Fetret dönemi ve ikinci diriliş (1)

YORUM | Prof. Dr. OSMAN ŞAHİN

Sünûhât Risalesi’nde, hakikatli bir rüyada, âlem-i İslâm’ın mukadderatını meşveret eden ruhanî bir meclis tarafından bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları “Bu Alman mağlûbiyetiyle neticelenen bu harpte Osmanlı Devleti’nin mağlubiyetinin hikmeti nedir?” suâline karşı verdiği cevabı şöyledir: “Eğer galip olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla âlem-i İslâm, hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki-i mübârekeye, Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnâyet-i ilâhiyeyle onların muhafazası için kader mağlûbiyetimize fetva verdi.”

Kastamonu Lahikası’nda ise, Osmanlı Devleti neden savaşa tarafsız kalmak veya galip tarafın safında yer almak suretiyle kayıplarını telafi edebilme imkanına sahip iken, neden böyle bir yol görülemedi ve zararlı olan yol tercih edildiğine dair bir suale, manevi bir taraftan şu şekilde cavap verildiğini söylerler: “Sen, yirmi sene evvel mânevî suâle verdiğin cevap, senin bu suâline aynı cevaptır. Yani, eğer galip tarafı iltizam edilseydi, yine mimsiz medeniyet namına gâlibâne mümanaat görmeyecek bir tarzda, bu rejimi âlem-i İslâm’a, mevâki-i mübârekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüzelli milyon İslâm’ın selâmeti için bu zâhir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler.”

Osmanlı siyasileri artık istikameti muhafaza edemedikleri için, kader-i ilahi, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına fetva vermiştir. Eğer galip olunsa ve hilafet devam etseydi, İslam alemine yanlış bir İslam ve medeniyet anlayışı, bu devlet idarecileri tarafından kolaylıkla transfer edilerek tatbik edilecekti. Son bir kaç asır içerisinde dünya genelinde çok farklı fikri akımlar ortaya çıkmış ve bu fikirler insanlar üzerinde çok etkili olmuşlardır. İslam ise bütün safvetiyle artık yeryüzünde temsil edilememektedir. Müslüman ilim adamları da gelişen bu fikri akımların etkisinden kurtulamamışlardır. İslami toplumların duygu ve düşünce dünyalarında çok ciddi tahribatlar meydana gelmiştir.

İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’anın tamiri…

O günkü şartlar altında bu fikri  ve içtimai yapıdaki arızaların tamiri, İslam’ın birey ve toplum hayatında tekrar ikamesi mümkün gözükmüyordu. Toplumdaki ferdler çok yaralıydı ve yapılacak küçük ameliyatlarla tedavi edilemezlerdi. Çok daha çaplı bir tedaviye ihtiyaç vardı. Üstad hazretleri şu sözleri ile buna işaret etmektedirler: “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor; ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen  müfsit âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umûmî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun, bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur’ân’ın i’caziyle o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve îmanın ilaçları ile tedavî etmeye çalışıyor.”


Mehmet Akif’in on dört asır öncesi fetret dönemini anlatan “Bir Gece” şiirinde ve diğer şiirlerinde ifade ettikleri gibi karanlıkların karanlıkları takip ettiği ve ümitlerin sönmeye yüz tuttuğu bir döneme girilmişti. Mana alemlerinde asır “felaket ve helaket asrı” olarak ifade ediliyordu.


Bin seneden beri birikerek gelen, müfsit âletler ile dehşetli yaralanan kalb-i umûmî, efkâr-ı âmme ve vicdan-ı umumînin tamiri için herşeyden önce zeminin ona hazır hale gelmesi, zihinlerin inanç ile ilgili yanlış anlayış ve telakilerden temizlenmesi gerekiyordu. Bunun gerçekleşmesi için de İslam gelmeden önce yaşanan fetret dönemine benzer bir dönemin yaşanmasına ihtiyaç vardı.

Felaketler ve yıkılmaların hikmetleri…

Kader-i İlahi’nin, yaşanmış olan o felaketlere ve yıkılmalara izin vermesinin hikmetlerinden birisi olarak,  yirminci asırda bütün İslam aleminde, böyle bir yenilenmenin meydana gelebilmesi için gerekli şartları hazırlaması da düşünülebilir. Osmanlı Devleti yıkılmış, hilafet müessesisi ortadan kaldırılmış ve İslam ülkeleri ekseriyeti itibarıyla esaret altına girmişlerdir. Esaret altında olmayan devletler ise seküler hale gelerek tamamen batılı bir mahiyet almışlardır. Bu yıkılışların önünü almak için sarfedilen gayretler neticesiz kalmış ve buna engel olunamamıştır. Sonuç itibarıyla birinci dünya savaşından sonra bütün dünyada, İslam adına bir fetret dönemine girilmiştir. Mehmet Akif’in on dört asır öncesi fetret dönemini anlatan “Bir Gece” şiirinde ve diğer şiirlerinde ifade ettikleri gibi karanlıkların karanlıkları takip ettiği ve ümitlerin sönmeye yüz tuttuğu bir döneme girilmişti. Mana alemlerinde asır “felaket ve helaket asrı” olarak ifade ediliyordu.

Asr-ı Saaddet’te yaşandığı gibi, bu fetret ortamında İslam yeni baştan neşvü nema bulacaktı. Tekrardan Cenab-ı Hak Kudreti ile İslamı sıfırdan ikame edecekti. Kıyametten önce dünya bir kere daha böyle bir dirilişe şahitlik edecekti. Allah Resul’unun (sav) “kardeşlerime selam olsun” muştusuna mazhariyeti netice verecek yeni bir kutlular dönemi başlayacaktı. İlk dirilişin kahramanları, O’nun (sav) arkadaşları olarak vasıflanmış iken, ikinci dirilişin kahramanları, O’nun (sav) ahir zamanda gelecek kardeşleri olarak yerlerini alacaklardı.  İslam ilk geldiği andan bugüne kadar hiç bir zaman bu şekilde bir fetret dönemi yaşamamıştı. İki fetret dönemi birbirine çok benzemektedir. Buradan yaşanacak hadiselerin de benzer şekilde olacağı, aynı şekilde meşakkatli olacağı ve ashab efendilerimiz (r.anhüm) ne yaşamışlarsa, günümüz hakikat erlerinin de aynı şeyleri yaşayacakları anlaşılabilirdi.

İkinci diriliş adına ortaya çıkan akımlar…

Bu oluşan yeni ortamda, İslam’ın tekrar ikamesi adına günümüze kadar devam eden çalışmaları iki ana akım altında toparlayabiliriz.

Birinci Akım: Hala Osmanlı’da olduğu gibi, bir İslam Devleti kurmaya çalışan ve siyasi yoldan hedefine ulaşmaya çalışan siyasal İslamcılar. Kitleleri hareket geçirerek kolayca hedeflerine ulaşabileceklerini düşünenler de diyebiliriz.  Tarihden gelen İslami kimlikleri uyandırarak , toplumu bilinçlendirebileceklerini, devleti ele geçirince de tepeden aşağıya insanları müslümanlaştırabileceklerini ve bu şekilde İslam’ı ikame edebileceklerini iddia eden anlayış. Bu yol daha kolaydı, muvaffak olunduğunda ise mensuplarına dünyevi bir takım imkanlar vaad etmekteydi. Maalesef toplum yapısı ve bireyler böyle bir hedefi gerçekleştirebilecek bir kıvama sahip olmadıkları için, bu çalışmalar tam hedefine ulaşamamış, hayal kırıklıkları yaşanmış ve insanların ümitleri kırılmıştır. Dünya’daki güç dengelerinin olumsuzluğu da ortaya çıkan zararların şiddetini arttırıcı olmuştur. Bu konuyu daha önceki iki yazıda ele almıştık (“Doğu’da yaşanan problemler ve yanlış batı kıyası” ve “İslam devlet eliyle mi temsil edilmeli?” yazıları).

İkinci Akım: Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ile temsil edilen, İslam’ın tekrar ikamesi adına, küllî bir tahribatı ve değil sadece İslâmiyetin, diğer dinlerin de ihtiyaç duyduğu problemlerin çözümü için,  öncelikle bozulan kalb-i umûmî, efkâr-ı âmme ve vicdan-ı umumînin tamirine ihtiyaç olduğu ve bunun için de her şeyden önce iman problemlerinin çözümüne yoğunlaşmak gerektiğini ifade eden akımdır. Bu çok zor ve meşakkatli olan bir yoldu. Mensuplarına da dünya adına bir şey vaad etmediği gibi, tam tersine sahabe efendilerimizin (r.anhüm) yaşadıkları gibi çile ve sıkıntılar onları bekliyordu.


Kur’an’ın etrafındaki surların yıkılmasından, Osmanlı Devletinin yıkılacağı ve artık Kur’an hakikatlerinin bir devlet eliyle müdafaasına ve temsiline bundan sonra ihtiyaç duyulmayacağı anlamı da çıkarılabilir.


Bediüzzaman Hazretleri, bu asırda devlet eliyle böyle bir dirilişin gerçekleştirilemeyeceğini,  bir manevi müşahedesini anlatırken açıklamaktadır. Üstad Hazretleri Birinci Dünya Savaşından önce bir vâkıâ-ı sâdıkada Ararat denilen Ağrı Dağının infilak ettiğini ve mühim bir zatın ona “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et.” diye emrettiğinden bahsederler. Bu müşahedeyi, büyük bir infilak ve inkılâp olacağı ve Kur’an’ın etrafındaki surların kırılacağı, Kur’an’ın kendi kendini müdafaa edeceği ve kendisinin, Kur’an’ın i’câzının izharına namzet olacağı şeklinde tevil ederler.

Kur’an’ın etrafındaki surların yıkılmasından, Osmanlı Devletinin yıkılacağı ve artık Kur’an hakikatlerinin bir devlet eliyle müdafaasına ve temsiline bundan sonra ihtiyaç duyulmayacağı anlamı da çıkarılabilir. Son asırda meydana gelen önemli inkılâplardan sonra tebliğ ve temsil metodu da değişmeliydi.  “Medenilere galebe ikna iledir” ile prensip haline gelen, bireylere tek tek İslam’ın anlatılmasına ve temsiline ihtiyaç vardı. Maddi güç ve kuvvetle, devlet baskısıyla değil, Kur’an’ın manevi olan elmas kılıcıyla kalplerin fethedilmesi gerekiyordu.

Bir sonraki yazıda ikinci akım ile devam edelim inşaAllah….

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Prof ünvanını hangi alanda aldınız? belirtmeden kullanıyorsunuz.
    Birinci dünya savaşından sonra islam ülkelerinin hepsinde cumhuriyet rejimi tarzı rejimler kurulmuştur. Araplar için bu böyle olmamışsa da vahabilerin kurduğu rejim cumhuriyetten 100 kat kötüdür. zaten aynı durumu siz de belirtmişsiniz, Nursi’yi yazınızda çürütmüşsünüz

  2. Elinize saglik Osman bey. Yazdiklarinizi bir solukta okumadim. Uzerine teker teker dusunmek icab etti. Yazdiklarinizi butunuyle teyid ederim.
    Ustad Bediuzzaman’da nesl’i-atiye nida ettigi gibi, “Umitvar olunuz! Su istikbal inkilabati icinde en yuksek gur sada Islam’in sadasi olacaktir!”
    Ustad dogru demistir. Sabik zamandaki izm’lerin tek tek cokmesinden sonra izm’siz bu asirda uzerine en cok konusulan Islam olmustur. Komplocular olmasa Islam butun kalplere coktan yol bulurdu. InsaAllah komplocularin komplolari kendilerine doner ve Islam, piru pak sualariyla, karartilmis kalpleri tenvir edici isik olur.

  3. Hocaefendi çok eski bir soru cevap kasedinde, önceleri kutsal topraklara Vahhabilerin hakim olmasının hikmetini sorguladığını, ama sonra ülkemizdeki “türbe” aşırılıklarını ve abartılı “batıl” davranışları gördükçe Mekke ve Medine’de bu tarz şirke varan şeylerin olmamasının önünde bir engel olarak tam aksi sert tutumlu bir mezhebin şimdilik oraya hakim olmasının önemini kavradığını söylemişti.

    Vahhabilerin şirk hassasiyetindeki aşırılıklar ile bizdeki şirk hassasiyetsizliğinden doğan aşırılıklar kıyaslanırsa biri ifrat diğeri tefrit olarak duruyor, yani aslında dengeleniyor.

    Doğrusu, iki tutum da yanlış, orta yol bulunmalı. Ancak ortası bulunana kadar örneğin bizim Rasulallah (sav) efendimizin kabrine hadim olmamamız sayesinde o mübarek belde mum dikilmekten, para atılmaktan, çaput bağlanmaktan, türlü şaklabanlıklar yapılmaktan muhafaza oluyor. Tabi bu arada, şirk diyerek konulan yasaklar yüzünden neredeyse bir tek sahabe mezarı kalmayacak şekilde her yer dümdüz edilip, geçmişlerine bir Fatiha okuman bile engellenmeye çalışılıyor o da işin ayrı bir yönü…

    Biz muska, şifalı bilmem ne, peygamber gördüren terlik, yakmayan kefen pazarlayıp önüne geleni Mehdi falan ilan ederken, Vahhabiler de şirk olur diye normal şeyleri bile günah görme hassasiyetiyle set çekiyor…

    Kaderin cilvesi, iki aşırı tarafı dengeleyecektir… İnşaallah

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin