YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye toplumunda ortak değerlerin ve konsensüsün en asgari düzeylerde olduğunu düşünüyorum. Başkasına (öteki addettiğine) yaşam hakkı tanımamak olarak özetlenebilecek bir siyasi kültür temeli üzerinde, ne yazılı anayasa, ne anayasal düzen, ne devletin asli görevleri, ne bürokrasi var olabilir. Devlet, böyle bir ortamda yalnızca ötekilerin tasfiye edilmesine yönelik kullanılan bir enstrümana, bir acımasız biçerdövere dönüşür. Zalimlerin ve mağdurların yerleri bazen değişse de, izlenen metot değişmez. Ortak değerler bu nedenle bir toplumun varlığını sürdürebilmesi için çok gerekli olan bir önkoşuldur. Ortak değerlerin yerleşmesi ise ancak konsensüse bağlıdır. Uzlaşıdan yoksun bir ortamda ötekileştirme-tasfiye stratejisi sona ermez.
Osmanlı döneminde başlayan siyasi gücün/iktidarın sınırlandırılması çabaları, daima bunun gerekliliğini savunan bir avuç aydının Batı’nın desteği sayesinde reformlar yapması şeklinde gerçekleşti. Toplumun büyük bir çoğunluğunun gerçekleşmekte olan idari ve hukuki reformlardan haberi bile olmadı. Islahatları derin bir şüphe ile karşılayan veya onlara karşı olan kesimler çoğunlukta oldular. Batı daima bir düz-çizgisel (lineer) tarih anlayışıyla yaklaştı Batı dışı toplumlara. Batı’da yaşanan “ilerlemeler”, beraberinde ekonomik ve askeri başarıyı da getirene kadar Osmanlı toplumunda marjinal kaldı. Coğrafi yakınlıktan dolayı diğer Batı dışı toplumlara göre daha yoğun bir etkilenme gerçekleştiyse de, Osmanlı’daki değişimler bu doğal etkileşimlerin birincil etkisiyle olmadı. Aksine daha çok Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle Avrupa’da sahip olduğu topraklardaki yerel halkların haklarını ve hukukunu savunmak için Batı’nın yaptığı müdahalelerle (dış etkilerle) gerçekleşti. Gayri Müslimlerin haklarını savunan Avrupalı güçler, dolaylı olarak Osmanlı Devleti’nin asli unsuru olan Müslüman Türkleri de etki alanına aldı. Örneğin dini kimliklerin yerine milli kimliğin geçmesi süreci (uluslaşma ve ulus devletleşme akımı) öncelikle Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarında yaşayan Yunanları, Bulgarları, Sırpları ve diğer Hristiyan milletleri etkisi altına aldı. Osmanlı Devleti toprak bütünlüğünü kaybetmemek uğruna bu akımlara karşı koymaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Derken aynı akımlar Müslüman toplumları da etkisi altına almaya başladı. Arnavut milliyetçiliği örneğinde görüldüğü gibi, Müslüman Ümmet kimliğinin artık Osmanlı Müslüman toplumunu bir arada tutmayı başaramadığı yaşanan deneyimlerle görüldü. Arap milliyetçiliği ve ayrılıkçılığı da bunu tasdik etti. Böylece Batı tarafından fikirsel-kimliksel seviyede “enfekte” edilen Osmanlı İmparatorluğu, ulusçu ideolojinin etkisiyle hızlı denebilecek bir süreçte dağıldı.
Milliyetçilik (nasyonalizm) ideolojisinin Osmanlı toplumunda yayılmasında Batı’nın desteği belki de en güçlü belirleyicidir. Batılı aktörler Osmanlı’daki azınlıkları ve gayrı Müslimleri bir gecede milli bilince kavuşturmadılar. Önce onların haklarını Müslümanlarla eşit hale getirmek için çalıştılar. Bunu yapabilmek için Osmanlı’da düşünce özgürlüğünü genişletmeyi hedeflediler. Osmanlı’nın anayasa süreci başladı. Sultan’ın yetkileri kısıtlandı, temsili demokrasinin temelleri atıldı. Hukukun dini otoriteden bağımsızlaşması ve yasa yapıcı işleve sahip meclis fikri, Osmanlı’ya yerleşti. Vatandaşlık konsepti, Osmanlı’da kul veya tebaa anlayışının yerini aldı. Eşit Osmanlı vatandaşları, haklar ve görevler bağlamında birbirlerine eşitlendiler. Müslüman, Yahudi, Hristiyan vatandaşlar kâğıt üzerinde eşit haklara sahip oldu. Tüm bunlar Batı’da yeşeren ve kök salan liberal-demokratik değerlerin Osmanlı toplumuna aktarılması ile gerçekleşti.
Osmanlı’da reform gerekliği her ne kadar iç dinamiklerden dolayı ortaya çıktıysa da, reformların yönü dış dinamiklere göre belirlendi. İzah etmek gerekirse, Osmanlı devletinin bilim ve teknoloji, ekonomi, askeriye ve silah endüstrisi, eğitim ve ulaşım gibi alanlarda Batı ile olan rekabette mukayesen gerilere düşmesi, Osmanlı aydınlarını ve yöneticilerini bu gerilemenin nedenlerini araştırmaya yönlendirdi. Yani Batı’nın Osmanlı’dan üstün bir uygarlık haline gelmesi ile beraber, o üstün uygarlığın taklit edilmesi, onlarda olan bilimin, tekniğin, eğitimin, askeri nizamın Osmanlı toplumuna aktarılması süreci başladı.
Tüm bu süreçler bir gereklilikten doğmuş olsa da, Osmanlı’nın gerileme ve çöküş dönemlerini durdurmaya yönelik çabalar oldukları için travmatik bir toplumsal hafıza oluşturdular. Toplumun ileri gelenleri, yöneticiler, aydınlar, sanatçılar, mülkiye ve askeriye, bu travmanın patolojisini iyileştiremedi. Dönüşüm sancıları, Batı’ya ve Batı değerlerine karşı daima latent bir tepkiyi içinde barındırdı. Devlet yeni değerlerle donatılırken ve dönüştürülürken, toplumsal taban bu dönüşümün değerlerine yabancı kaldı. Reformcular da yeni değerlerin topluma yayılmasına ayak sürüdüler. Sadece kimliksel seviyede devlete sadakat ve liyakati garantileyen nasyonalizm, tabana yayıldı. Bu Türk milliyetçiliğini İslami değerlerle bezeyerek 1980’lerin sonlarına dek Türk-İslam sentezi ideolojisini genç kuşaklara endoktrine ettiler. Fakat Batı’daki diğer temel konseptler, mesela yürütmenin gücünün sınırlandırılması, özgürlükçü değerler, özgürleştirici politik pratikler, azınlık hakları, bireyin otonomisini garanti altına alan yasal çerçevenin hayata geçirilmesi gibi konularda toplum bilinçlendirilmedi. Bu konseptlerin topluma yerleşmesini engelleyen geleneksel yapıların üzerine gidilmedi. Böylelikle devleti kutsayan milliyetçilik ve onu besleyen İslamcılık üzerinden bir Batı karşıtı değerler tepkisi topluma yerleşti. Batılı bir değer olan nasyonalizm, ironik bir şekilde Batılı değerlere karşı koymanın da meşruiyetini sağlamaya başladı.
2011 yılından sonra giderek artan biçimde Batılı değerlerin sorgulanmaya başlandığı günümüz Türkiye toplumunda siyasi yelpazenin neredeyse tamamı özgürleştirici liberal-demokratik değerlere karşı cephe almış durumda. Bu anti-Batı duruşta AB’nin Türkiye’yi dışlaması veya Ortadoğu’da ABD dış politikasında yapılan hatalar rol oynasa da, Batı karşıtlığı tepkisel olmaktan ziyade aksiyoner dinamikler barındırıyor. Batı’nın kategorik olarak kötü olduğu ön kabulü, aynı zamanda Batılı değerlerin de reddine meşruiyet zemini hazırlıyor. Benzer bir algı Rus toplumunda da palazlandırıldı. Orada eski Sovyet geçmişinden kaynaklanan nedenlerle Batı karşıtlığını endoktrine etmek görece daha kolaydı. Aynı zamanda İran’da ve bazı Ortadoğu ülkelerinde de benzeri bir Batı karşıtı yönelim var. Yine Çin’de ABD ile olan rekabetten ve Maocu-komünist devlet ideolojisinden kaynaklı sebeplerle benzer bir Batı karşıtı tutum söz konusu. Türkiye, 2015 sonrasında ağırlıklı olarak bu kampa yöneldi. Dış ve güvenlik politikalarında Rusya güdümüne girilmesine paralel şekilde, Türkiye toplumunda Batı (özellikle de ABD ve NATO) karşıtlığı yoğunlaşmaya başladı. Burada enteresan olan, sadece AKP ve MHP tabanlarının değil, CHP, İYİ Parti ve hatta HDP tabanlarının da Batı karşıtı koroya kayılmış olmasıdır. Bu durumun bir sosyolojik olgu olduğunu düşünüyorum. Bu sosyolojik olgunun, Osmanlı ve Türkiye tarihlerinde, Sevr sendromunun yol açtığı travmayla sonuçlanan bir kompleksin ürünü olduğu kanısındayım. Bu bağlamda Batı karşıtlığı bir tür “Batı’dan intikam alma” tutkusudur. Bu habis bilinçaltı yerli dizilerde açığa çıkmaktadır. Batıdan serzeniş bir katarsistir. Yaşanmakta olan bu katarsis Sevr sendromundan kaynaklanan kompleksi tedavi edecek midir?
Kanımca bu sorunun yanıtına evet demek zordur. Özellikle Sevr sendromuna nesnel olarak baktığımızda, Osmanlı’nın kurban rolünün son derece yapay çaktığı görülecektir. Birinci Dünya Savaşı’nda “kurtlar sofrasında bölünen-parçalanan masum Osmanlı” diskuru her ne kadar resmi tarihte gurur okşayıcı bir “gerçeklik” olarak genç kuşaklara on yıllardır öğretiliyor da olsa, bu tekrarlanan yalanı gerçek kılmaz. Osmanlı emperyalist yayılmacı askeri hedef ve amaçlarla büyük savaşa girdi. Osmanlı İmparatorluğu Rusya limanlarını Almanya’dan aldığı ve personeli halen Alman olan bir mürettebat yönetiminde bombalarken, Osmanlı karar alıcıları Turan ve Türkistan hayalleri kuruyordu! Ve bu savaşta hedefteki düşman Rusya’ydı. İngiliz diplomasisi uzunca süre Osmanlı’nın çöküşünü engelleyerek Rusya’nın bu devleti yutmaması için askeri ve diplomatik olarak Osmanlı İmparatorluğu’nu destekledi. Kurtuluş Savaşı’nda ise ana düşman yedi düvel falan değil, Yunan ordusuydu. Ayrıca Osmanlı topraklarının mütareke sonrası kısmen işgali de bu tür büyük savaşların kumar masasında kaybedenin ödediği bedeldir. Türklere özgü bir kader değil! Yoksa aynı savaşta Almanya’nın daha ağır bir bedel ödediğini nasıl açıklarsınız!
Ayrıca liberal-demokratik değerler Avrupa ve Batı’da da öyle yeknesak desteklenen fikirler olmadı hiçbir zaman. Ne İtalya’da, ne Almanya’da, ne İspanya ve Portekiz’de, ne Fransa’da sürekli benimsendiler. Bilakis, bu değerler daha çok İngiltere ve eski kolonilerinde (başta ABD olmak üzere) benimsendi ve yerleşti. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da diğer Batı ülkelerine yayıldı. Burada NAZİ Almanya’sının savaşı kaybetmesi ve Sovyet yayılmacılığı (Rus statüko karşıtlığı) rol oynadı. Türkiye de diğer Avrupalı devletlerle aynı zamanda bu demokratikleşme furyasından ekonomik ve savunma politikaları bağlamında yararlandı. Bahanemiz yok yani! İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı Türkiye’yi bölmek veya yok etmek için emperyalist amaçlarla Türkiye’ye yaklaşmadı. Aksine, Türkiye’nin kendi başına sağlamaktan aciz olduğu güvenliğini Truman Doktrini, Marshall Yardımı ve NATO üyeliği üzerinden sağlayarak, bugünkü toprak bütünlüğüne sahip olan ülkeyi olanaklı kıldı.
Bu süreçte Türkiye temel insan hakları ve rekabetçi çok partili sistemle tanıştı. Yoksa 1930’ların tek partili Kemalist cumhuriyeti 1945 sonrası Sovyet işgaline uğrayacak ve Türkiye Sovyetler birliği tarafından yutulacaktı. Bunun olmamasını bugün düşmanlık yapılan ABD ve NATO’ya borçludur Türkiye. Bunu yazmanın teslimiyetçilikle veya Batı yanlısı olmakla alakası yok. Bunlar tarihi gerçekler. Her ne kadar Türkiye’de devamlı yapılan bir garabet de olsa, tarihi manipüle ederek yeniden yazınca o tarih değişmiş olmuyor!
Bugün Batılı değerlerin yerine, otoriter devlet hedefi doğrultusunda devleti kutsayan, nasyonalizm ve İslamcılık üzerinden Batı karşıtı zenofobik ve ırkçı okumaları topluma dayatan rejim, değerlerden arındırdığı devlet alanını işkence ve adam kaçırma gibi mafyavari suçların kolaylıkla işlenebildiği bir Muhaberat ve Putinist siyasi ortamı yaratıyor. Bu rejime direnmek ve bir gün bu rejimi gerçekten insan haklarını garanti eden bir demokrasiye dönüştürebilmek için, doğru değerlerin benimsenmesi ve topluma benimsetilmeye çalışılması gerekmekte. Bu değerler özgürlükçü-liberal demokrasi ve onun olmazsa olmazı olan vazgeçilmez-reddedilemez insan hak ve özgürlükleridir. Rejimin neden olduğu toplumsal patolojiyi ancak bu değerler tedavi edebilir.
Super tesbit bu yuzden milletin uzerinde istedikleri gibi at kosturuyorlar.