Siyaset biteli çok oldu, peki neyi konuşuyoruz? [Kemal Ay]

Siyasî akımların isimleri, önceledikleri konularla ilişkili olur genelde. Cumhuriyet Halk Partisi, Osmanlı’nın yıkılmasıyla kurulan yeni rejimin (Cumhuriyet) ve onun biricik dayanağının (Halk) isimlerini almıştır üzerine. Demokrat Parti, CHP’nin zıddına duyulan ihtiyaçtan, yani demokrasiden doğmuştur. Milliyetçi Hareket Partisi, evvela milliyetçilik ideolojisini benimsediğini, bunu da aktif bir biçimde, harekete dayalı olarak uygulayacağını beyan eder.

Sokaktaki günlük siyasî tartışmalarda milliyetçilere hep şu iğneli soru yöneltilirdi bir ara: Madem Türklük bu kadar önemliydi de, neden Peygamber Efendimiz Türk değildi? Bu sorudan bunalan bir MHP yöneticisinin, “Peygamber Efendimiz de aslında Türk’tü” dediği rivayet edilir. Hatta daha ileri gidip Hz. Âdem’in de Türklüğünden dem vuran olmuştur.

Deniz Baykal’ın Ahmet Türk ziyareti

Zira bir parti için, siyasette öncelenen ‘ideoloji’, her ne pahasına olursa olsun korunmalıdır. CHP’nin parti isminde yoktu belki ama uzunca bir süre karakterini belirleyen şey laiklikti. Türkiye’deki bütün meseleleri, laiklik süzgecinden geçirerek ele alıyordu. “Bu laikliğe uygun,” “Bu laikliğe aykırı”… Son 4-5 senedir buradan çıkmaya çalışıyor ancak yerine ne koyacağını henüz tam çıkaramadı.

Geçenlerde Deniz Baykal’ın, tutuklanan Ahmet Türk’ün evini ziyaret edişini görünce, 12 Eylül sonrası günler geldi gözümün önüne. CHP, darbede kapatıldığı için CHP kadroları Sosyaldemokrat Halkçı Parti’yi kurmuşlardı. Önceleri SODEP ve HP olarak kurulan teşkilatların birleşmesiyle bu isim ortaya çıkmıştı. Avrupa’da yaygınlaşan Sosyal Demokrasi hareketleri ile uzun yıllar ‘devlet partisi’ olan CHP’de bir türlü barınamayan halkçılığın birleşimiydi.

Bu parti, Kürt meselesinde hâlen bugünkü CHP’nin yaklaşmaktan korktuğu bir çıtayı tutturmuştu. İşte Ahmet Türk, Deniz Baykal’la o yıllarda aynı partide siyaset yapabiliyordu.

Catch-all partiler çağı

12 Eylül darbesinden sonra sürpriz bir şekilde seçimi kazanan Turgut Özal’ın Anavatan Partisi, ilginç bir isim seçmişti kendine. Her kesime hitap eden, önceliği pek de ideoloji olmayan bir parti görünümü vardı. Nitekim ‘dört eğilimi’ temsil ettiği söylendi hep. Muhafazakârları da, içkisini içen ama dini değerlere saygılı merkez sağcısını da, büyük şehirlerdeki orta sınıfı da bünyesinde barındırabiliyordu. Bir nevi ‘catch-all’ (herkesi yakalayan) markaydı.

Tıpkı 1946’da kurulan Demokrat Parti gibi bir ‘kadro hareketi’ydi ANAP. Yıldız bürokrat Turgut Özal ve bürokrasideki mesai arkadaşları tarafından kurulmuştu. Türk siyasetinin ‘yapısal karakteri’ Özal’ı da mahkûm etmişti. Bir süre sonra kendini Çankaya’da yalnız bulan Özal, bu kararından pişman olsa da, geri dönmeye ömrü vefa etmedi.

Demirel vs. Özal

ANAP’la Doğru Yol Partisi arasında ne fark vardı acaba? Bir başka yıldız bürokrat Süleyman Demirel’in Adalet Partisi de 12 Eylül’de kapatılmıştı. Demokrat Parti’nin mirasını, önce AP’nin ardından DYP’nin sürdürdüğü sık sık dile getiriliyordu. Partinin ağır topu Hüsamettin Cindoruk’un, darbeciler tarafından asılan Adnan Menderes’in avukatı olduğu söylenip durdu hep.

ANAP, DYP’ye göre biraz daha muhafazakârdı. Daha az devletçiydi. Bu da Özal’ın tarikatlarla ve cemaatlerle yakın ilişkisi sebebiyle oldu. Demirel’in AP dönemlerinde Nurcularla kısa süreli bir flörtü olmuştu ama Demirel, kişisel hayatında Özal kadar ‘içeriden’ olmadı hiçbir zaman. Demirel’i yaratan, dönemin Türk siyasetiydi bir bakıma.

Aynı Türk siyaseti, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Hüsamettin Özkan gibi figürler çıkardı. Seküler, dindara saygılı, serbest piyasa ekonomisinden yana, devletin bölünmez bütünlüğüne inanan, bürokrasiyle iyi geçinen liderler.

Ekonominin belirleyiciliği

Gelgelelim, bu topraklarda Erdal İnönü de yetişti, Bülent Ecevit de. Ama 1990’larda ABD’de Bill Clinton’ın seçim sloganı olan “Mesele ekonomi, aptal!” lafı, Türkiye için de geçerliydi. Avrupa gibi ekonominin belirli bir çıtanın üzerinde seyrettiği ülkelerde bile, siyasette ‘zenginleşme’ sağcılarla, ‘adalet’ solcularla mümkün görünüyordu.

Türkiye, 1980’lere kadar hayli ‘kapalı’ bir ülkeydi. Turgut Özal’ın serbest ekonomi politikaları, özel televizyonların, ithalatın, yurt dışı seyahatlerinin artışıyla birlikte, Türkiye’yi dünyaya entegre hâle getirmişti. Çünkü ekonomik olarak Batı’ya açılan bir Türkiye, Batılı değerleri de içselleştirmek zorunda kalacaktı. Nitekim, 1990’larda Türkiye kendi içinde çalkantılar yaşasa da, Avrupa Birliği gündemi hep canlıydı.

Yenikapı ruhunun atası

28 Şubat’ın ardından kurulan Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki hükümet, şimdilerde zorla ikâme edilmeye çalışılan “Yenikapı Ruhu”nun değişik bir versiyonuydu. Refah Partisi kapatılmış, Merve Kavakçı başörtüsüyle Meclis’e alınmamış, Baykal’ın CHP’si ‘muhalefete çekilmeyi’ uygun görmüştü. Dışa açık laik kesimi Ecevit’in DSP’si temsil ediyor, Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı ve Bahçeli’nin MHP’si ise bürokrasideki sağcıları ve merkez sağ seçmenini kucaklıyordu.

Kürtler yine resimde yoktu. 1999’da Ecevit’in yüksek oy almasının en önemli sebeplerinden biri olarak Türkiye’ye teslim edilen PKK lideri Abdullah Öcalan görülüyordu. Ancak bu pre-Yenikapı ruhu, Öcalan’ı asmayacak, Avrupa ile ilişkileri güçlendirme adına ‘adil bir mahkemede’ yargılayacaktı.

Türk siyasetinin bu süreçte bir açmaza girdiği aşikâr. O yıllarda MHP’li bir aile dostumuz, “Ecevit’in çocuğu olmamıştı ama Allah iki tane evlat nasip etti, biri Mesut diğeri Devlet” diyerek, bu koalisyonun yürümeyeceğini daha o günden ilan etmişti. Nitekim “Ülkücüleri sokağa çıkarmamak” dışında bir fazileti bilinmeyen Bahçeli (partinin ismindeki ‘hareket’ lafzını yaralıyordu bu durum), trioyu ilk bozan kişi oldu.

Yeni aktör, yeni siyaset

2002’deki seçimlerde yeni bir aktör vardı: Adalet ve Kalkınma Partisi. İsminden de anlayabileceğiniz üzere, adaleti ve kalkınmayı önceliyordu. Refah Partisi, ‘çevreden merkeze yürüyüş’ ise, AKP merkezdeki çevrelilerin ilk siyasî hamlesiydi. Sürpriz bir şekilde iki partili Meclis oluşunca, AKP ‘merkez’ oluverdi.

Parti isimleri gibi, siyasetçilerin ideolojilerinin de anlamlı olduğu yıllar vardı. Bu kuralı galiba ilk kez ANAP bozdu. Dışa açılımcı bürokrat, tüccar, entelektüel kim varsa ANAP’ta buluşabiliyordu. Aynı şekilde ilk yıllarında AKP de ‘sistem muhalifleri’nin buluşma yeriydi.

Dünyada bugünlerde ‘anti-establishment’ (yerleşik düzen karşıtlığı) yaygın. AKP en baştan beri bunun odağıydı aslında. Devletin ‘laik ve hukuk devleti’ kimliğinden taviz vermeden, dindarları da, laikçileri de (sekülerleri değil, laikçileri) mutlu etmenin bir yolu bulunabilirdi. AKP sistemi içeriden ve kendi araçlarıyla, onu yıkmadan, dönüştürerek ve sürekli eleştirerek değiştirecekti.

Post-siyaset

AKP, kurulduğunda “Biz muhafazakar demokratız” demişti. Bunu, Avrupa’daki Hıristiyan Demokratlar örneği ile açıklıyordu. Ancak 2013’teki sarsıntıları atlattıktan sonra Beşir (Atalay) Hoca çıkıp AKP’yi “muhafazakar devrimci” olarak karakterize etti. Bu, parti içindeki “İran Devrimi meftunu” kitlenin, güncel reaksiyonuydu.

Süleyman Demirel, siyasetçiydi. Bülent Ecevit, siyasetçiydi. Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, siyasetçiydi. Belki de siyasetin yapısal durumu, onları buna zorluyordu. Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi figürler de siyasetçiydi. Meclis’in bir kıymeti olduğuna, rejimin bir araya gelinerek düzeltilebileceğine, adaletin ve kalkınmanın başarılabileceğine inanıyorlardı.

Ama siyasetçilerin, siyasetten umudunu kestikleri anlar vardır. Mesela Erdoğan, 2009 yerel seçimlerinde CHP’ye kaptırdığı Antalya için, “Demek ki hizmet yaramıyor” demişti. Siyasetçiler, muhalefet sıralarında oturmayı, seçim kaybetmeyi, koalisyon kurmayı, başkalarıyla uzlaşmayı bilirler. Ancak siyasetten umudunu kesenler, kendi projelerini gerçekleştirmek üzere harekete geçerler. Onlar, siyaseti ve gündelik hayatı yetersiz görür, tarih sahnesinde oynamak isterler.

Amaç mı, sapma mı?

Klasik soru oldu: “Erdoğan başından beri mi bunu amaçlıyordu, yoksa bir nokadan sonra bu yola mı saptı?” Galiba bunu kendisi dışında bilen kimse yok.

Ancak şunu bilebiliyoruz: Tayyip Erdoğan, klasik bir siyasetçi değil. Hatta daha net ifade edeyim, Erdoğan siyasetçi değil. Ne olduğu, önemli değil bu noktada. Ancak siyasetin kurallarına göre davranmayan, sistem-dışı bir aktör. Oturup satranç oynamaya kalksanız, onun için filin o anda düz gitmesi gerekiyorsa, filin düz gitmesi gerektiğini iddia edecek, hatta eğer yeterince güçlüyse, fili düz götürecek birisi.

Bu ‘adaptasyon’ kabiliyeti sayesindedir ki, hem Fransız devrimini tetikleyen Robespierre gibi ‘devrimci’ bir karaktere bürünebiliyor, hem de o devrimi bastırıp yeniden imparatorluk ilan eden Napolyon’un ruhunu içselleştiriyor.

Nasıl muhalefet edeceksiniz?

Bir muhalefet yokluğu da, onun bu tarzıyla ilişkili aslında. Tabiat gereği, Erdoğan’ın bir diyalektiğinin, yani zıddının ortaya çıkması gerekir ama Erdoğan zıddını da bazen içeren karakteriyle, ‘ilkeli duruş’ imkânlarını sürekli boşa çıkarıyor. Mısır örneğinden devralırsak: Hem Mübarek’le savaşıyor ve Mursi oluyor, hem de Mursi’yi devirip Sisi hâline geliyor. Haliyle bu manevra kabiliyetine karşı durarak muhalefet yapmak imkânsızlaşıyor.

Peki, bu şekilde akışkan bir muhalefet mümkün mü? Yani Erdoğan’ın ‘zikzaklarını’, ‘çelişkilerini’ göstererek elde edilemeyen muhalif değer, başka türlü mümkün olabilir mi? Post-siyasetten sapıp yeniden siyasete geçilebilir mi?

Kelimelerin hakkı verilerek bir Cumhuriyetçi Hareket Partisi kurulabilirse, neden olmasın? Erdoğan’ın Türkiye’deki değerlerin tümüne sahip çıkma arzusunun karşısına, Türkiye’deki değerlerin tümünü sorgulayan ve yalpalamadan, zikzak çizmeden, laf olsun diye konuşmadan, sokağa inerek bir siyasî hareket üretilebilirse, evet, böyle bir muhalefet imkânı da doğar…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin