Yalnızlık çağı

Yorum | M. Nedim Hazar

Aldous Huxley, farklı olmanın kaçınılmaz kaderi olarak tanımlıyor yalnızlığı. Eğer ayrışıyorsanız toplumunuzdan bir ceza olarak yalnızlaştırılıyorsunuz.

Gerçi farklı olanın bundan şikâyet ettiği de pek görülmemiştir ama hakikat değişmiyor nihayetinde.

Kafka, meşhur mektuplarında Milena’ya, “mutlu olabilmenin koşulu” olarak gördüğünü yazmıştır yalnızlığı.

Virginia Woolf, Mrs. Dalloway’de belki de en pembe penceresinden bakar yalnızlığa ve “sevmek insanı yalnızlaştırır” der mesela.

S.Plath karamsardır. Hayattan ziyade ölümü yakın durmuştur hep. Gündelik hayatı kimi zaman muazzam bir alt-üst oluş olarak betimler. Bir kargaşa ve kaostur kalabalık ve yalnızlık bunun tam göbeğinde sakin, durgun ve gölgelik bir ada gibidir onun için. Sırça Fanus’ta ifade eder bunları.

Ve Dostoyevski…

Yeraltından Notlar, yalnızlığın yıpratıcı bir senfonisidir esasen.

Kitapları ve hayalleri çekilip alınan bir insanın yapayalnız kalacağını ileri sürer bu sebeple.

Yalnızlıktan çıkışı, ölçülü davranış ile ifade eder. Herkesleşmek sanki yalnızlığa çaredir gibi gelir insanlara ama bu korkaklığın ta kendisidir aslında. Topluma uyum sağlamak gibi bir maskesi vardır insanların Dostoyevski’ye göre. Aşağılık bir maskedir bu ve gerçekle yüzleşmeye de ciddi manada engeldir.

Bacon, Aforizmalar’ında insanların yalnızlığı yanlış anladığını söylerler.

Cemil Meriç, kıyıcı olan insanlardan kitaplara sığınır belki de bu yüzden.

Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar’ı yalnızlık ve dışlanmışlık üzerinedir bu perspektiften bakıldığında. Tersten yaklaşır yalnızlık kavramına ve yalnız insanın aslında tam olarak yaşadığından bile emin olamayacağını söyler bir manada.

Charles Baudelaire yalnızlığın her insanın harcı olamayacağını, bir tür “beceri” işi olduğunu söyler. Kalabalıklaşamayan insan yalnızlaşamaz da Fransız şaire göre..

Dante, Cehennem’inde yalnızlığı yanlış anlaşılmak olarak tanımlar. “İnanın bana” der; “yalnız kalmanın nasıl bir his olduğunu bilirim. Dünyadaki en kötü yalnızlık, yanlış anlaşılmaktan ötürü yalnız bırakılmaktır. İnsanın gerçekle bağlarını koparabilir…”

Cemil Meriç ise Dante’nin cehennemi yanlış bildiğini ileri sürer ve görememek olduğunu söyler. Gözleri kör olduktan sonra okuyamadığı kitapları eline alıp kapaklarını okşayarak yalnızlığa ağıt yakar Meriç.

Hermann Hesse için ise yalnızlık bir tür güçsüzlüktür. Kimsesizlikle kuşatılmak fıtraten sosyal bir yaratık olan insan için felaketlerin en büyüğüdür.

Coelho, inanmadığı halde, ‘Tanrı’nın yalnız insanlara daha müşfik davranacağı fikriyle sakinleştirir ruhunu.

İnsanın yalnızlaştıkça kalabalıkları taşlaşmış birer kütle olarak göreceğini iddia eder yazar Georges Perec…

Ve galiba ben “Yalnızlığı sevmeyen özgürlüğü de sevmez. Kişi ancak yalnız olduğunda özgürdür çünkü.” Diyen büyük usta Arthur Schopenhauer’a çok yakın dururum bu hususta.

Modernizm ise bir sorun, hatta hastalık olarak tanımlıyor nedense yalnızlığı.

Bilim insanları son bir asırdır meseleye bir halk sağlığı krizi olarak bakıyor tuhaf şekilde.

Kimi, önemli hastalıkların –diyabet, yüksek tansiyon, demans, hatta kanserin- sebebi olabileceğini bile ileri sürüyor. Kimi ise günde bir paket sigara içmek kadar kötü bir alışkanlık diyor bilimsel makalelerde.

Geçtiğimiz günlerde Cell dergisinde yayınlanan makalesinde nörobilimci Moriel Zelikowsky, yalnızlığı önleyici bir takım ilaçlar üzerinde çalıştığını açıkladı. Enteresan olan ise şuydu. Bu yazıda, yalnızlığı önleyici beyin reseptörlerine yapılan baskılamalarla bloke ettiğini iddia eden Zelikowsky, yalnızlığı kırmak için sosyal medyaya giren insanların tuhaf şekilde yalnızlaştığını ve tedavinin boşa gittiğini açıklamasıydı.

Oysa Mevlana yüzyıllar önce yalnızlığın, layık olmayanların vereceği sevgi ve saygıdan çok daha kıymetli olacağını belirtmiştir Mesnevi’de.

Aziz Nesin de bu toplumun çember dışına fırlattığı yalnızlardandı. Bu sebeple değerini bilmeyenlerin bunu bir illet görüp kurtulmak istediğini söylemiştir.

Yanlış yerde olmaktansa yalnız olmak kadar muhteşem bir şey olabilir mi?

Bugünlerde gücün hıncına uğrayıp bir hücreye atılarak yalnızlaştırılmaya çalışılan Ahmet Altan’ın yaklaşımı enfestir kavrama: “Yanımda kimse olmadığından değil yalnızlığım, yalnız olduğumu söyleyebileceğim kimse olmadığı için yalnızım ben.”

Cemal Süreya yalnızlığı bir ovanın düz oluşu kadar normalize ederken, Hasan Ali Topbaş bu konuda güçlü bir itirazda bulunur:  “Yalnızlık, sizin size yokuşunuzdur.”

Necip Fazıl, gece bir hendeğe düşer gibi gerçeğin kucağına düştükten ve öz ağzından kafatasını kustuktan sonra benzer bir itirafta bulunur; “Boşuna gezmişim, yok tabiatta, İçimdeki kadar iniş ve çıkış…”

Nietzsche için bir kuyudur yalnızlık… İçine taş atmak kolaydır ama düştükten sonra çıkmak pek o kadar değildir!

Şöyle ya da böyle, insanın en kadim sırlarından biridir yalnızlık. Kimi zaman insan insana hediye eder bunu, kimi zaman zihin, kimi zaman ruh…

Bilenler için bir ödüldür esasen. Bilmeyenler için bir ceza ya da hastalık…

Yalnızlığın sebeplerine takılmak ise sanırım vakit kaybı.

Bunun yerine kıymetini ve hikmetini kovalamak çok daha anlamlı gelmiştir hep bana.

Ne mutlu kıymetini bilen çağın yalnızlarına…

**

Yalnızız

Yalnızlık bir kamçı şaklayışı şakaklarımızda ve biz kalabalıklarda binlerce çift göz arasında bile yalnızız..

Marazi şairin parmakları arasına sıkıştırdığı ilkbahar yaprağını okşarken girdiği cinnet mustatilinden haykırdığı gibi; ‘Tepesini delip de dünyanın içine konulsa dinamit, biz yine yalnız ölürüz..’

Ve yalnız yürürüz boş sahillerde…

Ana rahminden başlar kimsesizliğimiz ve kalabalıklarda yüzlerce kahkaha arasında bile sessizdir çığlığımız. Şiir ile yıkarız yalın ruhumuzu, dimağlarımıza kimsesizliğin hüznü yağar ak ak. Atlastan elbiseler içinde kıtalara hükmeden kralın yalnızlığı hüzünlendirir saray soytarılarını ve biz en çok yalnızlık öyküleriyle duygulanırız..

Genç Werther’in şakağına dayadığı piştol, evli Emma’nin dudaklarındaki arsenik koparır mı yalnızlıkla arasındaki göbek kordonunu?

Hep kimsesizler takılır içinden güvercin fışkıran kuyu bakışlarımıza.. Hep çıkışsızların portresi yer tutar belleklerimizde.. Siliksizleşme, kimliksizleşme sarsar bizi farkına varmadan ve biz bilmeden geceyi yalnızlıkla örtüştürür, karanlığı sereriz yalnızlığımızın üstüne.

Korkutur bazen bizi..

Müziksiz, portresiz, manzarasız, çerçevesiz kalırız. Yapayalnızlık budur belki de. Dinleyecek müziği, bakacak bir yüzü, efkarlanacak sonbaharı yoktur gözlerimizin.. Islıktır yalnızlığın müziği, geceye, mezartaşlarına ve boşluğa çalınan ıslık. Ufkun üzerinden başları göğe değen atlıların geçtiği denizle birleştiği yerde, suya gömülen bordo güneşlerden başka manzaramız yoktur. Yağmur bizi ıslatmaz, kar heyecanlandırmaz, rüzgâr uçurmaz saçaklarımızı.

Gün ortasında yanık unutulmuş bir sokak lambası gibiyizdir.. Kurumuş gözyaşının lekelediği rujlu bir genç kız mendili gibi gizliyizdir mazinin tozlu çekmecesinde. Trende unutulmuş, pörsümüş bir gazete parşömeni. Haykırışlarımız içimize yönelmiştir, mektuplarımızın alıcısı yine biziz. Ve biz, kendimize postaladığımız her zarfı, açıp açıp tekrar okuruz. Okudukça yalnızlaşır, yalnızlaştıkça tekrar okur ve tekrar yazarız..

Şair neden kızmış ki şemsiye yapanlara? Niye tek kişilik olur şemsiyeler? Yağmurdan kaçmak ihanetin kendisiyken, toplu ihanetler için sığınaklar yapılmamasını kınamak dokunmaz mı şairin ruhuna?

Yağmur en çok yalnızları ıslatmaz ki..

Yağmur yalnızlarındır, yağmur yalnızlıktır, kimsesizlik.. Ve her damlayı indiren melek, tekrar geri dönmez toprağa! Horozlar da bizim için çekmez güneşin çıkrığını.. Yatakların ortasındaki ılık çukurlar bizim için değildir. Bazen epikleştiririz içine rüzgar dolmayan duygularımızı.. Hoyrat bir nefesin sürüklediği günbatımına giderken bedenimiz, biz tiradlar yakarız kimsesizliğe dair. Aynaların dostluğunu da reddeder bir süre sonra ve şair bir cana hasret, konuşurken aynalarla bilemez üst katındaki yapayalnızlığı.

Titrek bir mum alevi gibidir yalnız ruhumuz.. Gölgeleri devleştirir, insanları cüce.. ve biz içimizde annemizin dizi, başımızı rahim kokan kucaklara dayarız.. Mecnun’un en mutlu anını tasarlarız sonra. Çöl müdür sevgili, tepesinde yıldızların sönükleştiği leyla mı? Öykü neden biter tenine dokununca sevgilinin? Tarih neden kapatır sayfalarını kavuşmaya?

Dokunduğumuz omuzlar yabancıdır artık, yanaklarımızı ıslatan tuzlu yaşlar tatsızdır. Okşadığımız saçlar aynadan kendi omuzlarımıza düşer. Okumayı öğreniriz rüzgarın dilini. Sır vermez oysa kalabalıkken ruhumuz. Bir avuç bulut koparırken göklerden aşıklar, bize hüzün besteler mavi sular. Süpürülen sonbahar yaprakları batar kalbimize, nefeslerin buharlaştırdığı silinen camlar ağlatır.

Bir kalorifer böceği gibi titrek ve endişeli, bir sığınak ararız geçmişimize.. bir liman, bir yatak, bir kefen gülücüklerimize. Üşüyen bakışlarımızı kimse görmesin isteriz. Ve Asaf’ın dediği gibi, ‘Yalnız, hem bilgesi, hem delisidir kendinin’. Ve kölesi ve efendisi.

Yalanı yoktur, türküsü, tutkusu, martısı yoktur. Avuçlarında hüzün çamuruna şekil verir, ruh üfler Meryem’e inen kutsal ruh gibi. Vatansızdır, topraksızdır, yarsızdır, diyarsızdır, uçurtmasızdır.. ve yalnız olmayanlar bundan habersizdir. Sabahın serin rüzgarından başka tıklatılmayan kapısızdır.

Yalnızlık bir kamçı şaklayışı şakaklarımızda ve biz kalabalıklarda binlerce çift göz arasında bile yalnızız.. Hasta şairin parmakları arasına sıkıştırdığı ilkbahar yaprağını okşarken girdiği cinnet kuyusundan haykırdığı gibi; ‘Tepesini delip de dünyanın içine konulsa dinamit, biz yine yalnız ölürüz..’..

Ve yalnız biri bekler bizi yaşamın kıyısında..

Siyahlara büründürdüğümüz hayallerimizde, o en sabırlı, en vakur, en olgun yalnız:

Ölüm meleği!

Ve yalnız diriliriz ötelerde!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin