Kürtlerin Kopuşu

ANALİZ | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşündeki önemli etkenlerden biridir milliyetçilik. Etnik Türkler arasında tepkisel olarak doğmuştur. Aksiyoner değil, reaksiyonerdir yani. İmparatorluğun tüm Müslüman ahalisi için bu tez geçerlidir. İslami kimliğin doğası gereğidir bu. Çünkü İslam, etnik aidiyetin ötesinde, kapsayıcı olan bir dini kimlik vermiş, etnik kimliklerin baskın hale gelmesine karşı çıkmıştır. Bu nedenle Türk, Arap ya da Kürt olmak, ancak yerel düzeyde folklorik ve linguistik (dilbilimsel) anlamda önemli olmuş, modern terimle kapsayıcı kimlik veya üst kimlik İslam ümmeti ola gelmiştir. Bu durum, 1648 Westfalya sistemiyle ilk sarsıntıyı yaşamış, tek kültüre tek devlet konsepti hem Avrupa’da (Hristiyan evi) Katolik Kilisesi’nin siyasi ağırlığını sonlandırarak ağır yara almıştır, hem de Osmanlı tarafından temsil edilen İslam coğrafyalarında önemli bir meydan okuma olmuş, önemli değişimlerin kapısını aralamıştır.

Hiçbir kültür – veya medeniyet – diğer kültür ve uygarlıklardan bağımsız olarak, sadece kendi dinamikleri ile var olamaz. Yan yana var olan medeniyetler, birbirlerinden etkilenir ve iç içe geçmiş kesişme alanı olan coğrafyalarda yeni gereklilikler doğar. Osmanlı coğrafyasının ana merkezi her zaman Balkanlar oldu, Avrupa’daki topraklar, Anadolu’yu da dâhil ederek bu coğrafyaya, daima Osmanlı’nın siyasi, ekonomik ve kültürel merkezi coğrafyasını teşkil etti.

ULUS DEVLETLER VE CUMHURİYET SİSTEMİ

1648 bu nedenle önemlidir. Westfalya’nın oluşturduğu devlet tipi, giderek Osmanlı’yı da etkisi altına aldı. Bu kaçınılmaz bir sonucuydu yeni doğan uluslararası sistemin. 1789 Fransız Devrimi sonrası, Westfalya’nın doğurduğu teritoryal ve kendini din ile tanımlamaması bakımından olarak seküler olarak nitelendirebileceğimiz devlet tipi, milli devlete – yani ulus devlete – evrildi. Böylece teritoryal ulus devlet oluştu. Bu durum dünyanın bütün imparatorlukları için bir ölüm-kalım mücadelesinin doğmasına neden oldu. Çünkü imparatorluklar doğaları gereği çok uluslu ve kozmopolit yapılardır. Oysa teritoryal ulus devlet, herhangi tanımlanmış bir toprak parçası üzerinde büyük ölçüde homojen bir millet fikrine dayanmaktadır. Dahası, Fransız Devrimi ve Amerikan Devrimi gibi devrimlerin sonucu olarak, cumhuriyet rejimlerini ön plana çekmekte, böylelikle hanedanlıkların korkulu rüyası haline dönüşmektedir. İşte bu koşullar altında, tıpkı Rus Çarlığı veya Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu da büyük zorluklar yaşamaya başlamıştır.

Özellikle milliyetçilik ideolojisi, Osmanlı tebaası olan gayri-Müslimler arasında büyük ilgi gördü ve hemen benimsendi. Çünkü müstakillik sözü vermekteydi. Zamanın ruhu bu yönde ilerleyince, imparatorluklar da kendilerini koruma yönünde stratejiler benimsediler. Evrensel kimliklerini daha çekici hale getirmeye, kapsayıcılaştırmaya çalıştılar. Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset eserinde ele aldığı konu budur. Osmanlıcılık, İslamcılık ve milliyetçilik yönelimleri arasında milliyetçilik gerçeklere daha fazla tekabül etmekteydi. Zamanının koşulları bunu gerektirmiştir çünkü. Artık Osmanlıcılık gayri-Müslimleri, İslamcılık da Türk olmayan Müslümanları bir arada tutmaya yetmiyordu. Araplar, Türklerden çok daha hızlı benimsediler milliyetçiliği. Kürtler de onlardan geri kalmadılar.

KONJONKTÜR KÜRTLER İÇİN UYGUN DEĞİLDİ

Ancak Araplar 1920’lerde dönemin uluslararası konjonktürü içerisinde çok daha elverişli koşullar yakaladılar milli devletler kurmak yolunda. Her ne kadar hem kendi içlerindeki bölünmüşlükler ve çıkar çatışmaları, hem de dönemin süper gücü İngiltere’nin kendi çıkarlarını çok iyi tespit eden ve buna göre rasyonelce uyguladığı dış siyaset nedeniyle tek bir devlet çatısı altında birleşemeseler de, birçok bağımsız Arap devleti doğdu eski Osmanlı topraklarında. Kürtler ise o kadar “şanslı” değildiler. Kürtlerin yaşadıkları topraklar, Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarılı olması sebebiyle, büyük oranda Türkiye ve Irak arasında paylaştırıldı. Kalan Kürtler ise İran ve Suriye toprakları arasında bölündüler.

Türkiye Kürtleri, 1900’lerde fikren doğan, 1920’de temelleri TBMM ile atılan ve 1923’te adı konan bir ulus devlet içerisinde asimile edilmeye çalışıldılar. Büyük oranda, yoğunlukta olmadıkları bölgelerde bu politika tanımlanmış Türk çıkarları bağlamında olumlu sonuçlar verdi. Güneydoğu Anadolu bölgesi dışında çoğunlukta olmayan Kürtler lisan bakımından asimile oldular ve Türkleştiler. Güney Doğu bölgesinde de bu politikalar uygulandı, ancak Türk devleti bu bölgede ancak kısmen başarı elde edebildi. Tüm politik araçlara rağmen (eğitim politikaları başta olmak üzere) bugüne kadar Kürtler kendi dillerini unutmadı. Bu nedenle de 1789’un en önemli kimliksel etkisi olan milliyetçilik ideolojisi onların ulus kimliğini pekiştirdi.

TÜRKİYE’NİN ASİMİLASYON POLİTİKASI

Türkiye hükümetleri ise tüm gerçeklere karşın ısrarla asimilasyon politikasına devam etti. Kürt dilini 2000’lerin başına dek yasakladı ve cebir kullanarak engellemeye çalıştı. Kürt folkloru da (mesela Kürt müziği, Kürt dili edebiyatı, Newroz gibi ulusal bayramları vs.) yasaklandı. Yine bu politika çerçevesinde Kürtlerin siyasi olarak kendi kimliklerini reddetmeden siyaset yapmaları, siyasete katılmaları engellendi. Fakat bu şahin politikalar, tam tersi etki yaparak Kürt milliyetçiliğini daha da pekiştirdi ve daha da önemlisi, onun ayrılıkçı eğilimlerinin değirmenine su taşıdı. Nihayet 1980’lerde Kürt ayrılıkçı hareketi silahlı mücadeleye başladı ve terörist metotlar kullanarak illegal bir terör örgütü doğurdu. Bu, Türkiye’nin bütçesinde en büyük karadeliği açtı. Yüz milyarlarca dolarlık bir kaynak israfını beraberinde getirdi, on binlerce insanımızın (hem Türk hem Kürt) hayatlarını kaybetmelerine sebep oldu.

ÇÖZÜM SÜRECİ VE GERİYE DÖNÜŞ

AKP 2000’li yıllardan bu yana Kürtlere kültürel haklarını verme yönünde – akılcı – bir strateji izlemeye başladı ve zarar telafisine yönelik bir yeniden yapılanma dönemi ile ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğinin önü alınmaya başladı. Bu bağlamda Türk devletinin resmî ideolojik pozisyonu olan milliyetçilik yumuşatılarak, vatandaş ve üst kimlik vurgulu bir aidiyet gündeme getirildi. Bu durum Kürtler arasında memnuniyetle karşılandı. Kürt Kültürüne yönelik kısıtlayıcı ve yasaklayıcı tutum terk edildi. Kürt siyasi hareketine olumlu ve yapıcı yaklaşıldı. Hatta Erdoğan, tüm risklere rağmen, PKK ile görüşmeye başladı. Oslo’da PKK yönetimi ile İmralı’da ise Öcalan ile görüşüldü. Dolmabahçe’de bu görüşmelerin sonuçlarından doğan bir mutabakat zaptı imzalandı. Siyasi çözüm ve PKK’nın silah bırakması aslında Türkiye’nin en önemli çıkarıydı ve bunun gerçekleşmesi an meselesiydi. Erdoğan tarihe bu projeyle, Türkiye’nin bütünlüğünün mimarı olarak geçebilirdi.

Ancak bu yeni paradigma Türkiye’de – Erdoğan tarafından tasfiye edilmiş olan – derin devletin hoşuna gitmedi. AB süreci nedeniyle sistemsel dönüşümü engelleyemeyen bu kanat, fırsat beklemeye başladı. İstedikleri fırsat 17/25 Aralık süreci ile kendilerine altın tepside sunulacaktı. Nitekim rüşvet ve yolsuzluğa bulaşmış bir siyasi yapı, kendini kurtarmak için ödün vermeye hazır şekilde Türk derin devleti ile pazarlığa oturdu. İstenen bedellerden biri de, iç politikada Kürt sorununa yönelik stratejiyi değiştirmekti. Böylece 180 derecelik bir dönüş yapıldı. Açılım süreci sonlandırıldı. PKK’yı yeniden silahlı mücadeleye başlatacak köprüleri atma taktiği uygulandı. İstenilen sonuç alındı ve Kürt siyasi hareketi baskı altına alındı, 1990’ların şahin politikalarına geri dönüldü.

KÜRTLERE DAYANILMAZ BASKI

Bunlardan çok daha vahim olarak, ilk kez sivil yerleşim birimlerinin imhasını beraberinde getiren yanlış bir askeri strateji hayata geçirildi. Binlerce insanın ölümüne ve yüz binlercesinin yerlerini-yurtlarını terk etmelerine sebep oldu bu vahim hata. Bu siyasetin devamında, 15 Temmuz sonrası çok daha belirgin hale gelen derin devlet, bu kez HDP’li milletvekillerini takibata tabii tuttu, başta Demirtaş olmak üzere birçok milletvekili hukuksuzca hapse atıldı. Dahası, yüzde yetmişler-seksenler civarında oy almış olanları da dâhil, tüm HDP’li belediyelere Erdoğan’ın kayyumları atandı.

Bugün itibarıyla Kürtlerin kendilerini siyaseten ifade etmelerini sağlayabilecek tüm meşru ve yasal kanallar kapatılmış durumda. Son olarak Erdoğan HDP’lilerin yerinin Kandil (yani PKK) olduğunu söyledi. Yani bilerek isteyerek tüm Kürtleri PKK’yı desteğe azmettirmiş oldu. PKK’yı destekleyin, size başka bir alternatif bırakmıyorum diyor Erdoğan. Cümlesinin siyasi tercümesi budur. Bu cümle, 1900’lerin başından bu yana, Türkiye topraklarında Kürt siyaseti bağlamında sarf edilmiş en trajik, en yanlış, en hain ve en stratejiden yoksun beyanattır. Ve bu beyanat devletin başı olan biri tarafından en yüksek seviyeden ifade edilmiştir, bağlayıcıdır yani.

KOPUŞ SÜRECİ BAŞLADI

Erdoğan artık Kürtlerin kopuş sürecini başlatmıştır. 17/25 Aralık’ta derin devletten icazet alarak, 15 Temmuz sonrasında derin devletin kadrolarını TSK’nın tepesine yerleştirerek, bugün itibarıyla da Kürtleri PKK’ya açıkça yönlendirerek, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü açıkça tehlikeye atmış, Türkiye’nin parçalanmasının kapısını aralamıştır. İdeolojik olarak da fiilen takip ettiği politikalarla da bu böyledir. İnsan haklarından, hukuk devletinden, güçler ayrılığından, anayasal düzenden ve demokrasiden kopan Türkiye, bütünlüğünü koruyamaz. Çoğulculuğu olmayan, etnik aidiyetleri baskılayan, şiddet ve cebirle insanlara kimlik empoze eden devletler, yalnızca etnik bölücülüğün ekmeğine yağ sürerler. Öğrenmekte olan ve demokratikleştikçe bütünleşen, gelişen, müreffehleşen ve daha fazla güvenlik üreten bir gidişatı başlatan adam, bugün kendi çıkarları sebebiyle bu olumlu gidişatı bitiren kişi olmuştur.

Erdoğan’ın başlattığı Kürtlerin Türkiye’den kopuş süreci, Türkiye’nin ülkesi ve milletiyle bütünlüğüne santrifüj etkisi yapacaktır. Demokratik haklar bakımından, izlenen miyop ve rasyonellikten fersah fersah uzak politikaların bedellerinden biri – hatta belki de uzun vadede en ağırı – Kürtlerin ayrılıkçı milliyetçiliklerinde geri dönüşü mümkün olmayan noktanın aşılmasıdır. Bunun tarihsel ve siyasi sorumluluğundan kimse muaf olamaz. Erdoğan ve rejimi, Türkiye’de sadece cumhuriyetin değil, devlet geleneğinin ve ülkenin bütünlüğünün da antitezidir. Bu rejimin geç olmadan bitmesi, anayasal düzene geri dönülmesi, insan hak ve özgürlüklerinin yeniden güvence altına alınması şart! Bunu engelleyenler ve Türkiye’yi bölünmeye ve çöküşe itenler, yarın tarih, Yüce Divan ve bağımsız mahkemeler önünde hesap verecekler.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin