülükleri ve iyilikleri en iyi öğrenmişizdir. Bu arada seni de en iyi öğrenmişizdir.

    Sayın Muhbir Vatandaş, bir süreler bizim Anadoluda, Abdülhamit çağında bile senin borun ötmüyordu. Sana karşı büyük deneylerden geçmiş Anadolu halkı çelik zırhlar giymişti. Bugüne kadar hiçbir zaman böylesine geçerli olmamıştın Anadolu halkı arasında.

    Sayın Muhbir Vatandaş, kendi tarihinin ve Anadolu tarihinin en görkemli çağındasın şimdi. Ben eskiden, Anadolu varken, senden korkmuyordum. Sen Ankarada, İstanbulda ne halt işlersen işle seni kabul etmeyecek koca bir Anadolu vardı da senden onun için korkmuyordum. Şimdi korkuyorum. Sen şimdi toptan bizi korkutmaya, çürütmeye de başladın da onun için senden korkuyorum. Sen bir kurt gibi yüreğimize girdin Sayın Muhbir Vatandaş. Senden ödüm kopmaya başladı. Sen bugünlerde bütün gelenek görenek duvarlarını aştın. Sen devletimizin ana unsurlarından biri olmaya, vazgeçilmez bir vatandaş olmaya doğru doludizgin gidiyorsun.

    Senden ödüm kopuyor Sayın Muhbir Vatandaş. Sen ortaya çıktığından bu yana tutunacak hiçbir dalımız kalmadı gibi geliyor bana. Hayatı, yurdu, geleneklerimizi, sağlamlığımızı, ne bileyim ben, korumaya çalıştığımız güzel varlıklarımızı çok düşünüyorum. Toptan her şey elden kaydı mı, diye. Umutsuzluk oldun sen. Çürümenin başı olduğun gibi, umutsuzluğun da başısın…

    Sayın Muhbir Vatandaş, en çok ağrıma ne gitti biliyor musun, kızını, yirmi yaşındaki üniversite öğrencisi, gül gibi yetişmiş kızını ihbar ettin sen. Bak, sayın vatandaş, sen vicdanınla rahat rahat, baş başa, vatanseverliğinle övünerek bu toplumda işinde gücünde çok SAYIN olarak da yaşayabilirsin, ama senin gibi bir vicdansızı, canavarların canavarını yetiştiren bir toplum ayakta kalamaz. Çünkü sen bir salgınsın. Toplumları toplumsal salgınlar yıkar. Sen salgın olmaya başladın. Şimdi kızın Kazıkiçi Bostanlarında zulümlerden zulüm beğeni yaşıyor. Bir babanın ne pahasına olursa olsun ne için olursa olsun kızdığı kızını ihbar edemeyecek bir yer olmalı doğal bir toplumda. Sen bu sınırı aştın Sayın Muhbir Vatandaş. İşte bu, çürümenin şahdamarıdır Sayın Muhbir Vatandaş. Seni kabul edenler de korkunç bir kokuşmanın, çürümenin içindeler. Kötü yaptın, kötü kıydın Türkiyeye Sayın Muhbir Vatandaş. Allah senin bin belanı versin. Diyeceksin ki ben ancak çürümüş toplumlarda olurum. Haklısın mı diyeyim? Toplum çürümeye seninle başlamaz mı?

    Bak sayın vatandaş, sen yeğenini ele verdin, ihbar ettin ve onu astılar. Bunu araştırdım, biliyorum, sordum. Hiç içinde acı yok mu şimdi? Bir insan en yakınını ihbar edecek kadar bir toplumu alçaltacaksa, bin tane suçlu elini kolunu sallaya sallaya bu toplumda gezsin. Bir milyonu da öyle olsun, bir toplumu bu kadar çürütemez, bir toplumu böylesine onursuzlaştıramaz.

    Sayın Muhbir Vatandaş, bir de öğretmenlere takmışsın kancayı. Olur mu, yazık değil mi, insan öğretmenini hiç ihbar eder mi? Üstelik de hiç suçu olmayan, ağzı var dili yok öğretmenini? Üstelik de o öğretmenler toplumda en yoksul, en ezilmiş kişilerse. Aldıkları para karınlarını doyurmaya yetmiyorsa, olur mu Sayın Muhbir Vatandaş kardeşimiz, olur mu?

    Bir de bir vatandaşı ihbar etmişsin, oturmuş Karadenizin karşısına Sovyetler Birliğine bakıp düşünüyor, diye. Yanlışsın kardeş, o vatandaş işsizlikten ne yapacağını bilememiş de oturmuş denizin karşısına, başını iki eli arasına almış. Onun ne Sovyetler Birliğini, ne kimseyi görüyor gözü. Olur mu böyle bir iş. Karadenizin ötesi Sovyetler Birliği olduğunu düşünmemiştir bile.

    “Gel bakalım muhtar. Sen propaganda yapıyormuşsun, ihbar aldık.”

    “Yok begim. Vallahi billahi yok. Yok begim. Ben propaganda bilmem ki, o nedir?”

    “Haydi haydi, saflığa vurma.”

    “Yok begim, vallahi billahi ben otuz yıllık muhtarım. Bilmem öyle bir şey…”

    “Sen Maoyu…”

    “O da nedir ki?”

    “Safa bak safa… Seni ihbar eden… Bak dosyaya dosyaya…”

    “O da kimdirkim?”

    “Yutturma ulan muhtar, sen Maoyu bilmiyorsun ha?”

    “Vallahi begim ben bizim mahallede otuz yıldır Muhtarım, kime sorarsan sor öyle birisi bizim mahalleye hiç gelmedi. Bilmem, tanımam. Üç aydır yatıyorum begim, beni bırak…”

    Sayın Muhbir Vatandaş, bizim muhtarın mahallesine Mao da, Stalin de, Lenin de gelmemiştir, sen bunu bilmiyor musun yani. Yemin eder, Kurana el basarım ki muhtar bu zatların hiçbirisini görmemiştir.

    Sayın Muhbir Vatandaş, bu çağda senin yaptıklarını kuşaklar uzun uzun yazacaklar kitaplar dolusu, gazeteler, dergiler dolusu…

    Kardeş Muhbir, aslan Muhbir, canım ciğerim Muhbir, oğlunu öldürdük ayağına düştük, bari sen insafa gel de bu işten el çek… Ne olursun, işin gücün var, çoluğun çocuğun, torunların var, belki de olacak… El çek şu milletin yakasından. Vallahi de billahi de iflahımızı kesiyorsun… Sayın oldun olalı, biz milletcek bittik. Sana sığındık, senin ocağına düştük. Oğlunu öldürdük ocağına düştük. Hiç olmazsa kızını ihbar etme. Hiç olmazsa denize bakan işsizi, garibanı… Hiç olmazsa… Ne olursun, ne olursun… Bu vatanda senin de soyun yaşayacak, ekmek yiyecek. Hiç mi insafın yok, insafın kurusun. Yeter fazla çürütme. Ötekiler anlamıyorlar, bari sen anla bu milletin halini… Ne olursun bu yazımı da ihbar etme. Ötekilerin işleri çok, bu yazımı okumaya çok şükür vakitleri yok. Ne olursun!

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin