Ülü’l-emre itaatin anlamı ve kapsamı

Yorum | Dr. Yüksel Çayıroğlu  @yukselcayiroglu

“Ülü’l-emr” ve “itaat” kelimeleri İslâm siyaset teorisinin temel kavramlarındandır. Kur’ân-ı Kerim’de ve birçok hadis-i şerifte ülü’l-emr’e itaatin emredilmesi, konuyla ilgili ciddi bir literatürün oluşmasını sağlamıştır. Allah Resûlü’nden günümüze kadar çok sayıda İslâm âlimi “ülü’l-emr”in kimler olduğu üzerinde durmuş ve onlara itaatin sınırlarını tespit etmeye çalışmıştır.

Günümüzde de bu konu güncelliğini korumaktadır. Zira Kur’ân’ın, Allah ve Resûlü yanında ülü’l-emr’i de itaat edilecekler arasında zikretmesinin ne anlama geldiği ve bunun günümüz şartlarında nasıl tatbik edileceği üzerinde durulması gereken önemli bir konudur.

Kur’ân’ın ülü’l-emr’e itaati emreden âyeti şu şekildedir: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resulü’ne ve sizden olan ülü’l-emr’e de itaat edin. Eğer Allah’a ve ahirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arz ediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (en-Nisâ, 4/59)

Ülü’l-emr kimdir?

Bu âyet-i kerimenin doğru anlaşılması adına öncelikle ülü’l-emr terkibinin iyi bilinmesi gerekir. Arapça’da أُوْلُو lafzı,  ذُو، صَاحِبٌ، أَهْلٌ gibi kelimelerin eş anlamlısıdır ki hepsinin manası da “sahip” demektir. Ülü’l-emr terkibinin ikinci kelimesi olan اَلْاَمْرُ kelimesi ise başlıca iki manaya gelmektedir. Bunlardan birincisi “buyruk/komut”, diğeri ise “iş, hâl, durum” anlamlarıdır. Birinci anlama göre ülü’l-emr iktidar ve yönetimi elinde tutan “yetki sahipleri” demektir. İkinci anlamına göre ise o, ashabu’ş-şe’n anlamına gelir; yani belirli alanlarda ihtisaslaşmış olan ve belirli vazifeleri yerine getirmekle görevli bulunan insanları (işin erbabını) ifade eder. Bu ikinci kullanım birincisini de içine alacak şekilde geniş bir manaya sahiptir. Zira yöneticiler de son tahlilde ashabu’ş-şe’n sayılırlar. Daha doğrusu birinci anlam, ikinci anlamın indirgenmiş halidir. “Veliyyu’l-emr” veya onun çoğulu olan “evliyâu’l-umûr” tabirleri de ülü’l-emr ile eş anlamlı kullanılmaktadır.

Her ne kadar dinî literatürde “ülü’l-emr” denildiğinde emir verme salahiyeti taşıyan ve iktidarı elinde bulunduran ümera (idareciler, yöneticiler, otorite sahipleri) anlaşılmış olsa da yukarıdaki âyet-i kerimelerin yorumunda farklı görüşler dile getirilmiştir. Ulemanın çoğunluğu, genel kullanıma uygun olarak Kur’ân’da geçen ülü’l-emr’in yöneticiler olduğunu ifade etmiştir. İçlerinde Câbir b. Abdullah, Hasan el-Basri, İbrahim en-Nehai, İmam Malik, Mücahid, Ata ve Dahhâk gibi zatların bulunduğu bir topluluğa göre ise ülü’l-emr ile kastedilen kişiler dinî ilimler alanında uzmanlık kazanmış kişiler olan ulema ve fukahadır. (Tefsiru’l-Kurtubî, 5/259) Ebu Bekir b. Arabi, İbn Kesir, İbn Teymiye ve İbn Kayyim gibi bazı âlimler ise ülü’l-emr’in hem ulemayı hem de ümerayı kapsayan daha genel bir kavram olduğunu ifade etmişlerdir. (İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 1/574, Tefsiru İbn Kesir, 2/304)

Bu temel görüşlerin yanı sıra konuyla ilgili bir kısım daraltıcı yorumlar da yapılmıştır. Ülü’l-emr’in;  ensar ve muhacir, sahabe ve tabiin, dört halife, sadece Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, Allah Resûlü zamanındaki seriyye kumandanları, Allah Resulü’nün görevlendirdiği valiler şeklindeki açıklamaları bu yorumların başlıcalarıdır. (İbn Hayyan, el-Bahru’l-muhît, 3/686)

Buna karşılık bazıları da onu çok daha geniş bir kapsamda tanımlamışlardır. Mesela Reşid Rıza’ya göre ulema ve ümeranın yanı sıra toplumda sanayi, ziraat, ticaret, medya ve siyaset alanlarında faaliyet gösteren bir kısım kurum ve kuruluşların liderleri de ülü’l-emr’in kapsamına girer. (Tefsiru’l-menar, 5/152)

Bütün bunların yanı sıra daha başka görüşler de serdedilmiştir. Mesela Fahruddin er-Razi’ye göre ülü’l-emr, ehlü’l-hal ve’l-akd olarak da isimlendirdiği icma ehlidir. (Mefâtihu’l-gayb, 10/113) Bazı müfessirler ise âyet-i kerimenin işarî yorumundan yola çıkarak ülü’l-emr’i meşayih (şeyhler/tarikat önderleri) olarak açıklamıştır. (Tefsiru’n-Nisaburi, 2/444) Ülü’l-emr’in Şii doktrinindeki karşılığı ise başta Hz. Ali, sonra da Şiî imamlarıdır. (Tabatabaî, el-Mizan, 4/309)

Konuyla ilgili daraltıcı veya şaz yorumları bir kenara bırakacak olursak, ülü’l-emr’in kim olduğuyla ilgili asıl tartışmanın ulema ve ümera arasında döndüğü görülmektedir. Yukarıda zikredilen âyetler kendi bütünlüğü içerisinde tahlil edildiğinde ve konuyla ilgili rivayet edilen hadisler göz önünde bulundurulduğunda ülü’l-emr’in asıl anlamının yönetici ve idareciler demek olduğu anlaşılacaktır. Âyet-i kerimenin seriyye kumandaları hakkında nazil olduğunu bildiren rivayetler de bunu desteklemektedir. (Müslim, İmâre 31; Ebû Dâvûd, Cihâd 87)

Öte yandan ulemanın konumu ve onların fetva ve içtihatlarının bağlayıcılığı göz önünde bulundurulacak olursa, onların itaat edilecek kişiler değil; ittiba, imtisal veya taklit edilecek kimseler olduğu görülecektir. Zira itaat, en kısa tanımıyla emre boyun eğmek ve onu yerine getirmektir. Hâlbuki ulemanın emretme yetkisi yoktur. Çünkü emir, ancak yetki ve otorite sahiplerinden gelir. Ulemanın, İslâm toplumunda çok hayatî bir konumu ve otoritesi olsa da bu daha ziyade manevî bir otoritedir. Bütün fakihlerin de ittifak ettiği üzere ulema, insanları ortaya koymuş oldukları görüş ve içtihatlara uymaya zorlayamaz. Çünkü içtihat sadece müçtehidi bağlar. İçtihatta ilzam (zorunlu tutma) değil, iltizam (benimseme, bağlanma) söz konusudur.

Ülü’l-emr lafzının ulema için kullanımı ise ancak mecazen kabul edilebilir. Fakat ulemanın kadılık, valilik ve devlet başkanlığı gibi idarî vazifeleri üstlenmesi de mümkün olduğuna göre elbette bu anlamda ülü’l-emr’in ulema olması da mümkündür. Ayrıca özellikle ulemadan olmayan ülü’l-emr, tatbik edecekleri hükümlerde ve alacakları kararlarda ulemaya ihtiyaç duyacakları için, onlara itaat etmenin ulemayla çok sıkı bir alakası vardır.

Sorumluluk ve Yetki Dengesi

Ülü’l-emr’e itaati emreden Nisa sûresinin 59. âyetini tam olarak anlayabilmek için bir önceki âyete bakılması faydalı olacaktır. Bu âyet-i kerime şu şekildedir: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermenizi emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah semî ve basîrdir.” Müfessirler bu âyetin öncelikli olarak yöneticilerle ilgili olduğunu ifade etmişlerdir. (Taberi, Câmiu’l-beyân, 8/491) Burada yönetime dair çok hayatî prensipler üzerinde durulmaktadır. Âyet-i kerimenin sebeb-i nüzulü olarak rivayet edilen hâdise de konunun anlaşılmasına ışık tutmaktadır. Zira bu âyet, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’yi fethettiği gün Kâbe’nin anahtarlarını Osman b. Talha’dan alarak Hz. Abbas’a vermeyi niyet ettiği sırada Kâbe’nin içinde nâzil olmuş ve Efendimiz de emaneti ehline (yani anahtarları tekrar Osman b. Talha’ya) vermiştir.

Yüce Allah bu âyet-i kerimeyle yöneticileri iki temel vazifeyle sorumlu tutmaktadır: Bunlardan birincisi emanetlere riayet etmektir. Yani emaneten uhdelerinde bulunan vazifelerini en güzel şekilde yerine getirmeleri, yine emaneten kendilerine verilen güç ve kuvveti iyilik ve ıslah adına kullanmaları ve aynı zamanda bütün görevlendirmeleri de liyakat ve ehliyet prensibine göre yapmalarıdır. İkincisi ise adaletle hükmetmek, yani vazifelerinde ölçülü ve dengeli olma, her hususta hakkaniyet ve eşitliği gözetme, her hak sahibine tastamam hakkını verme ve zulmün her çeşidinden uzak durmadır.

Hiç şüphesiz bu sorumlulukların her birisi yöneticiler adına oldukça ağır bir yüktür. İşte Allah Teâlâ yöneticilerin sorumlu oldukları böyle ağır bir yükü kusursuz bir şekilde yerine getirebilmeleri adına bir sonraki âyet-i kerimede idare edilenleri de onlara karşı itaatle mükellef tutmuştur. Farklı bir ifadeyle ümeraya bir taraftan ağır bir vazife ve sorumluluk yüklenirken diğer yandan da bu sorumluluklarını yerine getirebilme adına onlara önemli bir hak ve yetki verilmiştir.

Dolayısıyla bu iki âyet birlikte değerlendirildiğinde ülü’l-emr’den kastedilenin yöneticiler olduğu daha da açıklık kazanmaktadır. Nitekim Hz. Ali de şu sözüyle bu hakikate işaret etmiştir: “Allah’ın indirdiği ile hükmetmesi ve emanetleri yerine getirmesi devlet başkanı üzerine bir haktır. O bunu yaptı mı onu dinleme, ona itaat etme ve çağırdığında icabet etme de halk üzerine bir haktır.” (İbn Ebi Şeybe, Musannef, 6/418) Hadislerde de ülü’l-emr ve veliyyü’l-emr gibi lafızların hep ordu komutanları, valiler veya devlet başkanları gibi ümera hakkında kullanıldığı görülmektedir.

İhtilafların Çözümünde Başvurulacak Merci

Allah Teâlâ’nın ülü’l-emr’e itaati emrettikten sonra, “Eğer Allah’a ve ahirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arz ediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” buyurması da konunun anlaşılması adına çok önemlidir. Âyet, “fî şeyin” lafzıyla ülü’l-emr ile Müslümanlar arasında ortaya çıkacak olan küçük-büyük her türlü ihtilafın çözümü adına Allah ve Resûlü’ne müracaat edilmesini emretmektedir.

Esasen bu ifadeler de ülü’l-emr’in, yöneticiler olduğunu gösteren ayrı bir delildir. Zira âlimlerin kimseyi kendi görüşlerine uygun hareket etmeye zorlama yetkisi bulunmadığı ve herkes dilediği âlimin görüşüyle amel etmede serbest olduğu için, anlaşmazlığa düşülen kimselerin ulema olması söz konusu değildir. Fakat yöneticiler ile yönetilenler arasında her zaman bir kısım ihtilaf ve anlaşmazlıkların vuku bulması muhtemeldir. (Bkz. Âlûsî, Ruhu’l-meânî, 3/64)

Âyet-i kerimenin bu ifadeleri, kendileriyle ihtilafa düşülen kimselerin değil, ortaya çıkan ihtilafların çözüm merciinin âlimler olduğunu göstermektedir. Şöyle ki âyet-i kerime ihtilaf durumunda Allah ve Resûlü’ne müracaat etmeyi emretmektedir. Allah’a müracaat etmeden anlaşılan ilk mana onun Kitabı’dır. Resülü’ne müracaattan anlaşılan mana ise O, hayatta iken kendisi, vefatından sonra ise Sünneti’dir.

Fakat burada kastedilen Kur’ân ve Sünnet’in zahiri manaları da olmamalıdır. Zira âyetin başında zaten öncelikli olarak itaat edilmesi gereken kimseler olarak Allah ve Resulü, yani Kur’ân ve Sünnet gösterilmiştir. Demek ki burada kastedilen, kıyas, istihsan ve maslahat gibi ilke ve delilleri de kullanarak âyet ve hadis lafızlarının delalet ettiği daha derin manalara vâkıf olunması, bu manalardan yola çıkarak bir kısım hüküm ve içtihatlara ulaşılmasıdır. Bunu yapabilecek olanlar ise âlimlerdir. Demek ki âyet-i kerimede yöneticiyle yönetilenler arasındaki ihtilafları çözme görevi ulemaya bırakılmıştır. (Bkz. Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, 3/177)

Farklı bir bakış açısıyla anlaşmazlık durumunda Allah ve Resûlü’ne müracaat edilmesi emrinin, hukuka ve kaza merciine delâlet ettiği de söylenebilir. Zira İslâm’da Kur’ân ve Sünnet’in en önemli özelliklerinden birisi de yasama ve yargı faaliyetine kaynaklık yapmalarıdır. Buna göre âyetin bu ifadelerinin, yöneticiler ile yönetilenler arasındaki ihtilaf ve anlaşmazlıkların çözümünün kaza mercii tarafından çözülmesi gerektiğine, dolayısıyla da hukuk devletine ve hukukun üstünlüğü prensibine işaret ettiği de düşünülebilir.

Kanun Koyma Yetkisi

Öte yandan yöneticiye itaatten kastedilen asıl mana, onların temsil ettikleri makama ve cari durumdaki yasa ve kanunlara itaattir. Allah Teâlâ bu tür emirleriyle mü’minlerden aynı zamanda iyi bir vatandaş olmalarını talep etmektedir. Zira bir toplumun sosyal, siyasî, iktisadî ve hukukî alanlarında düzenin, istikrarın, asayişin, birliğin ve huzurun temin edilebilmesi, vatandaşların meşru olan yasa ve kanunlara riayet etmelerine bağlıdır. İtaatin yerini isyanın aldığı durumlarda ise anarşi, fitne, fesat, başıbozukluk ve tefrika ortaya çıkacaktır. Hâlbuki fitne ve fesadın önüne geçme, sulh ve salahı sağlama, ihtilâf sebeplerini ortadan kaldırarak birlik ve bütünlüğü sağlama İslâm’ın toplumsal hayat adına en önde gelen hedeflerindendir.

Özellikle Cahiliye dönemi Araplarında olduğu gibi insanların belirli bir düzen, otorite ve kanun altında yaşamaya alışmadıkları toplumlarda ısrarla “itaat” üzerinde durularak bunun sağlanması daha bir önem kazanır. Nitekim gerek Efendimiz (s.a.s) zamanında gerekse dört halife döneminde ortaya çıkan isyanlar, huruç hareketleri ve irtidat hâdiseleri de o dönemin insanlarının siyasi bir otoriteyi kabullenmede ne kadar zorlandıklarını göstermektedir.

Peki, İslâmî ideallere bağlı bir yönetimde özellikle dini ilgilendiren meselelerde yasa ve kanunları vaz edecek olan veya siyaset ve yönetime dair alanlarda işin uzmanları tarafından yapılacak olan yasa ve kanunların İslâm’a uygun olup olmadığını denetleyecek olan kimdir? Elbette âlimler ve fakihlerdir. Eğer devlet başkanı ve onun altındaki idareciler aynı zamanda “âlim” vasfını haizse, tabi ki onlar da hüküm vaz etme faaliyetinin içinde yer alacaklardır. İşte yönetici ve idarecilerin iş ve icraatleri, âlimlerin içtihat ve fetvalarına dayanacağı için bazıları âlimleri “ümeranın ümerası” olarak vasıflandırmışlardır. (Mefâtihu’l-gayb, 10/114)

Esasında yöneticilerin iş ve icraatlarında da bağımsız oldukları ve keyiflerince hareket edecekleri zannedilmemelidir. Bilâkis Kur’ân, “Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir.” (42/38) şeklindeki veciz ifadesiyle yönetimin bütün kademelerinde bulunan ümeraya işlerini şura ile yürütmelerini emretmiştir. Âlimler, kendileriyle istişare yapılacak olan heyeti “ehlü’l-halli ve’l-akd” olarak isimlendirmişler ve bu heyetin ilim, ihtisas ve tecrübe sahibi kişilerden oluşması gerektiği üzerinde durmuşlardır. Bütün bunlar da göstermektedir ki ülü’l-emr’e itaatin ulemayla da çok yakın bir irtibatı bulunmaktadır.

Burada şu kısa açıklamayı yapmadan geçemeyeceğiz. Gerek kanun vaz’ında gerekse şura heyetinde yer alacak ulema sadece din âlimleri olmamalıdır. Özellikle siyasetin, ekonominin, devletlerarası münasebetlerin, sosyal hayatın vs. çok karmaşık bir hâl aldığı ve ihtisaslaşmanın yaygınlaştığı günümüz dünyasında elbette din âlimlerinin yanı sıra daha başka alanlarda uzmanlaşmış kişilere de ihtiyaç duyulacaktır. Nitekim Kur’ân’da yer alan, “Eğer bilmiyorsanız bilenlerden sorunuz.” (el-Enbiya, 21/7) âyet-i kerimesinin ifade ettiği mana da bunu gerektirir. Fakat son tahlilde bu tür uzmanların kendi alanlarıyla ilgili ortaya koydukları bilgi ve birikimlerin dinî naslara uygun olup olmadığının kontrol edilmesi için, derin bilgi sahibi olan din âlimlerine ihtiyaç olacaktır.

İtaatin Çerçevesi

Nisa sûresinin 59. âyetinde dikkat çeken diğer bir husus da ülü’l-emr’e itaatin Allah ve Resûlü’ne itaatten sonra zikredilmesi ve aynı zamanda Allah ve Resûlü’ne itaat zikredilirken iki defa أَطِيعُوا “itaat edin” buyrulmasına mukabil, ülü’l-emr’den önce bu fiilin tekrar edilmeyerek öncesine atfedilmesidir. Böylece bir taraftan ülü’l-emr’e itaatin mutlak olmadığına işaret edilmiş diğer yandan da asıl “kaynak iradeye” dikkat çekilmiştir.

Allah ve Resûlü’nün bütün emir ve yasaklarına mutlak olarak itaat edilmesi gerekir. Fakat ülü’l-emr onlar gibi değildir. Onların itaat noktasında bir bağımsızlığı yoktur. Bilakis ülü’l-emr’e itaat, onların Kur’ân ve Sünnet hükümlerine bağlı kalmalarıyla sınırlıdır. Nitekim hadislerde de ülü’l-emr’in ancak meşru ve maruf olan emirlerine itaat edileceği (Buharî, ahkâm 5), Allah’a isyanın söz konusu olduğu bir yerde ise hiç kimseye itaat edilmeyeceği açık bir şekilde vurgulanmıştır (Buharî, Kitabu’l-âhâd 1).

Esasında Kur’ân’da itaatle ilgili yer alan âyet-i kerimelere bakıldığında, Allah’a, Resûlüllah’a, ülü’l-emr’e ve anne-babaya itaati emreden ayetlerin yanında çok sayıda ayette de itaat edilmesi yasaklanan kişi ve zümreler üzerinde durulduğu görülecektir. Bu cümleden olarak Kur’ân; kâfir ve münafıklara (el-Ahzab, 33/48), nefsani arzularına uyup işlerinde aşırıya gidenlere (el-Kehf, 18/28), Allah’ın koyduğu sınırları aşan ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlara (eş-Şuarâ, 26/151-152), yönetimleri altında bulunan halkı Allah yolundan uzaklaştıranlara (el-Ahzâb, 33/64-68), sadece zanlarıyla hareket eden ve yalan söyleyenlere (el-En’âm, 6/116), günahkâr ve nankör insanlara (el-İnsan, 76/24), insanları namaz kılmaktan menedenlere (el-Alâk, 96/19) çok yemin eden, değersiz, gammazcı, hayrın önünü kesen, saldırgan, kaba ve soysuz kişilere (el-Kalem, 68/1016) itaat edilmesini yasaklamıştır.

Yukarıdaki vasıfları taşıyanlar ister lider, ister âlim, isterse yönetici olsunlar, kendilerine itaat edilmez. Zira Allah, kişiyi doğru yoldan saptıracak, Allah’tan uzaklaştıracak, günah, zulüm ve fesat gibi aşırılıklara sevk edecek insanlara itaat edilmesini yasaklamıştır. Nitekim Ahzab sûresindeki bir âyet-i kerimede Cehennem’e giden bazı kişilerin, “Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e de itaat etseydik! Ey Rabbimiz! Biz önderlerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar! Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” (el-Ahzâb, 66-68) şeklindeki pişmanlıklarına ve hayıflanmalarına yer verilmiştir.

Demek ki yöneticiler tarafından İslâm’a aykırı bir emir gelir ve bir Müslüman da bu emre itaat ederse, bu durum onu sorumluluktan kurtarmayacak ve ahirette de kendisi için bir mazeret olarak kabul edilmeyecektir. Farklı bir tabirle İslâm’ın gayrimeşru gördüğü fiillerin yöneticiler tarafından emredilmesi onları meşru hale getirmeyecek, dolayısıyla da bunlara itaat yükümlülüğü bulunmayacaktır.

Fakat Elmalılı’nın yaklaşımıyla bir kısım vasıfları taşımadığından ötürü bazı kişilere dinen itaat edilmesinin vacip olmaması, onlara isyan edilmesini de gerektirmez. Tabi ki burada göz önünde bulundurulması gereken daha pek çok ilke ve prensip olacaktır. Mesela gayrimüslim ülkelere giden Müslümanlar, sözleşmelere riayet etmenin ve verilen ahde bağlı kalmanın bir gereği olarak mümkün mertebe bulundukları ülkenin yasa ve kanunlarına bağlı kalmaya dikkat etmelidirler. Bunlar farklı konular olduğu için detaya girmiyoruz.

Ülü’l-emr’e Müracaat

Kur’ân-ı Kerim’de yine Nisa sûresinde yer alan ülü’l-emr’in geçtiği diğer bir âyet-i kerime ise şu şekildedir: وَإِذَا جَاءهُمْ أَمْرٌ مِنَ الأَمْنِ أَوِ الْخَوْفِ أَذَاعُواْ بِهِ وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى أُوْلِي الأَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَلَوْلاَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لاَتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ إِلاَّ قَلِيلاً “Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar. Hâlbuki onlar bu haberi peygambere ve aralarındaki ülü’l-emr’e arz etselerdi elbette işin içyüzünü araştırıp ortaya çıkaranlar, onu bilirlerdi. Eğer Allah’ın lütuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, pek azınız hariç hepiniz şeytana uymuş gitmiştiniz.” (Nisa sûresi, 3/83)

Bu âyetin sebeb-i nüzulü olarak gösterilen hâdiselere de bakarak şu yorumu yapabiliriz: Asr-ı Saadette müşrikler veya münafıklar Müslümanların aleyhine olabilecek, onlar arasında fitne ve fesada sebebiyet verebilecek bir kısım asılsız haberler üretiyorlardı. Bazı saf Müslümanlar da bu haberlerin doğru olup olmadığını araştırmadan, bunları yaymanın ne tür neticeler doğurabileceğini hesap etmeden ve kamu yararı açısından bunların ne tür zararları olabileceğini düşünmeden bu haberleri yayıyorlardı. İşte Kur’ân-ı Kerim yukarıdaki âyet-i kerimeyle medyacılık faaliyetleri açısından da çok önemli olan bir prensip ortaya koymaktadır.

Buna göre söz konusu âyet, kulağa gelen veya bir şekilde elde edilen bilgilerin başkalarıyla paylaşılmadan ve bunların kamuya arz edilmeden önce yetkili mercilere müracaat edilmesini emretmektedir. Elbette burada söz konusu edilen, farklı boyutları ve irtibatları olan, toplum hayatı açısından önem taşıyan ve ciddi sonuçlar ortaya çıkarabilecek bilgi, haber ve hâdiselerdir.

Ayet-i kerime bu tür önemli bilgilerin ülü’l-emr’e arz edilmesini emretmiştir. Çünkü onlardan bilgi, tecrübe ve basiretleriyle hâdiselerin iç yüzünü bilen ve bu tür hâdiselerin muhtemel neticelerini hesap edebilen kişiler, bu haberlerin doğruluğu ve nasıl değerlendirileceği hakkında isabetli kararlar verebilirler. Yöneticiler ortaya çıkan olayların iç yüzünü ve sonuçlarını her zaman bilemeyeceklerine göre, bu âyet-i kerime aynı zamanda ülü’l-emr’in, farklı alanlara dair uzmanlık isteyen meselelerin çözümü adına bilgili ve tecrübeli ehl-i vukufu (ashabu’ş-şe’ni) yanlarında bulundurmaları ve onlara danışmaları gerektiğine de işaret etmektedir.

Sonuç

Buraya kadar yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Kur’ân’da iki farklı âyet-i kerimede geçen ülü’l-emr kavramıyla ilgili dinî literatürde çok sayıda yorum ve görüş yer almıştır. Bu yorumların her birinin kendisine göre bir önem ve değeri bulunsa da kanaatimizce ülü’l-emr denildiğinde ilk ve asıl anlaşılması gereken mana, emir verme salahiyeti taşıyan farklı kademelerdeki yönetici ve idarecilerdir. Allah Teâlâ çok sayıda âyet-i kerimede Allah ve Resûlü’ne itaat etmeyi emretmenin yanında, hakkaniyet ve adaletin temsilcisi olan ülü’l-emr’in de meşru ve maruf dairedeki emirlerine bağlı kalmayı emretmek suretiyle din ve dünya işlerinin ahenkli ve düzenli bir şekilde yürümesinin yolunu göstermiştir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin