Kuş Risalesi: Kuşlara, avcıya ve tuzaklara dair…

Yorum | M. Nedim Hazar

Sinema tarihinin belki de en önemli üç filminden biridir Kanatlı Uygarlık. (Orijinal ismi: Le Peuple migrateur) Fransız yönetmen Jacques Perrin, bir grup farklı ailelere mensup kuşlarla beraber binlerce km yol kat eder bu film için. Ortaya ise bir filmden daha çok bir tefekkür ve hikmet abidesi çıkar.

Çekimleri 4 yıl süren film 7 kıtada çekilen nadir sinema eserlerindendir.

Filmin kahramanı kuşlardır.

Ayaklarındaki iple beraber göçe başlayan bir kuşun ait olduğu sürüyü takip ederiz bir buçuk saat boyunca. Finalde öylesine sert bir sahne vardır ki, bir de filmin belgesel olduğunu düşünürsek. İnsanın ne kadar zalim olduğuna dair muazzam bir belgeye dönüşür Kanatlı Uygarlık…

İbn-i Sina’yı bilirsiniz.

Tam adı: Ebu Ali el-Hüseyn bin Abdullâh bin Ali bin Sinâ’dır…

Tıp alanında yedi asır boyunca temel kaynak eser olarak süre gelen El-Kanun fi’t-Tıb (Tıbbın Kanunu) adlı kitabı ile ünlenmiş ve bu kitap Avrupa üniversitelerinde 17. asrın ortalarına kadar tıp biliminde temel eser olarak okutulan kitabın müellifidir.

Hakkında binlerce kitap, film, belgesel yapılmıştır.

İbn-i Sina’nın sadece tıp alanında değil başta felsefe olmak üzere, Geometri (özellikle Öklid geometrisi), mantık, fıkıh, sarf, nahiv, tıp ve doğabilim konularına hakim bir alim olduğunu çok kişi bilmez.

Bu alanlarda 200’den fazla kitap, 240’ı hala günümüzde okutulan 400’den fazla bilimsel makale kaleme almıştır.

Ve enteresandır hakim olduğu alanlardan biri de kuşlardır. Risalet’üt-tayr tarihi bağlamda kuşlarla ilgili belki de ilk metindir.

Bu kitapta İbn-i Sina, ayakları bağlı yola çıkan zorlu ve aşılmaz gibi görünen dağları aşarak büyük hükümdarının (Melik i azam) şehrine giden kuşların hikayesini anlatır.

Sühreverdi’nin Farsça ’ya tercüme ettiği bu risalede İbn-i Sina, tüm hikâyeyi sıradan bir kahraman olan kuşlardan bir kuşa anlattırır. İsterseniz bir miktar kitabın diliyle okuyalım:

“Yemyeşil tarlalar, uçsuz bucaksız ovalar ve masmavi bir gökyüzü.

Görünürde bir tür cennet misali topraklar.

Önce avcılar belirdi.

Birden fazlaydılar ve ovaya tuzaklar kurdular korkuluklar da koymuşlardı.

Tuzakların en önemli özelliği ise üzerine serpiştirdikleri yemlerdi. Her kuşun nefsini çekerdi bu yiyecekler.

Sonra tüm avcılar çalıların arkasına gizlenip beklemeye başladı.

O esnada biz ise oranın üzerinde uçuyorduk.

Avcılar bizi görünce kandırıp, aldatmak için güzel ıslık çalmaya başladı.

Baktık ki güzel, hoş bir yer.

Hiç şüphelenmedik.

Avcıların tuzağına doğru uçmaya başladık.

Ve kısa süre içinde tuzaklara yakalandık.

Bir de gördük ki, tuzağın halkaları boyunlarımıza, ilmekleri de ayaklarımıza geçivermiş.

Bu belâdan kurtulmak için hep birlikte hareket etmek istedik.  Hareket ettikçe bağlar ayaklarımıza daha da oturdu. Çok geçmeden bu sıkıntıyı kabullendik.

Garipti ama sanki hepimiz ölüme razı olmuştuk!

Hepimiz kendi derdimize düştük. Birbirimizi umursamadık. Daha sonra “nasıl kurtulabiliriz” diye çareler aradık!

Bir süre böyle kaldık, giderek birinci vazifemiz olan kurtulmayı unuttuk, kafesin darlığına razı olduk.

Aradan zaman geçti. Bir gün bu bağların arasından dışarıya bir göz attık. Arkadaşlarımızdan bir topluluk başlarını ve kanatlarını tuzaktan çıkarmışlar, bu dar kafeslerden kurtulmuş uçmaya koyulmuşlar. Her birinin ayağında 0 tuzak ve iplerden bir parça kalmış, fakat gövdelerinin uçmasına engel olmuyordu.

Ben bu durumu görünce, ilk görevimi hatırladım. Yaptığıma üzüldüm ve onların geldikleri yere serbestçe dönebilmelerine imrenerek canımı bedenimden ayırmak istedim. Onlara seslendim, yalvarıp yakardım ve “Yanıma gelin Ve bir çare bulmak için bana yol gösterin, sıkıntıma ortak olun; artık canıma tak etti.” dedim. Kuşlar, avcıların tuzaklarını hatırladılar. Korkup benden kaçtılar. Onlara, eski dostluğumuz ve hoş sohbetlerimizi yeminlerle hatırlattım. Buna rağmen içlerindeki şüphe gitmedi. Bana yardım hususunda gönülleri mutmain olmadı.

Tekrar eski sözleri hatırlattım ve düştüğüm çaresizliği gözlerinin önüne serdim. Yanıma geldiler. Benim durumumda iken o halden nasıl kurtulduklarını, üzerlerinde kalan bağlarla nasıl rahat edebildiklerini sordum. Kendi buldukları çare ile bana da yardım ettiler. Boynumu ve kanadımı tuzaktan kurtardım. Kafesin kapısını açtım, dışarı Çıktım. Bana, “Bu kurtuluşu ganimet bil.” dediler. Ben de, “Bu bağı ayağımdan alınız.” dedim.  Onlar. “Eğer gücümüz yetseydi, Önce kendi ayağımızdan çıkarırdık. Hiç kimse kendisi hasta bir doktordan ilâç ve çare istemez. İlaç alacak olsa bile fayda bulamaz.” dediler.

Sonra ben de onlarla birlikte uçtum. Onlar bana, “Önümüzde uzun yollar, güvenliği olmayan korkunç ve dehşetli menziller var. Belki de şimdiki halimizi bile kaybeder, önceki duruma tekrar düşeriz. Çok sıkıntı çekmeliyiz ki, bir çırpıda korkunç çukurlardan kurtulup doğru yola koyulabilelim.” dediler.”

Perrin’in anlattığı öykü ile şaşırtıcı benzerlikler içeren bu metin, aslında Fransız yönetmenin verdiği mesajı çok daha derinlikli ve estetize ederek okuruna sunmaktadır…

Hikaye şöyle devam eder…

Kuşlar iki yol ayrımına gelmiştir.

Sulak ve yeşil bir vadiye varırlar. Uçarak tuzakları geçerler. Hiçbir avcının ıslığına iltifat etmezler. Önlerinde, zirvesine gözlerin ulaşamayacağı yükseklikte sekiz dağ belirir. Birbirlerine, o dağlara inmenin güvenli olmayacağını, her bir dağda kendilerini öldürmeyi bekleyen toplulukların bulunduğunu, onlarla meşgul olarak oradaki nimetlerin güzelliklerine ve 0 yerlerin rahat ve huzuruna kapılıp kalırlarsa geçidin başına varamayacaklarını söylerler. Bir hayli eziyet ve meşakkat çektikten sonra altı dağı aşıp yedinci dağa ulaşırlar. İçlerinden bir kısmı, dinlenmelerinin gerektiğini, uçacak güçlerinin kalmadığını, zaten düşmanlar ve avcılardan uzaklaştıklarını, çok mesafe kat ettiklerini, bir süre dinlenmenin kendilerini maksada erdireceğini, şayet bu meşakkat ve sıkıntı artacak olursa kendilerinin helâk olacaklarını söyler.

Dağa inerler. Orada, göz alıcı bağ ve bahçeler, güzel binalar, görkemli saraylar, meyveli ağaçlar ve akarsular görürler, kuş sesleri işitirler. O meyvelerden yiyip sulardan içerler, yorgunluk atacak kadar kalırlar. Nihayet gitme Vaktinin bildiren bir ses işitilir. Tekrar uçmaya başlarlar, sekizinci dağa varırlar. Tepesi gökyüzüne ermiş olan dağa Yaklaştıklarında kuşların nağmelerini işitirler. Çeşit çeşit nimetler görürler. O yerin valisi kendilerini misafir edip, ağırlar. Ona başlarına gelenleri ve çektikleri sıkıntıları anlatırlar.

Vali durumlarına çok üzülür. Sıkıntılarını gidermek için can-ı gönülden yardımcı olacağını söyler. Ve şöyle der:

“Bu dağın tepesinde bir şehir vardır. Hazret-i Melik oradadır. Huzuruna varan her mazlumun sıkıntısı ve maruz kaldığı zulüm yok olur. Onun hakkında ne söylesem eksiktir!”

Valinin` bu sözleri kuşları rahatlatır. Onun işaretiyle Hazret-i Melik’in huzuruna gitmek için şehre doğru Yola koyulurlar. Görevli, onlar gelmeden önce Melik`e haber verir. Huzura alınmaları için emir verilir. Kuşlar huzura çıkarlar. Perdeler kaldırılır. Bir odaya girerler. Uzaktan Melik`in cemalinin nuru görünür. Kuşların gözleri kamaşır, akılları başlarından gider. Melik lütfedip akıllarını geri verir.

Kuşlar başlarından geçenleri, çektikleri sıkıntıları Melik`e arz ederler. Kendisine hizmet edebilmek için ayaklarındaki bağ kalıntılarını çıkarmasını isterler. Melik, “Ayaklarınızdaki bağı, onu bağlayan çözebilir. Ben size bir elçi göndereceğim, ayaklarınızdaki bağı çözmeleri için onları çağırsınlar.” der.

Perdedarlar, “Dönmek gerek!” diye seslenir.

Melik’in huzurundan ayrılıp onun elçisiyle birlikte yola koyulurlar.

Feridü’d-din Attar’ın Mantiku’t-tayr ile beraber insanlığa dair dersleri kuşların evreniyle akılda kalıcı ve kulağa küpe edilesi bir şekilde anlatan muazzam bir hikayedir Kuş Risalesi…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin