Sippenhaft –aile boyu “suç”

Yakub Saygılı'nın tutuklu eşi ev hanımı Esra Filiz Saygılı hapis cezasına çarptırıldı.

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

17/25 Aralık yolsuzluklarını ortaya çıkartan polisler çok uzun süredir – çoğu beş yıl civarı – hapishanedeler. Suçları yolsuzlukları ortaya çıkartmak mıdır? Sivil darbeye teşebbüs mü yoksa? Evet, gülünç gelebilir, özellikle de Türkiye siyasetine yabancı olanlara, biliyorum. Ancak durum tam da bu! Soruşturmaları yapan emniyet görevlileri ne yapsalardı yani?

Suçun kimlere uzandığını fark ettiklerinde, soruşturma dosyasını bir şekilde kapatsalar mıydı? “İşin ucu siyasi iradeye, bakanlara kadar uzanıyor, iyisi mi bu dosyayı sümenaltı edelim” mı demeleri bekleniyordu? Böyle yapsalar bir tür “vatan hizmetinde” mi bulunmuş olacaklardı? İran’dan Türkiye’ye uzanan uluslararası boyutlarda ve inanılmaz büyüklükteki yolsuzluk zinciri yok mu sayılmalıydı?

Aynı şekilde, AKP’ye yakın veya onun beslediği farklı sektörlerden yandaş iş insanları ile dönemin siyasal karar alıcıları, icrai bakanları ve bürokratları arasındaki yasalara ve yönetmeliklere aykırı – norm dışı ve etik dışı – ilişkiler gün yüzüne çıkartılmasa mıydı? Bu tür uluslararası ve ulusal yolsuzlukların örtbas edilmesinde ne gibi bir “milli çıkar” var? Türk basını, medyası ve akademisi bunu yeterince sorgulamadı. Tabi, fosseptik patladığında ve bu kirli, utanılası ilişkiler ağı meydana çıktığında ilk tepkiler olması gerektiği gibi oldu.

Yoğun bir eleştiri bombardımanı baş gösterdi. Para sayma makineleri, ayakkabı kutusundan çıkan dolarlar, çikolata kutularıyla bakanlara gönderilen rüşvetler, Halkbank müdürünün “imam hatip açmak için evinde bulundurduğunu” söylediği yüksek meblağlarda para, haftalarca ana akım medyada ve internette gözler önüne kondu. CHP ve MHP dâhil, muhalefet bu olayın üzerine gitti. Tapeler mecliste dinletildi ve tutanaklara girdi. CHP de MHP de tüm muhalefet stratejisini haklı olarak bu yolsuzlukların üzerine inşa ettiler ve kararlı şekilde hükümete yüklendiler. Sosyal medyada yolsuzlukları net şekilde ifşa eden ve ortaya koyan tapeler – ses kayıtları – viral oldu ve milyonlarca insan tarafından dinlendi.

Hükümet başlangıçta oldukça korkmakla beraber (bunu yine internete düşen telefon görüşmelerine ilişkin ses kayıtlarından anlıyoruz), kısa sürede toparladı ve bir “strateji” oluşturdu. Bu stratejinin temeli, diskur belirlemesi üzerine inşa edilmişti. Derhal bu tapelerin sahte olduğu (teknoloji kullanılarak üretildiği) ve dış-iç düşmanlar tarafından tasarlanan bir hükümeti devirme planı, bir sivil darbe teşebbüsü olduğu ileri sürüldü. Her ne kadar işin başında herkes bu iddialara bıyık altından gülerek hükümete Yüce Divan yolunun göründüğünü düşünse de, zamanla göl maya tutmaya başladı! Erdoğan ve ekibinin yargıyı derin devlet yardımıyla denetime alması, medyada sağlanan büyük kontrol, devletin kolluk güçlerinin bu örtbas girişiminde enstrüman olarak kullanılması ve polis devleti uygulamalarına geçilmesi, diskuru topluma endoktrine etti ve kabul ettirdi. Erdoğan Bayraktar’ın “ne yaptıysam başbakanın (Erdoğan’ın!) talimatıyla yaptım” demesi bile unutuldu. Yargıda ve emniyette devam eden süreç, anayasa çiğnenerek, yasalar ayaklar altına alınarak durduruldu. Ve işini yapan yargıçlar, savcılar ve emniyet görevlileri önce başka yerlere atandı (sürüldü!), böylece dosyaların başına güvenilen ve derinlere-İslamcılara sadık adamlar getirildi ki rahatlıkla her şey örtbas edilsin. Sonra bu sürülen hâkim, savcı ve polisler görevlerinden alındı. Derken hapse atıldı! Hırsıza suçüstü yapan, hırsızı yakalayan, işlenilen suçu kanıtlarıyla ortaya koyan yolsuzluk soruşturmaları apar topar kapatıldı!

Şimdi işin enteresan tarafı şudur. Bu tutuklanan ekibin eşleri de hapistedir an itibarıyla. Evet, yanlış duymadınız! Çoğu en kadını olan, yani devlette ya da özel sektörde çalışmayan, bu kadınlar, salt eşleri eşek arısı kovanına çomak soktu diye hapse atılmışlardır. İbret olsun, bir daha kimse onlarla uğraşmaya cesaret edemesin, rahatlıkla üçkâğıt ve abrakadabra ilişkilerini devam ettirebilsinler diye, bir tür mostralık oluşturdu “devlet”. Biliyorum, bu dehşetengiz uygulamanın yanına devlet ibaresini koymak olanaksız. Fakat bu yaşanan vodvil, bu fars, bu komedya tam da buna işaret etmekte esasen. Ortada devlet yok. Ve bir gün tarihçiler bugünlerde yaşanan çöküş dönemini yazarlarken, “her şey 17 Aralık’ta başladı” diye yazacaklar, kuşkusuz.

Daha önce Hitler dönemi Almanya’sında yaşanan “Sippenhaft” uygulamasına değinmiştim. Hatırlatayım. Suçun şahsiliği ilkesi, devleti geçtik, hukukun ana ilkesidir. Mezopotamya’da ilk uygarlıklar doğduğunda, Hammurabi kanunları olarak bildiğimiz uygulamalarla beraber, bu ilke yerleşmiş, modern hukuk da dâhil evrensel insanlığın hukuk birikiminin merkezini oluşturmuştur. Yani babanın işlediği suçtan dolayı oğlu, eşin işlediği suçtan dolayı diğer eş cezalandırılamaz. Hitler Almanya’sında bu ilke ihlal edilerek, aile boyu fişlemeler ve cezalandırmalar yapıldı. Buna “Sippenhaft” dediler. Sippe kökü Alman dilinde sülale anlamına geliyor. Yani sülaleden birinin devletin hedefinde olması, diğer bireylerin de hedef haline gelmesine yetiyor. Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde de benzer uygulamalar yapıldı. Çalışma kampına gönderilenlerin birçoğu babalarının veya annelerinin devletin hedefi olmasından dolayı onlarla aynı kaderi paylaştı ve Sibirya’daki çalışma kamplarında feci koşullarda ya hayatlarını kaybettiler, ya da yıllarını. Özellikle diktatörleşme yolunda olan rejimlerde karşımıza çıkan çok aşırı bir uygulamadır bu. Türkiye’de de uygulanmadı değil daha önceden. Mesela Dersim olayları esnasında, ayaklanmaya katıldığı iddia edilen insanların aileleri de batı Türkiye’ye sürüldüler. Bazılarıysa doğrudan katledildiler. Aynı şekilde Ermeni soykırımı esnasında 1915’te Rus ordusuyla işbirliği yaptığı ve “bölücü” Ermeni çetelerine dâhil olduğu iddia edilen insanların aileleri de takibata alındı. Sonrasında “sorunu kökünden çözmek için(!)” tüm Ermeniler önce zorunlu göçe tabi tutuldu, yolda kitleler halinde öldüler. Bunlar hep suçun şahsiliği ilkesinin uygulanmaması nedeniyle gerçekleştirilen, kasıtlı uygulamalar, mostralık yaratma girişimleridir. Suçlanan insanların suç işleyip işlemedikleri de ayrı bir tartışma konusudur. Çünkü normalde kanunlarla belirtilmemiş suç olmaz.

Yargıçlar, savcılar ve polisler, haydi anladık, suça batmış bir harami çetesinin kirli işlerini ifşa ettiler, onların suçlarını deşifre ettiler, kovuşturdular. Tabi onlara bir cephe alındı, saf dışı edildiler. Kanunsuzdur yapılan elbette ve dürüst bir vatandaş tarafından bunun savunulması düşünülemez. Fakat kendisini ne olursa olsun kurtarmak isteyen siyasetçilerin ve bürokratların bu işi örtbas etmedeki yüksek motivasyonları anlaşılabilir. Hatta derin devletle (yargıda daha etkin bir güç odağıyla) anlaşmaları, ahlaksızca olduğu kadar rasyoneldir. Fakat ya bu soruşturmaları yürütenlerin eşlerini takibata almak ve hapse atmak?

Bu yapılan, esasında çürümüşlüğün boyutunu ortaya koyuyor. Sippenhaft uygulamasıyla, intikam alınıyor, mostralığın dozu arttırılıyor, topluma mesaj veriliyor. “Biz her şeyi yaparız, her şeye kadiriz çünkü!” deniyor. “Devlet biziz, ayağınızı denk alın!” mesajı verilmekte. Bazı kuramcılar devletle organize suç örgütlerini kıyaslar. Cidden arada büyük paralellikler vardır. Fakat ince bir çizgi, devletle mafyatik örgütleri birbirinden ayırır. O çizgi, hukukun üstünlüğüdür. Yani, devleti yönetenler de devletin hukukuna tabidir. Türkiye’de an itibarıyla devletin yönetici kadrosu, hukukun kapsama alanı dışındadır. Kendilerini hukukun dışına çıkaran, hukukun etki alanının dışında koruma zırhı oluşturan bir konum yarattılar. Bu konumun şifresi, diskurdur. Önce iç düşman ürettiler. Tabi ki fabrikasyon bir üretim, sahte, var olmayan bir düşman, bir imajdır. “Paralel devlet” var dediler. Güldü herkes önce de, sonra mesela CHP’ye – farklı Saiklerle – hoş geldi bu kavram. “Yesinler birbirlerini” düz mantığıyla, Pandoranın kutusunu açtılar. Hukukun ruhu yitti. Geriye, yürütmenin emrinde olan bir enstrüman kaldı. “Yargı siyasetin köpeğidir” demesi bundandır Perinçek’in. Böylece bugünkü zulmün de kapısını araladılar. Ve baktılar oluyor, biraz daha, biraz daha, sonra biraz daha ilerlettiler, böylelikle sistemi konsolide ettiler, yerleştirdiler. İşte, göle böyle maya tuttu. Olmazı başardılar. 15 Temmuz’da sivil darbeyi bir üst aşamaya taşıdılar. İşbirliği yaptıkları karanlık odaklar, TSK’yı bir operasyonla ele geçirdi. Böylece Türkiye denen devletin kurucu unsuru olan orduyu tek başlarına kontrollerine aldı.

Hukukun katledilmiş olması, 510.000 insanın gözaltı veya tutuklama geçirmiş olması, 180.000 civarı devlet memurunun KHK ile işinden atılması, 7.000’in üzerinde akademisyenin yine KHK ile üniversitelerden ihraç edilmesi devlette büyük bir tasfiyeye kanıttır. Ama ya bu insanların ailelerinin Sippenhaft kapsamında takibata alınması? Bu asıl büyük dramdır. Tıpkı 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonunda görev alan polisler veya bunun sonucunda açılan yargı sürecinde hasbelkader görev yapan yargıç ve savcıların aileleri gibi, diğer takibat mağduru büyük kitle de Sippenhaft uygulamasına tabi tutulmaktadır. Erdoğan ve yakın çevresiyle partisinin bu uygulamayı eleştirmesini bekleyemeyiz elbette de, ya muhalefet? Muhalefet derken bile elim geri-geri gidiyor bu nedenle! Çünkü muhalefet, tıpkı rejimin diskurunu (dilini) kabul ettiği gibi, hukukun Sippenhaft üzerinden katledilişini de görmezden geliyor. Bunun kasıtlı bir tutum olduğu açıktır. Milletvekili olmuş insanlar, kanun yapma salahiyetini haizdir. Dolayısıyla bu vekillerin anayasanın nasıl feci şekilde ihlal edildiğini göremediklerini varsaymak akla uygun olmaz. CHP de İYİ Parti de, MHP de, HDP de bal gibi biliyorlar hukukun katledildiğini. İşlerine gelince, mesela İstanbul’daki Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinin gasp edilmesi girişiminde hukuk talep ediyorlar. Ama tutuklu polis eşleri için hukuk talep etmek işlerine gelmiyor! Aradaki bağlantıyı kuramadıklarını mı sanıyorsunuz? Burada kasıt vardır. Sippenhaft kabul edilecek, ama seçimlerde dürüstlük arayacaksınız ha?

Herkes aptal, bir siz zekisiniz öyle mi? Herkesin hakkı yenebilir, bir sizin hakkınız haktır ha? Sizin amacınız hukuk devletinin yeniden tesisi değil. Öyle olsa, en temel anayasal hak olan, hatta medeniyetin temeli diyebileceğimiz, “suçun şahsiliği ilkesini” savunurdunuz en azından! Yani üzerine suç yıkılan, inşa edilmiş saçma sapan suçlarla hapse tıkılanların haklarını savunmasanız bile, en azından onların eşlerinin, çocuklarının, anne-babalarının hukukunu savunurdunuz! Ve ey Türkiye toplumu! Siz de susuyorsunuz. Oysa sizler de biliyorsunuz olanları! O halde yakınmayacaksınız! Ağlamayacaksınız! Şikâyet etmeyeceksiniz! Kabulleneceksiniz! Çünkü bu rejimin normali budur. Bir karar vermeniz gerekiyor. Adalet mülkün (devletin) temelidir. Adalet yoksa devlet de yok!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin