M.Akif ve Bediüzzaman’ın Abdülhamit’e muhalefetini anlamak (3)

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

M.Akif ve Bediüzzaman’ın Abdülhamit’e muhalefet nedenlerinin anlaşılması amacıyla kaleme aldığımız yazıların üçüncüsünde Bediüzzaman’ın Abdülhamit karşıtlığının nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Osmanlı Devleti’nin son yıllarının ve Cumhuriyet döneminin en önemli dini kişiliklerinden birisi olmasına rağmen Bediüzzaman’ın bilimsel bir biyografisinin yazılmamış olması, birçok yaklaşımının tam olarak açıklanamamasına ve daha çok hatıralar üzerinden ele alınmasına neden olmaktadır.

YÖK Ulusal Tez Merkezi verilerinde yaptığımız taramaya göre Said Nursi konulu ilk yüksek lisans tezi 1995 yılında tamamlanmış ve yüksek lisans tezlerinin sayısı otuz üçe ulaşmıştır. Ancak bunların hiçbirisinde hayatı doğrudan ele alınmamıştır.

Bediüzzaman’ı konu alan ilk doktora tezi ise yine 1995’de Prof. Dr. Suat Yıldırım danışmanlığında tamamlanmış, ikinci ve son doktora tezi de 2017’de kabul edilmiştir. Prof. Dr. Ahmet Demirel danışmanlığında Erdal Aydın tarafından hazırlanan bu son tezin en önemli özelliği “Kamu Yönetimi” alanında yapılması ve Nursi’nin din ve siyaset ilişkilerine dair yaklaşımını incelemesidir. Ancak yazarın kısıtlaması nedeniyle bu çalışmaya YÖK sisteminden 2020 yılına kadar ulaşmak mümkün değildir.

Bediüzzaman’ın ilk biyografisinin yeğeni Abdurrahman Nursi tarafından “Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı” adıyla Rumi 1335’de yani 1919’da, ikinci Tarihçe-i Hayat’ın da 1958’de ve kendisi hayattayken yazılmasına rağmen hala akademik bir biyografisinin olmaması büyük bir eksikliktir.

TAHİR PAŞA KONAĞI

Bediüzzaman’ın doğumuyla ilgili farklı tarihler verilse de kendisinin Dar-ül-Hikmetü’l-İslamiye’ye verdiği özgeçmişte belirttiği Hicri 1295 yani 1877-1878 tarihi doğum tarihi olarak kabul edilebilir. Abdülhamit’in hükümdarlığının 1876’da başladığı dikkate alındığında Said Nursi, çocukluk ve hiçbirisi uzun süreli devam etmeyen medrese talebeliği dönemini Abdülhamit zamanında yaşamıştır.

Üstad’ın siyasete ilgisinin kendi ifadesinden hareketle Mardin’de bulunduğu dönemde başladığı anlaşılmaktadır. Mardin’deki faaliyetlerinin ne olduğu tam olarak bilinmese de o dönemde ülkedeki her şeye vakıf olmak isteyen Yıldız’a kendisiyle ilgili jurnallerin gittiği tahmin edilebilir.

Bediüzzaman Bitlis’te bir süre Vali Ömer Paşa’nın konağında kalmış ve vilayetin bürokrasisini ve devletin işleyişini yakından tanıma imkânı bulmuştur. Ancak Osmanlı ülkesine ve dünyadaki diğer sosyal ve bilimsel gelişmelere vakıf olması, Van Valisi İşkodralı Tahir Paşa’nın konağında kaldığı dönemde olmuştur.

Bu sırada günlük gazeteleri takip etme imkânı bulmuş, hatta İngiliz Sömürgeler Bakanı Josef Chamberlain’in meşhur sözünü burada okumuştur.

Said Nursi’nin dünyaya bakışının şekillenmesinde Tahir Paşa’nın ve Van günlerinin büyük etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’ın bu sırada Abdülhamit döneminde 1890’lardan itibaren yayınlanan bilimsel cep kitaplarını ve yüksek dereceli okullara yönelik olarak hazırlanan ders kitaplarını okuduğu tahmin edilebilir. Bunlar arasında logaritma, geometri, kozmografya, inorganik kimya, fiziki antropoloji, fizyoloji ve anatomi alanlarında eserler yer almaktadır.

Üstad, buradaki entelektüel ortamdan faydalanmış; anadili olan Kürtçeden ve Arapçadan sonra Türkçesini geliştirmiş ve hatta ilk Türkçe mektubunu burada kaleme almıştır. Bu dönem Üstad’ın siyaset yaklaşımının da şekillendiği süreçtir.

Burada dikkate alınması gereken bir husus da o dönemde zekâsı ve birikimiyle öne çıkan genç bir âlimin, valiler tarafından himaye edilmesidir. Bu durumun, devrin her şeyi kontrol etmek isteyen yönetim tarzıyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.

ÜSTAD İSTANBUL’DA

Bediüzzaman’ın İstanbul’a ilk geliş tarihi olarak 1907 yılı görülmekte ise de Şerif Mardin, Necmettin Şahiner’den hareketle diğer kaynaklarda yer almayan bir tarih vermekte ve 1896’da İstanbul’a geldiğini belirtmektedir. Mardin’e göre Yahya Nüzhet Paşa’nın aracılığıyla İstanbul’a gelen Nursi, Şark’a dair bir reform önerisi sunmayı amaçlamış ancak Saray’da bir buçuk yıl süren misafirliği sonrasında bir ilerleme kaydedemeden Van’a dönmüştür.

Üstad’ın tekrar İstanbul’a gelişi 1907 yılında gerçekleşmiş ve Tahir Paşa, Doç. Dr. Ramazan Balcı’nın belirttiğine göre “mürur tezkeresi” yanında doğrudan Abdülhamit’e bir “ariza” yazarak Bediüzzaman’ı gönderme nedenini açıklamıştır. Buna göre sebep, Üstad’ın hastalığından dolayı tedavi ettirilmesiydi. Elbette Üstad’ın böyle bir yazıdan bundan haberi yoktu.

Bediüzzaman İstanbul’da kaldığı süre içinde Malta Çarşısı’ndaki meşhur Şekerci Han’a yerleşmiştir. Burada M. Akif, Fatin Gökmen Hoca gibi dönemin meşhurlarıyla ve diğer âlimlerle tanışmış olmalıdır.

Üstad’ın “soru sormayan ama her soruya cevap veren, yerel kıyafetinden de vazgeçmeyen bir âlim” olarak İstanbul’da tanınması uzun zaman almamıştır. Bu durumun elbette hafiyelerin dikkatini çektiği ve jurnallerle Saray’ın da kendisi hakkında bilgi sahibi olduğu tahmin edilebilir.

Üstad’ın İstanbul’a geliş nedeni kaynaklarda; Tahir Paşa’nın “büyük bir şehre gitmesi için teşvik, hatta tahrik etmesi” ve Şark’a ait en önemlisini Medresetüzzehra’nın oluşturduğu eğitim projesini Padişah Abdülhamit’e bizzat sunmak istemesi gösterilmektedir.

Bediüzzaman bu projesini Saray’daki tanıdıkları vasıtasıyla Padişah’a bir mektupla sunmuşsa da “dönemin her şeye kuşkuyla yaklaşan rejiminin bir sonucu olarak” kendisini önce Toptaşı Tımarhanesinde sonra da hapishanede bulmuştur.

TOPTAŞI TIMARHANESİ

Bediüzzaman’ın Toptaşı Tımarhanesine gönderilmesinde ve “akıl sağlığı” raporu istenmesinde Saray’a sunduğu mektubun etkili olduğu anlaşılmaktadır. Mektup Kasım 1908’de Şark ve Kürdistan gazetesinde yayınlanırken “Bediüzzaman Molla Said Efendi’nin mâbeyne verip neticesinde pek çok musibete hedef edildiği layihanın suretini aynen neşrediyoruz” şeklinde anons edilmesi bu ihtimali güçlendirmektedir. Çünkü böyle bir açıklamanın Üstad’ın onayı olmadan yayınlanması düşünülemez.

Bu mektubun Saray’ın neden tepkisine neden olduğunu anlamak zordur. Bu dilekçede özetle; doğudaki medreselerde din ilimleriyle birlikte müspet ilimlerin okutulması gerektiği ve doğunun meseleleri ile ilgili çözüm önerileri yer almaktaydı.

Abdülhamit’in iktidarı boyunca yüzlerce “ıslahat layihası” ile muhatap olduğu düşünüldüğünde Padişah’ın kuşkusunun Saray iradesi dışında hareket eden ve Şark’ta nüfuzu olan genç bir âlimin böyle bir şeye nasıl cesaret ettiğinden hareketle “tehlikeli” görülmesinden kaynaklanmış olabileceği akla gelmektedir. Bir diğer neden de Padişah’la görüşmekte ısrar etmesi olabilir.

O zamanki adıyla “Bediüzzaman Said Kürdi” bunun sonucunda önce mahkemeye sevk edilmiş ve muhtemelen buradaki cevaplarıyla da mahkeme heyetinin tepkisine neden olmuş ve bu sefer de Toptaşı Tımarhanesine sevk edilmiştir. Burada kendisini muayene eden doktorların sağlıklı olduğuna kanaat etmesiyle de hapse gönderilmiştir.

Abdülhamit, Said Nursi’ye bu sırada Zaptiye Nazırı Şefik Paşa vasıtasıyla “ayda bin kuruş maaşla memleketine müderris” tayin etme teklifinde bulunmuştur. Bu yöntem Abdülhamit’in iktidarı boyunca birçok muhalifine ve özellikle Jön Türklere yaptığı “para ve makam” teklifiyle kendi yanına çekmek istemesinden başka bir şey değildir.

Bu teklif Abdülhamit’in Bediüzzaman’ı İstanbul’dan uzaklaştırmak istediğini de göstermektedir. Osmanlı Arşivleri’ndeki belgelere göre kendisine “harcırah” da çıkarılmış fakat Bediüzzaman’ın geri dönmeyi reddetmesi üzerine para tekrar hazineye geri verilmiştir. Meşrutiyetin ilanından birkaç gün önce İstanbul’dan Van vilayetine gönderilen yazının içeriğinden de kendisinden şüphelenildiği görülmektedir.

Abdülhamit’in Şark’tan enteresan projelerle gelen ve cesurca hareket ederek önerilerini ısrarla kendisine ulaştırmak isteyen Bediüzzaman’dan rahatsız olduğu açıktır. Bunun yanında hafiyelerin ve İstanbul’da Üstad’ı kıskanan bazı kişiler, belki de bazı âlimlerin jurnallerinin bunda etkili olduğu düşünülebilir.

Bediüzzaman’ın Meşrutiyetin ilanıyla birlikte yaptığı konuşmalar ve gazetelerde yayınlanan yazılarına bakıldığında Abdülhamit rejimini “istibdat” olarak görmesinde, bütün yönetimi kendisinde ve Yıldız Sarayı’nda toplayan anlayışa karşı çıkmasında ve yine hafiyelere tepki göstermesinde M. Akif’ten farklı olarak bizzat yaşadığı olayların büyük etkisi olduğu açıktır.

BEDİÜZZAMAN’IN ELEŞTİRİLERİ

Bediüzzaman Meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde Selanik’te sonradan “Hürriyet Meydanı” adını alan yerde “Hürriyete Hitap” adıyla bir konuşma yaptı. Üstad’ın yeni dönemde hemen İttihatçıların yanında yer alarak böyle bir konuşma yapması önceden İttihatçılarla diyaloğu olması ihtimalini güçlendirmektedir.

İttihatçılar da Bediüzzaman’ın nüfuzundan yararlanmak istemişler ve kendisini en önemli merkezleri olan ve “Kâbe-i Hürriyet” dedikleri Selanik’te kürsüye çıkarmışlardır. Üstad daha sonra da Şark’a seyahate çıkarak Kürt aşiretlerine “Meşrutiyetin dinsizlik olmadığını” anlatacaktır.

Bediüzzaman’ın bu dönemde kaleme aldığı yazılarda Abdülhamit rejimine karşı eleştirileri açıkça görülmektedir. Akif’ten farklı olarak Abdülhamit için “baykuş, korkak ödlek” gibi isimlendirmeler yapmasa da “İstibdâdın ma’den ve menbiti olan şeref ve haysiyet ve i’tibarî rütbeden istimdat ve milleti istihdam ve hatır ve tahakküm ve tarafdarî râbıta etmekdir ki; vahşetin ağalığı budur. Ümm’ül-ağavat olan Yıldız’da, Eb’ül-ağavat olan Sultan Abdülhamid bu ağalıktan vazgeçti…” sözleriyle eleştirmektedir.

Tepkilerinin odak noktasında Abdülhamit’in ülkeyi tek başına yönettiği Yıldız vardır ve Üstad çeşitli yerlerde bu şekildeki yönetimi tenkit etmiştir: ”Zira sabıkta Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu. Biçare milletin halini anlamıyordu… Veyahut za’f-kalb ve kuvvet-i vehm ile anlamak istemiyordu. Yahut mütehevvısane ve mütekeyyilane ve mütekalkıl olan tabiatı anlattırmağa nıüsa’id değildi” diyerek “tek adam rejiminin” halkı anlamaktan uzak olduğunu ifade etmiştir. Bu noktada önemli bir eleştiriyi de Abdülhamit’in etrafını saran danışmanların ve görevlilerin bulunduğu Mabeyn-i Hümayun’a yapmaktaydı.

En çarpıcı eleştirileri ise önce Divan-ı Harbi Örfi’de ve Tarihçe-i Hayat’ta yer alan ve Abdülhamit’e hitaben kaleme aldığı yer alan şu ifadelerdir: Münhasif Yıldız’ı Darü’i-fünûn et; ta, Süreyya kadar âlî olsun. Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine ehl-i hakîkat melaike-i rahmeti yerleştir; ta Cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dînî darü’l-fünunlara sarf ile millete iade et… Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin. ”.

Üstad’ın Münazarat’ta “İstibdat nedir?” sorusuna verdiği cevap da Abdülhamit rejimine neden karşı çıktığının bir başka kanıtıdır. Üstad’a göre “İstibdat zorbalıktır, muamele-i keyfiyyedir, kuvvete istinat ile zor kullanmadır, rey-i vahiddir, suistimale gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insaniyetin mahvedicisi, Âlem-i İslamiyet’i zillet ve sefalete düşürttüren, İslamiyet’i zehirlendiren, her şeye sirayet ile zehrini atan, o derece ihtilafatı beyne’l-İslam ika edip Mutezile, Cebriye, Mürcie gibi dalalet fırkalarını tevlit eden, istibdattır.”

Görüldüğü gibi Bediüzzaman istibdadı “zehir” olarak görmekte ve başka bir yerde de “istibdadın”, insanlarda devlete karşı nefret hissi uyandırdığını ifade etmektedir. Üstad’a göre İslam dünyasının içinde bulunduğu yoksulluk ve sefaletin nedeni de istibdattır.

Şam Emeviye Camii’nde okuduğu Hutbe-i Şamiye’de de “Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için vaktiyle mesâil-i Şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü?” sözleriyle istibdadın muhafazası için dini meselelerin kullanılmasına karşı çıkmaktadır.

ÜSTAD SONRADAN PİŞMAN MI OLDU?

Bediüzzaman Abdülhamit’in tek kişilik idaresine karşı çıktığı gibi daha sonra İttihatçıların baskı yönetimine de karşı çıktı. Nitekim kendisine “İttihat ve Terakki’den neden ayrıldınız” şeklindeki bir soruya “Ben bırakmadım, onlar beni bıraktı” şeklindeki cevapla İttihatçıların hürriyeti yeni bir istibdada çevirmelerine de muhalefet ettiğini ifade etmektedir. Nitekim bundan sonra İttihat ve Terakki ile münasebeti daha çok Enver Paşa üzerinden devam etmiştir.

Üstad’ın sonraki dönemlerde ise Abdülhamit rejimini “zayıf istibdat” olarak isimlendirdiği görülmekte ise de eski dönem eserlerindeki Abdülhamit’le ilgili ifadeleri çıkarmadığı da bir gerçektir.

Bu durum Bediüzzaman’ın “istibdat” olarak değerlendirdiği ve iyi niyetli reform önerilerinden bile rahatsız olarak kendisini Toptaşı Tımarhanesine gönderen yönetim tarzına yönelik eleştirilerini devam ettirdiğini göstermektedir. Bütün bunlar Üstad’ın Osmanoğulları ailesinden “helallik” istediğine dair söylemlerin bir karşılığı olmadığının kanıtıdır.

Nitekim Üstad, “kula kul olan insanın köleleşeceğini” belirtir ve yöneticinin vasıflarını şöyle ifade eder: “… Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar…”

 

Seçilmiş Kaynakça: Ş. Vahide, Bediüzzaman Said Nursi ve Entelektüel Biyografisi, Nesil, 2006; S. Sönmez, “Bediüzzaman Said Nursi’nin İlk İstanbul Hayatına Dair Bazı Belgeler”, Köprü, 2004, S. 86; A. Açıkgenç, “Said Nursi”, TDV İA, C. 35; Ş. Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, İletişim, 1992; R. Balcı, “Tarihi Bir Hatanın Tashihi”, Risalehaber, 9.8.2011; S. Akdağ, Said Nursi ve Siyasi Düşünceleri, MÜ SBE yüksek lisans tezi, İstanbul, 2009. Abdurrahman, Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı, İstanbul, 1335.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin