Suyu metalaştırma kanunu

GÜRHAN SAVGI

Su Kanun Tasarısı’nda devletin hayat için asgari suyu ücretsiz temin etme mükellefiyeti yok sayılıyor.  Birleşmiş Milletlerce temel bir insan hakkı olarak kabul edilen ‘su hakkı’nın tasarıda yer almaması bürokrasinin insan merkezli uluslararası gelişmeleri görmezden geldiğini gösteriyor. 

Küresel iklim değişikliğinden etkilenen Türkiye’de giderek daha fazla sel ve kuraklık yaşanıyor. Hükümetlerin, kalkınmayı yurt sathına yayamaması sebebiyle büyükşehirlerde güvenli içme suyu sıkıntısı yaşanıyor. Su faturaları giderek kabarıyor. Diğer taraftan sanayi ve tarımda kullanılan sularda da etkili bir yönetim gerçekleştirilemiyor. Kullanılan kirli suların çok küçük bölümü arıtılabiliyor. Akarsu, göl ve denizler bu sebeple aşırı derecede kirleniyor. Memleketin su mevzuundaki umumi manzarası bu halde iken suyun yönetimiyle ilgili kanun 1926’dan kalma. Konuyla ilgili çıkarılan mevzuat ise 20 yıl öncesine ait. İstanbul 2009’da Dünya Su Forumu Toplantısına ev sahipliği yaptığında kapsayıcı bir su kanunu çıkarılması gündeme geldi. Orman ve Su Bakanlığı, 2012’de bir taslak hazırlayarak ilgili üniversite ve sivil toplum kuruluşlarına (STK) gönderdi. O günden beri bekleyen kanun, son olarak Ahmet Davutoğlu hükümetinin acil eylem planında yer aldı. Ve Bakanlar Kurulu’nda gündeme geldiği öğrenildi.

Şimdi Türkiye 90 sene sonra su ile ilgili yeni bir kanuna kavuşmanın arifesinde. Aradan geçen zaman içinde dünya çapında hüküm süren ekonomik sistem, su kaynakları üzerinde ağır bir baskı kurdu. Bu gidişatın Anadolu’daki tezahürü ise yaklaşık Marmara Denizi büyüklüğünde sulak alanın son kırk yıl içinde yok olması. Yer altı suları onlarca metre derine indi. Yeraltı sularının üçte birinin bulunduğu Konya Ovası’nda fazla su talep eden zirai üretime hız verilmesi çapı 20 metreyi bulan obruklara sebep oldu. Menderes, Sakarya, Kızılırmak, Gediz ve Ergene Nehri gibi su kaynaklarından zehir akmakta, deniz ve göller fosseptik çukuru vazifesi görmekte. Yeraltı sularını çeken ve kullandıktan sonra atık suyu arıtmadan tekrar yeraltına veren endüstriyel şirketler, hayat için bir tasarruf olan bu rezervleri yok ederken kirletmeye de devam ediyor.

İklim değişikliğine bağlı olarak başta İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlere komşu havzalardan su taşınmaya başlandı. Bu durumun suyu alınan havzalardaki hayata etkilerini henüz bilmiyoruz.

2005’ten sonra Su Kullanım Yönetmeliği ile akarsuların kullanma hakları şirketlere devredildi. HES adı verilen dere tipi hidroelektrik santralleri büyük problemlere yol açtı. Havza planlaması yapılmadan verilen su tahsisleri sebebiyle bir dere üzerinde onlarca proje ortaya çıktı. Yöre halkının açtığı davalarda taraflar maddi, manevi kayıplar yaşadı. Çantacı tabir edilen aracıların eline düşen HES lisanslarının büyük çoğunluğu örtülü yabancı şirketlerin eline geçti. HES projelerinde dere yatağına bırakılacak can suyu miktarı genelde yüzde 10 civarında uygulandı. Oysa Türkiye ile aynı iklim kuşağında olan ülkelerde dere yatağında akan suyun en az yüzde 40’ının bırakılması gerektiği genel kabul görüyor.

Tüm bu yaşananlardan sonra Bakanlar Kurulu gündemine gelen Su Kanunu Taslağı’na olumlu bulunan yönleri yanında önemli eleştiriler de yöneltiliyor.

SU HAKKI ES GEÇİLİYOR

Birleşmiş Milletlerce temel bir insan hakkı olarak kabul edilen ‘su hakkı’nın tasarıda yer almaması bürokrasinin insan merkezli uluslararası gelişmeleri görmezden geldiğini gösteriyor. Su hakkı, temel ihtiyaç miktarı kadar temiz suyun devlet eliyle ücretsiz sağlanması temeline dayanıyor.

Tasarı; kullanım, ihtiyaç, ücretlendirme, bürokratik yönetim etrafında şekilleniyor. Su kullanım haklarının 49’dan 29 yıla indirilerek Türkiye’deki kanunlara göre kurulmuş şirketlere devredileceği belirtiliyor. Ancak bu şirketlerde yabancıların sahipliğine dair bir düzenleme yok. Su kullanım hakkı bugün mülkiyet devri ile fiilen aynı olan 49 sene ve daha uzun süreli şekilde özel sektöre ve yabancı şirketlere devrediliyor. Bu sürenin 29 seneye düşürülmesi olumlu görünse de bu haliyle yabancı şirketlere bir kısıtlama getirmiyor.

Çevre ile ilgili benzer kanunlarda olduğu gibi su yönetiminin tamamı bakanlardan oluşan Su Yönetimi Yüksek Kurulu’na devrediliyor. Tüm dünyada ön plana çıkan STK’ların eliyle halk katılımına tasarıda hiç yer verilmemiş. Kurul Su ve Orman Bakanı başkanlığında ilgili 7 bakandan oluşuyor. Kurul, tam yetki ile donatılıyor, kararlarına karşı hukuk yolu kapatılıyor.

Yine tasarının ilkeleri arasında “su kaynaklarının ekonomik ve ekolojik ihtiyaçlara en uygun şekilde kullanımının sağlanması’’ ifadesi yer alıyor. Ancak ekonomik ihtiyaçların, çevre ile çeliştiği durumlarda ne yapılacağına dair net bir hüküm bulunmuyor. Bürokratlar eliyle yürütülen bir kanunla tabiatın feda edileceğinden endişe ediliyor.

su2

Kirletmeye de tarife getiriliyor

Tasarının en fazla eleştiri alan hükümlerinden biri neoliberal çevrelerin en büyük illüzyonu ‘kirleten öder’ prensibine dayanması. Oysa asli kabulün ‘kimse kirletemez’ olması gerekiyor. Bugüne kadar herhangi bir su kaynağını kirleten kanun gereği cezai yaptırımla karşılaşıyordu. Su Kanun Tasarısı bu noktada yeni yaklaşım getirek ‘kirletme ücretlerinden’ bahsediyor. Kirletmenin verilen bir hizmet veya imtiyaz gibi görülmesi ciddi suistimallare yol açabilir. Skandal hüküm şu şekilde: “Kirletme ücretleri ile ilgili usul ve esaslar bakanlıkça çıkarılacak yönetmelik ile düzenlenir.”

Kanun tasarısında para cezaları 1500 ila 90 bin lira arasında ve caydırıcı olmaktan çok uzak. Gerektiğinde koruma tedbirleri alınması ile denetimin dahi özel sektöre havale edilmesinin önü açılıyor.

Tasarıda yer alan “en az su debisi’’ tanımı da sorunlu. Tasarı metninde; “Bir akarsu kesitinde ekolojik ihtiyaçlar ile su kullanımlarının sürdürülebilirliğini sağlamak üzere bulunması gereken ve her su kaynağı için ilmi çalışmalarla belirlenmiş en az su debisi” ifadesi bulunuyor. Oysa ihtiyaçlar günümüzde oldukça abartılı ve değişken. Su ise ihtiyaçtan çok bir varoluşun temel kaynağı. Ekosistemin öngörülen bir bölümünün değil tamamının korunması gerekiyor. Bu sebeple hayatın devamını sağlayacak yeterli su miktarı (optimum) kavramının yer alması teklif ediliyor.

Tasarıdaki “İhtiyaç olması ve potansiyelin de yeterli olması halinde havzalar arası su aktarımı yapılabilir” ifadesi, havzalar arası su taşınmasını adeta teşvik ediyor. Burada yeterliliğin tespitinde su taşınacak havzada en az su miktarının göz önüne alınacak olması çevre için büyük tehdit kabul ediliyor. Küresel iklim değişikliğinin etkisini artırmasıyla Anadolu’da birçok havzadan su taşınacağı öngörülüyor.

Alternatif su kanunu mümkün

Sivil ve Ekolojik Haklar Derneği öncülüğünde bir araya gelen sivil toplum kuruluşlarının yürüttüğü Su Hakkı Kampanyası, gündemdeki Su Kanunu Taslağı’na önemli eleştiriler yöneltiyor. Daha da ötesine geçerek insanı ve doğayı önceleyen Alternatif Su Kanunu Taslağı’nı kamuoyunun dikkatine sunuyor. Taslağı, Marmara Üniversitesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Dr. Tolga Şirin hazırlamış. Dr. Şirin, çıkarılacak su kanununda, bütün insanların ve canlıların, yaşam hakkının ayrılmaz bir parçası olan yeterli kalite ve miktardaki suya, fiziksel ve ekonomik olarak etkili bir şekilde erişim hakkına sahip olduğunun vurgulanmasının şart olduğunu savunuyor. Şirin ayrıca yasa metninin, suya erişim hakkı, su varlıklarıyla ilgili bilgilere erişim hakkı ile su varlığının yönetim süreçlerine etkin ve somut bir şekilde katılım hakkını da içermesi gerektiği görüşünde. Dr. Şirin’e göre insanî kullanım için yeterli miktar ve kalitede suyun, devlet tarafından ücretsiz ve öncelikli olarak tedarik edilmesi de bir kanunda olmazsa olmazlardan. Kamusal bir varlık olan su, devletin hüküm ve tasarrufu altında olmalı. Çevresel dengeye uygun olarak, kamu yararı çerçevesinde kullanılırken, devretme ve özelleştirme yapılmamalı.

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin