Mevcut rejim bakımından Anayasa Mahkemesi’nin Alpay ve Altan kararları

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Anayasa Mahkemesi’nin sevgili Şahin Alpay ve Mehmet Altan ile ilgili kararı çok memnuniyet vericidir. Ancak aynı kararlar Türk demokrasisi ve anayasal düzenin yeniden tesis edilmesi açısından umut verici midir, bu yazıda ele alınacak konu budur. Yine fazla akademik olmak ya da yazının kötümser olması gibi potansiyel eleştirileri göze alarak, bu konuyu analiz etmek istiyorum.

Bu sorunun yanıtı, siyaset bilimi disiplininin rejim tasniflerine ilişkin yaklaşımları dışında anlaşılamaz ve izah edilemez. Bu nedenle ister istemez gazetecilik üslubunun sınırlarını zorlayarak ve bilimsel üslubun ağdalı dilini en aza indirgemeye gayret ederek bu konuyu ele almayı denemeliyim kanısındayım.

TÜRKİYE’DEKİ REJİMİN NİTELİĞİ

Türkiye ile ilgili yapılan rejim tartışmalarında üzerinde anlaşılan noktalardan biri, Türkiye’nin işleyen bir demokrasi olmadığı. Üzerinde anlaşılamayan nokta ise, Türkiye ne oranda hala demokratik kurumlara sahip ve bu bağlamda kısmi demokrasi olarak kabul edilebilir ya da kabul edilemez – bu hususta iki farklı eğilim var. Temelde seçimlerin olması ama demokrasinin diğer boyutu olan anayasallık, insan hak ve özgürlükleri, hesap verebilirlik, denetlenebilirlik, güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, azınlık hakları vs. gibi konularda sorunların bulunması nedeniyle liberal demokrasi olarak kabul edilmeyen sistemleri tasnif etmek gerekiyor. Çünkü bugün bu tür rejimler giderek artıyor. Kategorik ve kavramsal bakımlardan demokrasi sınıflamaları Steven Levitzky ve Lucan Way oldukça sade ve iyi bir biçimde özetleniyor. İki kategori var. Bunlardan biri, her türden gerilemelere karşın hala demokrasinin minimum koşullarını sağlayan rejimler, diğeri ise seviyeleri bakımından artık asgari seviyenin altına düşen ve artık demokrasi olarak kabul edilemeyecek olan rejimler ki bunlar rekabetçi otoriteryan rejim olarak tanımlanıyorlar. Bu konu çok önemli. Türkiye hangisine giriyor?

Az seviyede de olsa hesap verebilirlik, kontrol ve denge mekanizması olan, kısmen yürütmeden bağımsız bir yargıya sahip, anayasal düzeni işleyen rejimler, temel özgürlüklerde bazı sorunlar yaşasalar da, yukarıdaki tasnife göre bardağın yarısı dolu tarafında kalıyorlar. Oysa seçimler düzenli olarak yapılsa da, devlet olanaklarının rutin olarak kötüye kullanıldığı, hesap verebilirlik ilkesinin fiilen ortadan kalktığı, muhalefete finansal kaynaklar ve medyaya erişim bakımından ayrımcılık yapılan, medya mensuplarının, muhaliflerin ve muhalefetin – tümüyle ya da kısmen – tehdit edildiği, baskı altına alındığı ve hatta tutuklandığı ülkeler var. Bu ülkelerin kritik eşiğin altında kaldığı ve artık otoriteryan rejime dönüştüğü bir bilimsel gerçek. Bu türden standart düşüklüklerine sahip rejimler, artık demokrasi olarak nitelenmiyor. Bu ne anlama geliyor?

NORMALLEŞME ÇOK DÜŞÜK BİR İHTİMAL

Rekabetçi otoriteryan rejimlerin, demokratik oyun kuralları dâhilinde yeniden normalleşmeleri çok düşük bir ihtimal. Bu tür rejimler, genellikle kaosa ve iç kargaşaya kayarak, büyük sosyo-ekonomik istikrarsızlık dönemlerine kayıyorlar. Halkları büyük buhranlar ve sıkıntılar yaşıyor. Birkaç kuşak, bu tür rejimlerin ağır ekonomik ve sosyal faturalarını ödemek zorunda kalıyor. Dahası bu tür ülkeler ekonomik rekabet edebilirlik olanaklarını tükettiklerinden dolayı, dünya klasmanında ve uluslararası arenada güç ve prestij kaybına uğruyorlar.

Bugün Türkiye, yukarıda vurguladığım gibi, artık bir demokrasi olarak nitelenemiyor. Demokrasinin asgari koşulları arasında olan serbest ve adil seçimler kıstasının “adil” kısmı, Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Saray güdümünde olduğundan artık geçerli değil. Siyasi haklar ve temel insan hak ve özgürlükleri (düşünce ve düşüncenin ifadesi özgürlükleri, toplantı ve siyasi protesto özgürlüğü) ortadan kalkmış durumda. Bağımsız yargı, masumiyet karinesi, suçun bireyselliği gibi temel hukuk ilkeleri uygulanmıyor. İnsanlar haklarında mahkûmiyet kararı olmamasına karşın yıllarca hapishanede tutuluyorlar. Ülkenin muhalefet partilerinin milletvekilleri, temsil yetkilerini kullanırken ağır sorunlarla, engellemeler ve baskılarla karşılaşıyorlar. Dahası, onlarca muhalefet milletvekilinin parlamento üyelikleri (milletvekillikleri) düşürülüyor. Tutuklanan onlarca milletvekili var. Yani adil olma özelliğini geçiniz, özgür seçim ve temsil mekanizması bile işlemiyor. Dahası, yerel siyaset seviyesinde de benzeri bir tablo var. Ülkede onlarca ilin ve ilçenin belediye başkanları, haklarında bir mahkeme kararı olmaksızın görevden alınarak, yerlerine iktidarın seçtiği kayyumlar atandı. Yine birçok belediyede, yetkilerin kötüye kullanımı üzerinden, içişleri bakanlığının müdahalesiyle seçimle işbaşına gelmiş belediye başkanları görevden alındı.

Ülkede parlamento fiilen tüm yasama yetkisini yitirdi. Anayasa, anayasal olmayan bir OHAL rejimi ile rafa kaldırıldı. Anayasal düzen, aynı OHAL rejimi kapsamında tümüyle keyfi ve anayasa dışı bir forma büründü. Bu rejim dâhilinde, kanunsuz suç olmaz ilkesinin mütemadiyen ihlal edilmesiyle, yüz binlerce insan gayrı hukuki bahanelerle (gereççe demeye dilim varmıyor) kamu hizmetinden çıkartıldı ve hain ve terörist ilan edildi. Bu insanların özlük hakları ve emeklilik hakları gasp edildi. Yine on binlerce (altmış binlerde bir rakam) insan, kanunlarda yer almayan suçlarla (yani hukuken yok hükmünde olan suçlamalarla) hapse atıldı. Yüzlerce basın mensubu içeride, birçoğu hakkında iddianame dahi yok. İddianamesi olanlar ise, Kafka romanlarına taş çıkartacak seviyelerde hukuksuzluk ve kötü muameleye tabi tutuluyor. Saymakla bitmez. Konu anlaşıldığı için burada kesiyorum. Özetle, şeklî demokrasinin olmazsa olmaz koşul ve kıstaslarının hiç birisi bugün Türkiye’de uygulanmıyor.

REJİM DIŞARIDAKİ GÖRÜNÜMÜ ÖNEMSİYOR

Şimdi Anayasa Mahkemesi’nin Şahin Alpay ve Mehmet Altan kararlarına bakalım. Bireysel başvuru üzerine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) acil olarak değerlendirmeye alma kararı verdiği tanınmış gazeteciler ve yazarlar arasında olan Altan ve Alpay, AYM tarafından salıverildi. AYM üzerinde AİHM baskısı olduğu muhakkak. Daha doğrusu, bu baskı rejim üzerinde var! AİHM kararları Türkiye üzerinde bağlayıcıdır. Yani anayasanın üstündedir. Bu bakımdan rejim, dışarıda Türkiye’de demokrasi var, kurumlar işliyor mesajı verme konusunda son derece motivedir. Elbette bir standart tutturmak ya da bir takım hayatta kalmayı becermiş demokrasi ilkelerini korumak gibi bir hedefi yok Erdoğan rejiminin. Gayet rasyonel olarak, Avrupa Birliği ile kurumsal, üyeleriyle ile ise ikili ilişkilerini, özellikle Gümrük Birliği’nden doğan ticari ayrıcalıklarını, Avrupa pazarı dâhilinde olma avantajını ve bunun gibi maddi unsurları yitirmemek istiyor rejim.

Çünkü Avrupa’da güçlü sesler yükseliyor. ABD’deki yargı sürecinin külfeti, yaklaşan bir mega-göktaşı gibi, yıkıcı bir sona yaklaştırıyor rejimi. Dahası, çok yakında Almanya, üzerinde bulunan koalisyon kuruluş çalışmalarının ölü toprağını atarak, yeniden aktif dış politikaya – bu arada da özellikle Türkiye’ye – yönelecek. Suriye ve Afganistan’dan sonra bir yıl içinde geometrik hızla artan Türkiye kökenli mülteci patlaması bile tek başına önemli bir konu başlığı. Bu Türkiye ile müzakerelere devam etmek imkânsız. Müzakerelerin dondurulması, her an AB gündemine girebilir. Anayasa Mahkemesi’nin kararını bu politikaları yumuşatmaya yönelik bir strateji olarak okumak lazım. Hem, daha “reisin” bu karar sonrası bir açıklamasını duymuş da değiliz. Paçaları erken sıvayanlara bir sorum var: sizce reis, Anayasa Mahkemesi kararı yerindedir, bu konuda bize (yürütme) karara saygı duymak düşer mi diyeceğini düşünüyorsunuz? Dese bile – ki demeyecek – bu Türkiye’de yargının yeniden bağımsız olduğu anlamına mı gelecek? Eğer öyleyse, neden bu karar diğer tutuklu gazetecileri kapsamıyor?

GERÇEKLERLE YÜZLEŞELİM

Kanseri aspirinle tedavi etmeye çalışan bir insanın tıp bilimi gözündeki naiflik ötesi cehaleti, maalesef siyasal ve sosyal olaylarda Türkiye’de “aydınlar” tarafından aynen uygulanıyor. Bu böyle devam ederse, Erdoğan’ın işi gerçekten çok kolay olacak kanısındayım. Bu nedenle, zaman yitirmeden gerçeklerle yüzleşmekte yarar görüyorum. Anayasa Mahkemesi’nin kararı, Türkiye’de yeniden hukuk devletine ve demokratik anayasal rejime dönüş yönünde bir ilk adım değil. Aksine, rejimin manipülasyon ve kamu diplomasisi stratejilerinin bir hamlesi. Gündem belirleme ve dışarıya yönelik algı çalışması yapma gibi hedefleri var. Aynı gün Leyla Zana’nın milletvekilliğinin düşürülmesi – ki inanılmaz bir vizyonsuzluk örneği ve son derece faşizan, hukuksuz bir uygulamadır – tesadüf değil. Bahçeli’nin Saray randevusu da gündemde düşürüldü, gayet ustaca. 2019 yılındaki hukuki rejim dönüşümüne kadar, bu şekilde kırılganlığın önüne geçmek, istedikleri politikaları uygulamak derdindeler. Balıkçılık lügati kullanacak olursak, yakaladıkları büyük balığı yorma gayretindeler. Direnci kırmak için bu taktiği uyguluyorlar. Hem zaman kazanıyor, hem de gelebilecek tepkileri kontrollü bir sosyal mühendislik mastır planı içinde yönetiyorlar. Kamuoyu ise her zamankinden daha da fazla bölünmüş durumda. Bu koşullar altında, Türkiye rejimi, adım-adım rekabetçi otoriteryan rejimden daha da geriye, tam otoriteryan faşizme doğru yaklaşıyor. Sanırım 2019’da bu da gerçekleşecek.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin