Rusya’nın üçüncü Türkiye stratejisi

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

15 Temmuz kontrollü darbesi sonucunda Rusya yörüngesine girme tercihinde bulunan ve böylelikle Türkiye’yi Rus uydusu haline getirme yolunda önemli ilerlemeler gösteren rejim, S-400’lerin konuşlandırılmasının ardından artık ABD tarafından uygulanacak yaptırımlara odaklandı. Wahington’ın bu hafta içerisinde yaptırım kararını açıklaması bekleniyor. Ekonomi alanında Türk lirasının ciddi oranda değer kaybetmesi gibi anlık reaksiyonların dışında, kısa ve orta vadeli borç geri ödemelerinde ciddi sorunlar ortaya çıkması bekleniyor.

ABD yaptırımları esasında rejimin Batı kulübünden çıkışına elverişli bir gerekçe hazırlayacak ve zaten kronik ekonomik sorunlara bir dış sebep üretecek. Erdoğan ve onula beraber işbirliği halinde olan MHP koalisyonun görünen kısmı; görünmeyen kısmında ise Rusya muhipleri Avrasyacılar, ulusalcılar, Ergenekoncular gibi, vesayetçi bir kesim, Batı liginden ilelebet uzaklaşmayı, kendi kısa vadeli çıkarları için uygun görüyor. Uzun vadede ülkede olabilecek olumsuzluklar konusunda “sabah ola hayrola!” mantığı ile hareket ediyorlar. Elbette bu durumdan en fazla memnun olan aktör Rusya!

Rusya cephesinden bakıldığında, Ankara’nın Batı ittifakından kopartılması ve Rusya’nın yörüngesinde olan bir uydu devlete dönüştürülmesi, son 200 yıllık en ciddi jeopolitik kazanımdır kuşkusuz! Ruslar ABD ve NATO’nun Soğuk Savaş sonrasında tek kutuplu bir dünyada jeopolitik, jeostratejik, askeri, bilimsel ve teknolojik olarak da, yaşam standartları ve bireysel gelişmişlik endeksi verilerine göre de kendisi ve müttefiklerinden ışık yılı ileride olmasından çok rahatsızdı. 1991 yılına yaklaşırken Francis Fukuyama özgürlükçü demokrasinin zaferini müjdelerken, demokratik olmayan devletlerin demokratikleşeceğini ve böylelikle demokratik barış kuramına göre, demokratik olmayan güçlerle demokrasilerin arasındaki çatışma potansiyelinin azalacağını öngören “tarihin sonu” tezini ortaya attı. Samuel P. Huntington ise “uygarlıklar çatışması” tezi çerçevesinde “Batı ve diğerleri” yaklaşımını ön plana çıkartarak, yeni dönemde Batı karşısında yer alacak güçleri kültürler veya medeniyetler ekseninde ele aldı. Ne var ki, hem Fukuyama hem Huntington, yeni güç mücadelesindeki jeopolitik ve jeokültürel sentez ekseninde oluşacak yeni Soğuk Savaş’ı es öngöremedi.

Bugünün küresel ilişkilerini ben İkinci Soğuk Savaş olarak görüyorum. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı ve Birinci Soğuk Savaş (1945-1991) dönemlerinde olduğu gibi, mücadele alanında iki ana eksen veya devletler topluluğu var. Birinci grup Rus Avrasyacıları’nın Atlantik kanadı dediği ABD ve NATO ile onlarla yakın ittifak ilişkisi içinde olan üçüncü ülkelerden oluşmakta. İkinci grup ise aslında Huntington’ın adını doğru koyduğu şekliyle “diğerleri”. Bu diğerleri kulübü, insan haklarını ve demokrasiyi kendi halklarına çok gören otoriter ülkeler aslında. Başını Rusya ve Çin’in çektiği bu grup, insani gelişmişlik ve kişi başına düşen refah paydası bakımından Batı’dan fersah-fersah uzak da olsa, askeri güç bakımından Batı için ciddi bir tehdit oluşturan, nükleer kulüp üyesi, BM Güvenlik Konseyi’nde yer alan büyük ülkeler. Her ikisi de Komünist-merkezi planlamacı ekonomilerden piyasa ekonomisine evrilen bu iki ülke, Batı’daki piyasa ekonomisinin olmazsa olmazı olan insan hakları ve demokrasi konusunu ülkelerine adapte etmek istemiyorlar. Çünkü hem Rusya hem Çin, geniş yüzölçümleri içinde kalan onlarca etnik grubu ancak otoriter ve baskıcı bir sistem içinde bir arada tutabilmeyi başarıyor. Rusya’nın 1991 sonrası görece Batı normlarını benimseme eğilimi, Çeçen başkaldırısıyla sonuçlandı. Çin’de Tibet ve Uygur etnik grupları hâlihazırda bile Çin yönetiminin kâbusu durumunda. En ufak bir özgürlük kıvılcımı, bu barut fıçılarını patlatabilir. Rusya’da tüm Kafkas halkları, Tatarlar, Başkurtlar, Avrasya steplerindeki irili ufaklı onlarca başka etnik grup, liberalleşen ve demokratikleşen bir Rusya boyunduruğu altında yaşamak istemeyeceklerdir. Çünkü gerek Çarlık döneminde, gerekse de Sovyet iktidarında Rusya topraklarındaki etnik topluluklar asimilasyon politikalarıyla soykırım arasında gidip geldiler. Mesela Kırım Tatarları, tümüyle yerlerinden yurtlarından kopartıldılar. Ahıska Türkleri, Dağıstanlılar, Çeçenler, Saha Yakutları, Başkurtlar, Volga Tatarları, aklınıza gelebilecek diğer onlarca etnisite, ezici dil politikalarıyla Ruslaştırıldı. Bu toplulukları sistem içinde tutmak için ciddi bir otoriter rejim uygulamak gerekiyor. Çin de Mao’nun “Kültür Devrimi” adını verdiği katliam politikaları çerçevesinde Han Çinlilerinin kültürünü diğer etnik gruplara endoktrine etti. Bunun devamını halen 2019 yılında Uygurların toplama kamplarında asimilasyona tabi tutulmalarında gözlemlemiyor muyuz? Tüm bunların olmasının tek bir koşulu var: insan hak ve özgürlüklerini mümkün olduğunca kısıtlamak, demokratik süreçlerin önüne geçmek. Küresel piyasalarda oyuncu olmak, ama pazar ekonomisinin olmazsa olmazı olan mülkiyet hakkı ve diğer temel insan haklarını merkezi otoriter rejimlerin insafsına terk etmek! Otoriter rejimler bu sayede hem küresel ilişkilerde meşruiyet devşiriyor, hem de var olan çürümüş yapıların devamını sağlıyor. Diğer bir ifadeyle, rejimler kendilerini yeniden üretiyor.

Ne halleri varsa görsünler deyip geçemezsiniz; çünkü bu rejimler küresel jeostratejik mücadelede ABD ve diğer Batılı demokrasilerin diğer kutbunu oluşturuyor. Şimdi bazıları beni ABD ve Batı hayranlığıyla suçlayacaklardır. Hemen yanıtımı ortaya koyayım ve yanlış anlaşılmaların önüne geçeyim: Batılı demokratik ülkeler de hata yapar. Özellikle dış politikalarına baktığınızda küresel rekabette onların da kendi çıkarları yönünde hareket ettiklerini görürsünüz. Fakat bu durum küresel düzenin koşullarından kaynaklanıyor. Batılı ülkeler kendi içlerinde uyguladıkları hukuk devleti ve vatandaşlarına sağladıkları bağımsız yargı mekanizmalarıyla, insanların devlet karşısında kendilerini en fazla garanti altında hissedebildikleri yönetim biçimleridir. Her türlü olumsuzluğa karşın, Rusya ve Çin gibi aktörlerin vatandaşlarıyla kıyaslanmayacak oranda hak-hukuk olan Batılı demokrasiler, elbette küresel mücadelede üçüncü ülkelerle olan ilişkilerinde tümüyle kendi çıkarları için mücadele ediyor. Yine de Batı kulübünün kurumları, mesela NATO, her şeye karşın uluslararası hukukun en fazla uygulanma alanı bulduğu, üye devletlerin kendi sınır güvenliklerini en sağlam biçimde sağlayabildikleri platformlardır. Öte yandan Rusya örneğine bakarsanız, Gürcistan ve Ukrayna örneklerinde Moskova nezdinde üçüncü ülkelere nasıl muamele yapıldığını daha iyi görebilirsiniz. Rusya bugün Ukrayna’nın ciddi oranda toprağını işgal etmiş durumda. Gürcistan’da da Gürcü toprağı olan Güney Osetya’nın bağımsızlığını bahanesiyle bölgeyi işgal etmiştir. Hâlbuki derdi asla Güney Osetya’yı bağımsız yapmak değildir. Zaten Rusya dışında Güney Osetya’nın bağımsızlığını hiçbir ülke tanımıyor. Kaldı ki, Rusya topraklarında olan Kuzey Osetya için Moskova ne bağımsızlık düşünüyor, ne de bu bölgenin Güney Osetya ile birleştirilerek müstakil bir devlet olmasını istiyor! Yani Gürcistan’daki Osetya bağımsız olacak ve Gürcistan’dan kopacak, ama Rusya’daki Osetya Rusya boyunduruğunda var olacak! Bugün Rusya ve Çin, küreselleşme ve demokratikleşme akımlarından kendilerini korumak için Batı ile kıyasıya bir mücadele içindedir.

Gelelim bizim bağlamımıza: Türk bağımsız devletlerinin (Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti) son üç yüz yıllık tarihi içindeki en tehlikeli ve birincil düşmanı Rusya’dır. Bu tümüyle bir jeopolitik ve çıkar mücadelesidir. Karadeniz bir Osmanlı gölüyken Rus genişlemesinin devamlı olarak Osmanlı sınırları aleyhine gerçekleşmesi, bir coğrafi kaderdi. Osmanlı’lar Rus tehlikesini bertaraf edebilmek amacıyla daima Batılı bir veya birkaç devletin desteğine ihtiyaç duydular. Böylelikle Rusya ile aralarında artan asimetrik gücü dengelemeye çalıştılar. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı bayrağı çeken Alman zırhlıları Karadeniz’de tesadüfen Rus limanlarını bombalamadı! Bu askeri operasyonun hedefi – her ne kadar çılgınca da olsa! – Rusya’ydı. Ruslar Kafkas cephesinde Osmanlı ordularını durdurdu ve Doğu Anadolu’yu işgal etti. 1917’de Ekim Devrimi olmasaydı eğer, Osmanlı 1920’lere kalmadan Ruslar tarafından yutulmuş olacaktı. Bu durumda ne Kurtuluş Savaşı yapılabilecek, ne de Cumhuriyet kurulacaktı. Belki en iyi ihtimalle Türkiye Sovyet Respublikası olacak, 1991’den sonra Azerbaycan gibi bağımsızlığımızı elde edecektik. İkinci Dünya Savaşı’nda da benzer bir kader ağlarını örüyordu. Her ne kadar Türkiye büyük savaşta tarafsız kalmayı da seçmiş olsa, savaş sonrasında Sovyetler Birliği Türk-Sovyet dostluk antlaşmasını uzatmadı ve Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı talep etti, ayrıca Çanakkale ve İstanbul Boğazları ile Marmara iç denizinde Rus askeri üsleri talep etti. Türkiye bu taleplere ancak ABD ile yakınlaşarak karşı koyabildi. Eğer bu dönemde ABD tarafından Marshall Yardımı ve Truman Doktrini’ne dâhil edilmeseydi, Rusya muhtemelen Doğu Avrupa’da yaptığı gibi Türkiye’nin bir bölümünü ve Boğazlar mıntıkasını işgal edecekti.

Bugün yaşanan durum, Rusya’nın üçüncü stratejisidir. Ruslar iki stratejiyle, iki farklı tarihsel dönemde Türk topraklarına yöneldiler. Türkler 1917’de Rusların kendi iç karışıklıkları nedeniyle (1. Strateji), 1945’te uluslararası konjonktürde ABD’nin Türkiye jeopolitiğini önemsemiş olmasından dolayı Türkiye’nin toprak bütünlüğünü garanti etmesi sayesinde (2. Strateji) Rus uydusu olmaktan kurtuldu. Yani iki Rus stratejisi boşa çıktı.

Bugün yaşanan üçüncü stratejide bu kez Türkiye kendi içerisinde yaşadıkları bölünme ve parçalanma nedeniyle, bir grup basiretsiz ve kifayetsiz yöneticinin “cebren ve hile ile” ülkeyi darmadağın etmelerinden ötürü Rusya yörüngesine girdi. 15 Temmuz S-400’lere giden yolu açtı. Türkiye 15 Temmuz sonrasındaki iç politika konstellasyonu çerçevesinde Rusya yörüngesine girmeye başladı. Herkes S-400’lerin yurt savunması için sıfır işleve sahip olduğunu biliyor! S-400’lerin işlevi, Türkiye’nin Kremlin yörüngesindeki pozisyonunu sürekli kılmak, Türkiye’nin bir Rus uydusu haline gelmesi doğrultusundaki son 100 metreyi kazasız-belasız atlatmaktır. Bu ihanet sürecinde iktidar kadar muhalefet de ciddi vebal altında kalacak, tarih önünde gelecek kuşaklara hesap veremeyeceklerdir!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin