Teşhis olmadan tedavi olmaz

PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM

Otoriterizmi bir hastalık olarak kabul edersek, bir ülkenin otoriterleştiği tanısını – teşhisini – nasıl koyacağız? Otoriter rejimlerin demokratik rejimlerden ayrıldığı noktalar nelerdir? Siyaset biliminin üzerinde mutlak surette anlaştığı ve hemfikir olduğu ölçütler varsa, bunlar nelerdir?

Siyaset kuramcısı Juan Linz, otoriterizmi “sınırlı siyasi çoğulculuk” olarak tanımlıyor. Buna göre rejim farklı kesimlere, gruplara, hareketlere ve partilere birbirleriyle ve kısmen kendisiyle rekabet etme imkânı sunuyor ancak bunu yaparken rekabet için gerekli özgür ve adil ortamı kasten sağlamıyor. Bu durumda sözde rekabet içinde olan siyasi güçlerin pratikte başarı şansı kalmıyor.

Linz 1060’ların sonunda totalitarizm ve demokrasi arasındaki rejimleri sınırlandırmak için bu modeli geliştirmişti. Şimdi daha “ince ayar” bir model var; “rekabetçi otoriter rejim”. Bu kuramı da Lucan Way ve Steven Levitsky geliştirdi. Bu model otoriter rejimleri de kendi içlerinde tam otoriter ve rekabetçi otoriter olarak ayırıyor. Temelde Linz’in ana kuramından çok farklı olmasa da, rekabetçi otoriter sistemler demokrasi-otoriterlik uzamında demokrasiye daha yakın bir rejim modeli olarak oluşturulmuş bir kategori. İçinde bulunduğumuz yüzyılda demokrasi görünümlü otoriterleşmiş rejimleri deşifre etmeyi amaçlıyor.

Enteresan olan şu ki demokrasi oldukça popüler bir kavram ve hiçbir rejim, otoriterlik derecesi fark etmeksizin, net olarak çıkıp “Ben otoriterim” ya da “Demokrasi değilim” demiyor. Bırakın otoriter rejimleri, totaliter yönetimler dahi mutlaka kendilerinin demokrasi olduğunu öne sürüyor. Çünkü demokrasi küresel olarak çok kabul görmüş ve insanlık tarafından genel kabul görmüş, olumlu bir yönetim modeli.

Fakat mesele şu ki demokrasinin ne olduğu ve daha da önemlisi ne olmadığı oldukça afakî ve muğlâk; maalesef siyaset bilimi fizik ya da biyoloji gibi üzerinde geniş mutabakata varılmış draje tanımlar ortaya koyamıyor. Ne var ki, kuramsal veya kavramsal boyutta bu afakîlik olsa da, herhangi bir rejim içerisinde yaşayan bir birey yaşamakta olduğu ülkenin politik sisteminin demokrasi mi yoksa otoriterliğin bir tonu mu olduğunu iliklerine kemiklerine kadar hissediyor. Bilhassa rejim mümessillerine veya onların siyasetlerine karşı bir konum almışsa!

Konuya geri dönecek olursam; demokrasinin en minimalist – asgari – tanımına göre demokrasi eşittir seçimler gibi bir denklem çıkıyor karşımıza. Bu ciddi çekim gücü olan, oldukça yalın ve özellikle Batı dışı toplumlarda geçer akça olmuş bir yaklaşım modeli. Özetle, “Eğer seçimler varsa sistem demokratiktir.” önermesi üzerine kurulu.

Diğer taraftan konuya yabancı ama iyi medya takipçisi okurların da hemen fark edeceği üzere, dünya seçimlerin olduğu ama özgür olmayan ülkelerle dolu ve bu ülkeleri demokrasi olarak nitelemek mümkün değil. Örnek vermek gayet kolay; akla ilk gelen ülkeler arasında elbette Türkiye de var. Ancak Türkiye’den çok daha beylik örnek, mutlaka Rusya ve diğer Sovyet ardılı cumhuriyetler; örneğin Kazakistan, Azerbaycan, Belarus, vs.

Bu ülkelerde seçimler var mı, var! Ama bu seçimler iktidar değişikliği sağlamıyor. Rekabetçi otoriter model net otoriter rejimlerle hibrit rejimleri sınıflandırmaya çalışırken, bilimsel modelleme ve akademik kavramsallaştırma yapıyor ancak pratikte karşımızda ana sorun öylece duruyor; sonuçta ya demokrasi var ya da yok.

O halde demokrasi olup olmadığına nasıl karar vereceğiz?

Diplomasi yapmadan, olanları söyleyecek, bam teline basmaktan çekinmeyeceğiz. Mesela eğer bir ülkede seçilmiş milletvekilleri, hatta parti genel başkanları fason suçlamalar ve hukuksuz yargı süreçleri üzerinden hapse atılmışsa, kırmızı bayrağı kaldıracağız. Ya da kitlesel tutuklamalar, milyonlarca insanı mağdur eden aile boyu takibatlar, baskı-zulüm ve işkence varsa, “Bu demokrasi olamaz!” diyeceğiz. Yine eğer ülkenin anayasasına, anayasa mahkemesinin ve üst yargının bağlayıcı kararlarına, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin anayasa gereği bağlayıcı olan kararlarına bilfiil keyfen uyulmuyorsa ve demokratik kurumlar işlevsizleştirilmişse, demokrasicilik oynamayı bırakıp net teşhisi koyacağız.

Bu işin şakası kalmadı artık. Zaman hızla akıp geçti ve Türkiye’de yoğun bir otoriterleşme meydana geldi. Rejim, kendisine biat eden çok geniş bir kitle oluşturdu. Bu kitle sadece rejim fiili koalisyonuna oy veya destek veren vatandaşlardan mütevellit değil ne yazık ki. Muhalefet partilerine oy veren vatandaşların da ezici çoğunluğu “rejim diskurunu” kabul etti ve dolayısıyla rejimce belirlenen dar alanda siyaset yapıyor. Bu partiler ve tabanları rejimi sorgulamıyor veya eleştirmiyor, siyasi rekabeti rejim içi bir iktidar mücadelesine indirgemiş durumda.

Dolayısıyla bu insanlar için mesela Selahattin Demirtaş ve 10 Kürt vekilin, Osman Kavala’nın, Hidayet Karaca’nın, Mehmet Baransu’nun veya ismi bilinmeyen meçhul siyasi tutukluların adalet arayışının hiçbir önemi yok. Ne KHK’lılar, ne irtibat-iltisak garabeti üzerinden kriminalize edilmiş geniş kitlelerin mağduriyetleri, ne Kürt hakları bu muhalefet için herhangi bir rol oynamakta.

Dolayısıyla rejim kendi döngüsünü oturtmuş, rejimin belirlediği dar alanın dışına çıkan her birey, grup veya siyasal hareket, rejim diskuruna göre damgalanıp meşru ve yasal alanın dışına itilerek hain ve suçlu ilan ediliyor. Bu rejimde siyasi çoğulculuk varmış gibi görülse de, biraz boyasını kazıdığınızda alttan antidemokratik ve faşizan yapı hemen sırıtmaya başlıyor.

Özellikle akademisyenlerin ve gazetecilerin – grup aidiyetleri fark etmeksizin – bu gerçeği dillendirmeleri gerekiyor. Bıkmadan ve usanmadan Türkiye’de seçimsel sürecin ve kâğıt üzerindeki siyasi alternatiflerin ve sözde rekabetin sadece bir serap olduğunu, her şeyin göründüğü gibi olmadığını, rejimin otoriter olduğunu, ona “rekabetçi” falan demenin sadece rejimin meşruiyetine ve kendi kendisini yeniden üretmesine hizmet ettiğini ifade etmeleri lazımdır.

Teşhisi koyalım önce, sonra tedaviyi konuşuruz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Yazıdaki 1060 rakamı herhalde 1960 olacaktı. Kastedilen 1960´lar olmalı. Seslendirilirken de bu kimsenin dikkatini çekmemiş, 1060 diye geçiyor. 1060´larda demokrasi ve totalitarizm gibi bir hassasiyet ve araştırma konusu olamayacağı kimsenin dikkatini çekmedi mi?

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin