YORUM | RAMAZAN F. GÜZEL
Geçen hafta ameliyata girerken çok farklı hisler içindeydim. Narkozu verdiklerinde tavandaki kuvvetli ışıklara bakarken bir an içimden, “Şu an uyandın-uyanmadın, neyin geride kalır, ne eksik kalır ki?!” şeklinde bir soru geçti ve aklıma dişe dokunur bir şey gelmedi.
Yaş elliye yaklaşırken, ordan oraya savrulmanın, bir şeyleri savunmaya, adalet adına bir şeylere vesile olmaya çalışmanın sonunda elde var sıfır… Daha önce çok dilime dolanan Hz Meryem’in şu sözleri tekrar dilimin ucuna geldi: “Keşke bundan önce ölmüş olsaydım da unutulmuş gideydim.” (Meryem/23) (“Keşke toprak olsaydım” diyenlerden olmak da var (Nebe/40) ama..) Yapılanlardan yana bir şey yok ama aklıma bir bitirmeyi düşündüğüm kitabım geldi, o bitmeden gidersem gözüm arkada giderim diye düşündüm o an açıkçası..
Damarıma ilacı zerk ederlerken başımda koşuşturan doktor ve hemşire (sayabildiğim kadarıyla) 6 kişi kadardı. Bu hadisenin bu kadar müştemilatlı olacağını düşünmemiştim, “ayak üstü müdahale ederler, yollarlar” diyordum. Hem şaşkınlık, hem de suçluluk içerisinde, doktor olduğunu sandığım bir beye:
“Size de zahmet oldu, bir böyle rahatsızlığım için size bir sürü iş çıkardım” dedim. Ağzımdan dökülüveren sözlere anlam veremedi doktor, birkaç kez tekrarlattı. Yine anlamadı, “İngilizce olarak da söylemek ister misiniz, anlayamadım da?!” dedi.
“Kardeşim, sana hangi dilde söylesem, yine aynı anlamda şeyler söyleyeceğim ve anladım ki sen anlayamayacaksın; benim yaşadıklarımı, duyduklarımı bilmeden…” diyemedim de, “Yok bir şey, önemli değil” diye geçiştirdim.
TEDAVİ EDİLEMEDİĞİ İÇİN ÖLEN İNSANLARIN DİYARI..
Çünkü biliyorum ki, bu ameliyatı olmasam ölmezdim, böyle yaşardım kolumda nükseden arıza ile.. Ama biliyorum ki geride bıraktığım ülkemde, Türkiye’de yüzbinlerce insan sorgusuz sualsiz tutuluyor ve hemen hepsi de masum. Bir tedbir mahiyetinde olan tutukluluk (CMK 100 m.) bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılıyor şu an ülkede.
Şu an cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlülerin tedavileri ve ameliyat haklarına dair kanun ve yönetmeliklerde detaylı düzenlemeler var, hatta “Tutuklu ve Hükümlülerin Sağlık giderleri Hakkında Genelge” (GENELGE. 2013/2) ile detaylandırılsa da, şu an bu hükümlerin hemen hiç birisi uygulanmıyor. Bundan dolayı da hapishane ve tutukevlerinde bir çok ölüm hadisesi yaşanmakta; kimisi işkencelere bağlı infazlardan, kimisi de tedavi ve ilaç isteklerine rağmen bu talepleri inatla karşılanmadığı için…
TEOMAN GÖKÇE, MUSTAFA ERDOĞAN…
Son mağdurlardan birisi de Sise Ana. Tarsus T Tipi Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutulan 85 yaşındaki hasta tutuklu Sise Bingöl, 3 gün kelepçeli ring aracında bekletildikten sonra anca hastaneye kaldırıldı! 2017’den bu yana cezaevinde bulunan Sise Bingöl, yaşlı olmasından dolayı algılama yeteneğini kaybetmiş; mide, şeker, astım, tansiyon ve sair gibi hastalıklarıyla mücadele ediyor.
Muş’un Varto ilçesine bağlı Badan Köyü’ne Nisan 2016’da köye yapılan bir baskında üç kişi ile birlikte “Örgüt Üyeliği” iddiasıyla tutuklanarak Muş F Tipi Cezaevi’ne konmuş olan Sise Ana, ‘Örgüte bilerek ve isteyerek yardım etmek’ iddiasıyla 4 yıl 2 ay hapis cezası verilmişti. (Devlet, dönem dönem herkesi mağdur etti, şimdi başkalarını.. Ama Kürtler, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri devletin en çok sillesini yemiş kesim, hala da devam.. ve Sise Ana onlardan sadece birisi!)
Bari Sise Ana ölmesin.. Zira şu OHAL kapanında her meslekten, her yaştan insan göstere göstere öldürüldü… Darbeden çok önce yurtdışına çıkmamış olsaydım, belki de aynı koğuşlarda yer alıp aynı akibete uğrayacağımı öngördüğümden belki de, yargı camiasındaki kayıpları biraz daha yakından takip ettim; empati ve iç burkuntusu ile!
En son kayıplardan birisi de eski HSYK 1.Daire üyesi Teoman Gökçe idi.. 15 Temmuz sözde darbe girişimin ardından ‘FETÖ’ üyesi olduğu iddiası ile tutuklanmış olan Gökçe, Sincan Cezaevi’nde tutuklu idi, 02 Nisan 2018 tarihinde 49 yaşında iken kalp krizi neticesinde yaşamını yitirmişti. Selçuk Üniversitesi‘nde Ceza Usul Hukuk dalında Doktora yapmış olan ve konunun uzmanlarından Gökçe, Usul Hukuku’na aykırı olarak içerde tutulmuş, yasa ve mevzuatlara rağmen gerekli tedavileri yapılmamış ve en hafifi ile “muhtemel kasıt” ile katledilmiştir. Bu cinayet, bütün ülkenin gözleri önünde gerçekleşmiş, bütün adliye teşkilatının suskun onayı ile vuku bulmuştur. Halbuki Gökçe, şu an görevde bulunanlar dahil, bütün yargı mensupları için titizlikle çalışmış birisidir ve hepsinin üzerinde hakkı vardır ve onun vebali kıyamete kadar hepimizin üzerinde kalacaktır. Dosyasındaki en somut suçlamayı duymak ister misiniz: ‘Son HSYK seçimlerinde oy için ziyaretlerde bulunmak!’..
Bir de, bilinci kapanana kadar tahliye edilmeyen, öleceği anlaşılınca serbest kaldıktan dört gün sonra yaşamını yitiren Yargıtay üyesi Mustafa Erdoğan var! 15 Temmuz Çakma Darbe Girişimi’nin ardından beyin ameliyatı geçirdiği sırada hakkında yakalama kararı çıkartılan, Şubat ayında tutuklanan ve bilinci kapanana kadar tahliye talebi kabul edilmeyen 49 yaşındaki Yargıtay üyesi Mustafa Erdoğan yaşamını yitirdi ve onun kanında bütün o sessiz yığınların, hınçlı siyasilerin, Engerek-on yapılanmasının.. velhasıl hemen herkesin eli var, payı var… Belki en başta da AYM’nin. Ölmeden önce tahliyesi için yapılan başvurusunu da reddetmişti o en yüksek mahkeme! (Halen hücrede olan 2 üyesine sahip çıkamayan yüksek yargının bu icraatını da buraya kaydetmiş olayım.)
SOYKIRIM ADIM ADIM..
17/25 Yolsuzluk Davasından dolayı hırsızlar güruhunun, Ergenekon davalarından dolayı da bir kısım katiller sürüsünün kuyruk acısı ve gözü dönmüşlükle kendilerine alternatif ve de potansiyel tehlike gördükleri bütün hukukçulara hınçla yaklaşmasını -zor da olsa- anlıyorum.. Ama mahkemenin önünden geçmemiş, bahse konu davaların iddianamelerinin bir sayfasından bile haberi olmamış yüzbinlerce insana duydukları soykırıma varan hınçlarını anlamak mümkün değil.
Ergenekon Davası sürecinin sonlarında medyaya bir ses kaydı düşmüştü ve orada bir komutan, “hükümetle anlaştıkları, çıkınca çocuklara bile acımayacaklarını” söylüyordu, ilkel kabilelerde görülen bir kan davası ve soykırım güdüsü ile… Sanırım tam da o süreç yaşanıyor şu ara. Öcüleştirilen, şeytanlaştırılan insanların -50 yıl önceki Hitler Almanya’sında Yahudilere uygulandığı gibi- toplumdan tecrit edilmesi ve yok edilmeye başlanması. Şu an soykırımın 7. Aşamasındayız ve insanlar cezaevlerinde, sokak ortasında tek tek yok ediliyor, tedavisi yaptırılmayarak göstere göstere öldürtülüyor.
400 binden fazla gözaltı olmuş, 60 bin civarında insan halen tutuklu..
İnsan Hakları Derneği’nin “Hapishaneler Komisyonu”nun hazırladığı rapora göre:
Cezaevlerinde şu an itibariyle 401’i ağır, bin 154 hasta tutuklu bulunuyor.
Ve de 45’e yakın hamile tutuklu ve de 700’ün üzerinde bebek var cezaevlerinde..
Dediğim gibi, bu gözü dönmüş suç ortaklarının hışmına ve cinayetine uğramanız için önemli bir makamda bulunmuş olmanız gerekmiyor. Yakın zamanda hasta bir bayan öğretmenin, Halime Gülsu’nun cezaevinde göz göre göre ölmesi bunun en acı örneklerindendi.. Kelimenin tam manasıyla “sistematik olarak öldürülmüştü.”
Mersin’de 20 Şubat’ta Gülen Cemaati soruşturması kapsamında gözaltına alınan ve 67 gün Tarsus Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutuklu bulunan “sistemik lupus eritematozus hastası” Halime Gülsu’nun ilaçlarının verilmemesi nedeniyle yaşamını yitirmesi, vicdan sahibi herkesi sarsmıştı. İngilizce Öğretmeni Halime Gülsu’nun suçu ise sonradan basına yansımıştı: “Çalışmayan ama KHK ile işinden atılan aileler için, evinde içli köfte yapıp satarak bu ailelere destek olmaya çalışmak.”
Bu şekilde sistematik olarak insanlara cezaevlerinde işkenceler yapılıyor, hasta tutuklu ve hükümlüler tedavi ettirilmeyerek öldürülüyor.
Altını çizerek söylüyorum:
İnsanlar göstere göstere öldürülüyor; karakollarda, hapishanelerde.
Ceza Hukuku’nda ”İhmal suretiyle icra suçu” diye bir kavram vardır. Burada muhtemel bir kasıt vardır. O tedaviler yapılmadığında, ilaçları verilmediğinde o hastaların öleceği öngörülür, bilinir. Hastaneye sevk etmesi gerekirken yapılmaması, ihmal suretiyle işlenmiş bir cinayettir. Yargıdaki ve kolluktakilere bu cinayet işleme özgürlüğünü verenler, onları böylesine pervasızlaştıranlar; siyasiler ve iktidardakilerdir… Ve başta onlar mesuldür. Özetle, devlet umumen mesuldür.
Zira devletin aldığı her vatandaş, devletin sorumluluğu altına girmiştir. Emniyet’e alınmış, adliye safhasındaki her vatandaş, tutukevlerindeki, cezaevlerindeki her vatandaş, devletin emanetidir ve onun sorumluluğu altındadır. O vatandaşın kılına zarar gelse devlet umumen baş sorumludur. Bunu sistematikleştirmeye başlarsa da o devlet artık bir “seri katil devlet”tir. Suçu ve suçluyu önlemekle mesul olan devletin kendisi artık baş suçluya dönüşmüştür.
Şu anki operasyonların perde arkasında olduğu söylenen Ergenekon’un/ ETÖ’nün yargılandığı davalar esnasında cezaevinde 2 ölüm gerçekleşmişti. Bir intihar, bir de kanser hastası bir tutuklunun vefatı. O zaman da aynı iktidar baştaydı. Fakat şimdi o iki insanın vefatı üzerinden intikamı yüzlerce ve binlerce masum insandan alınmaktadır. Halbuki o zamanki baştakiler ve ilgili memurlar bellidir. Varsa bir ihmal, onlardan hesap sorulmalıydı.
“Hesap sormak” demişken, şimdi bu kadar yaşanmışlıklar üzerine, “iklim değişse, bahar olsa” ve tekrar görevime dönecek olsam, bana ve arkadaşlarıma bunları yapanlara aynısını yapar mıyım? Asla! Hakimlik kürsüsünü işgal ederken hiçbir zaman edinilmiş aidiyetlerimden hiç birisi ile hareket etmedim, hep hukuk ve kanun çerçevesinde kalmaya çalıştım, şimdi olsa yine aynı şekilde hareket ederdim. İnanıyorum ki benimle birlikte mesleğinden edinen 5 bin civarındaki yargı mensubu da aynı “adil olma” hassasiyetiyle hareket edeceklerdir. İntikam güdüsüyle hareket edenler ise düşmanına dönüşecektir zamanla…
YAZMALI, DİNLEYEN OLMASA DA…
Evet geçen hafta olduğum ve “olmasam ölmeyeceğim, olunca da ölme ihtimalimin olmadığı” ameliyatımda bunlar gözümün önüne gelmişti. Bu kadar mağduru ve maktülü bilince ve gözlerinin önüne gelince, Avrupalı doktora suçluluk duygusu ile, “Size de zahmet verdik, kusura bakmayın” dediğimde anlayamayan doktoru çok iyi anlıyorum. Çünkü o; demoktatik bir ülkede yaşıyor, hep böyle bir ortamda büyümüş, görev yapmış.. Tedavi hakkının en doğal, en insanı temel hak olduğunu biliyor, bunun konuşulmasına bile anlam veremiyor.
Benim geldiğim ülkede ise insanlar; yapılması zorunlu tedavileri, ameliyatları yapılmadığı için her gün birer birer ölüyor. Narkozun etkisinin de arttığı, dilinin peltekleştiği yerde bu doktora neyi, hangi birisini anlatacaksın ki!
Bunları düşünürken gözlerim doldu. Kolumdaki iğneye ilaç vermekle meşgul olan hemşire, benimle göz göze gelince: “Oyy! Pardon, kolunuzu mu acıttım yoksa!?” dedi, kocaman açılmış gözlerle..
Yok, ne münasebet ablacığım, ne acısı/ mevzu senle ilgili değil.. Mesele, çok uzaklara dair. Sen işine devam et… Ben de hastaneden çıktıktan sonra işime bakayım. Elimden tek gelen yazmak, çizmek.. (Bu da bir sıkıntı belki, geçenlerde arayan bir yakınım, “Oralarda yazıp çiziyorsun ama sonra bizi burada çiziyorlar, haberin olsun!” diye dert yanıyordu.)
Elimden tek geleni yapayım herşeye rağmen dedim, yazmama engel olan şu bandajları da çıkarıp.. Ve bir daha diyeyim:
Devlet, seri katile dönüşmekten vaz geçsin, Sise Analar ölmesin,
hasta tutuklular ve hükümlüler serbest kalsınlar, tedavileri yapılabilsin!
Vebal olarak devlete bu kadarı yeter çünkü!
Haşiye: Biliyorum, “Çocuklar ölmesin, analar ağlamasın” diyen Ayşe öğretmenlerin kucağında bebeğiyle hapishanelere tıkıldığı, her bombalama eyleminde yüzlerce öldüren teröristlerin “öfkeli bir kaç genç” denilip serbest bırakıldığı topraklarda bu çağrının arkasında durabilmek güç.. Ama dik durup gülümsemek lazım, çünkü tarih kaydediyor şu an!